"Bazı
ilahiyatçıları ve din adamlarını [fetullahçı] polisler tarafından gizli
çekilmiş videolarınız var diye korkuttular. Polisler
cemaatçı [FETÖ'cü] diye de kışkırttılar. İnandılar ya da gizli kayıtları çıkmasın
diye inanmış göründüler ve bu süreçte rejimin kölesi haline
geldiler. Şimdi bu videolar karanlık rejim elemanları tarafından farklı
bir kanalla servis ediliyor. Hem itibarlarını hem de imanlarını
kaybettiler. Yaptıklarının cezasını bulacaklar."
Bu
satırlar Ayhan Tekineş'in Twitter (X) hesabında yayınlandı.
Tarih
18 Aralık 2023.
Ayhan
Tekineş, ilahiyatçı bir profesör..
FETÖ'cü
(Fethulahçı Takiyye Örgütü üyesi) diye
nitelendirilenlerden.
Fethullahçı.
*
Sözlerininden
çıkan anlamı (kritik-analitik düşünce modasına uyup) madde madde sıralayalım:
1.
Bazı din adamları ve ilahiyatçıların karı kızlarla kasetleri var.
(Türkiye'de sadece bunlar kasetlik işlere bulaşmış olsalar çok temiz toplum
olduğumuzu düşüneceğiz de, neyse...)
2.
Birileri (yani rejimin "karanlık" adamları) bunların
kasetlerinin bulunduğunu biliyorlar, görmüşler. Din adamlarına
(şeyh, hoca, abi vs.) ve ilahiyatçılara haber veriyorlar. ("Kasetleriniz
bizde de var" demenin kibar biçimi.. "Anlarsınız ya.." dümeni.)
3. Bu
karanlık adamlar, söz konusu kişilere "Kasetlerinizi çekenler FETÖ'cü
polisler, ilk hedefiniz bunları Akdeniz'e dökmek.. Marş marş!" demişler.
("FETÖ'cülerle kanlı bıçaklı savaşa girmezseniz kasetleriniz kazara
perşembe pazarına düşebilir" demenin usulüne uygun usturuplu biçimi.)
4.
Bu kaset gazilerinden bazıları, FETÖ savaşlarında her ne kadar
yararlık göstermişlerse de, başka kusurları yüzünden yine de "rejimin
karanlık adamları" tarafından harcanıyorlar. Kasetleri ve kasetlik
maceraları (benzer şekilde kaseti olan ya da önüne
"yal" konularak havlatılan) kullanışlı medya kulağı
kesiklerinin havlamalarına emanet ediliyor. İtibarsızlaştırılıyorlar.
*
Bu kaset
imalatı ve itibarsızlaştırma çarkı nasıl dönüyor, ona
bakmakta fayda var.
Burada
önümüze "bal tuzağı" (honey trap) kavramı geliyor.
Yani karı
kızlarla kurulan tuzak.. (Kadınlara yönelik erkek versiyonu da var.)
Gönderirler
bir genç kızı, o da "Hocam, ben namaza sizin sohbetlerinizi
dinleyerek başladım, fakat kafama takılan bazı konular var, size sorabilir
miyim?" türünden mesajlar atar, sonra görüşme talebinde bulunur,
sabırla, hiç acele etmeden yavaş yavaş ağlarını örerler.
Bir
defa kafaya taktılar mı çok değişik tipte (açığı kapalısı, zekisi aptalı,
bilgilisi cahili, cemaatlisi cemaatsizi) her tipten piyonu devreye koymaları
mümkündür.
İstihbarat
örgütleri bu "bal tuzağı" işlerinde ustalaşmışlardır,
sıradan insanların aklına hayaline gelmeyecek yollarla hedeflerine yürürler..
Hem devasa tecrübeleri, hem sayısız kalifiye elemanları, hem de hedefe
koydukları kişiler hakkında yığınla istihbaratları mevcuttur. Adamların ıcığını
cığını herşeyini öğrenip kaydetmiş, dosyalamışlardır.
Operasyon
başarılı olursa (Ki başarısızlık ender-i nadirattan istisnadır) kasetler
çekilir, kayıtlar alınır ve gerektiğinde kullanılmak üzere zulalara
yerleştirilir.
*
Bu
noktada Ayhan Tekineş'in ilk cümlelerine dönmek gerekiyor:
“Bazı ilahiyatçıları ve din adamlarını polisler
tarafından gizli çekilmiş videolarınız var diye korkuttular.
Polisler cemaatçı diye de kışkırttılar. İnandılar ya da gizli kayıtları
çıkmasın diye inanmış göründüler ve bu süreçte rejimin kölesi haline
geldiler."
İmdi,
15 Temmuz olayından sonra binlerce polis memuru FETÖ'cü diye
görevden atıldı, tutuklandı, yargılandı, hapsedildi..
Bunlar
arasında hiç "Birilerinin mahrem kasetlerini çektiler" diye
yargılanıp tutuklanan var mı?
Benim
bildiğim, yok.
Niye?
Baykal olayı gibi bazı işlerin ardında
FETÖ'nün olduğu, "itiraf"çılara dayanılarak söylendi, fakat bu tür
itirafçılara sözgelimi "Senin cezan 30 yıl, şöyle şöyle bir
itirafta bulunursan üç yılla olayı kapatırız" dediğinizde
söyletemeyeceğiniz söz olmaz.
Üstelik
bunların bir kısmı da "gizli tanık" durumunda.. Nasıl
tanıklıksa?
(Baykal'a
söz konusu kadını daha bekar genç kızken birilerinin "bal tuzağı"
olarak göndermemiş, ve onu yıllarca kadınla olan kasetleri hürmetine diledikleri
gibi gütmemiş ollduklarından emin olunamaz.)
Bu
FETÖ'cü polislerin elinde böylesi kasetler olduğunda
zaten saklamıyor, olayı mahkemelere taşıyorlardı.
*
Mesela
şu İzmir'deki (Ergenekonculukla suçlanan) casus
subaylar vs. olayı.
Bunların yabancı
gizli servislerin bal tuzağı operasyonlarına yem oldukları kasetlerle
ortaya konuldu.
Polis
bunları takip etmiş, bin kadar kaset çekilmiş.. Bin..
Bir
değil, 10 değil, 100 değil, 200 değil, bin (rakamla 1000).
Bu
kasetler mahkemelere de intikal etti, Genelkurmay'a da gitti..
Sonra,
"İşin ucu devlet sırlarına uzanıyor, T. C. olarak dünyaya
rezil oluyoruz" diyerek olayın üstünü kapattılar.
Fakat
kasetler imha edilmedi, bazı yerlere, mesela Genelkurmay'ın arşivine konuldu.
O
yüzden, söz konusu kasetlerde neler olduğunu en iyi bilenlerden biri şu
anki Milli Savunma Bakanı Orgeneral Yaşar Güler..
Ve
o süreçte, medyanın sözde doğrucu Davutlarından Müyesser Yıldız, odatv.com'da, "Neden
bu kasetler imha edilmiyor da Genelkurmay’da muhafaza
olunuyor?" diye yazabildi.
*
Evet,
polisler bu tür kayıtlara ulaştıklarında, böylesi vakalar kasete alındığında
olayı (ilerde şantaj vs. için kullanmak üzere) arşivleme ve
bekletme durumunda değiller.
Ortada
bir suç varsa olayı (zaman aşımına vs. uğramadan, soğumadan,
suçlular paçayı yırtmadan) mahkemeye taşımak zorundalar.
Ayrıca
polisin (ilerde şantaj yapma niyetiyle) bal tuzağı kurması,
"Dur şunları uçkurlarından yakalayalım" diye birilerine
karı-kız göndermesi de söz konusu olmaz.
Bunu
yaptıklarında bizzat kendileri yasaları çiğneyip suç işlemiş olurlar.
Suç
işlediklerini düşündükleri kişileri yasal izinle teknik takibe
alırlarsa ve bu arada o kişilerin bu tür görüntüleri kayda girerse o başka.
*
Ancak,
aynı durum istihbarat teşkilatları için söz konusu değil.
Onlar
ayrıcalıklı.
İstihbarat
teşkilatları (gizli servisler) sözde görev icabı bazı suçları
işleme hakkı ve özgürlüğüne sahipler.
Görev
icabı.
(Mesela,
devletin televizyonu TRT'de Milli İstihbarat Teşkilatı'nı
anlatma iddiasındaki Teşkilat dizisinde Cihangir
diye bir tip kızın birine "yeni sevgili" aradığını söyleyerek
telefon numarasını verebiliyor, kızı baştan çıkarma anlamına gelecek şekilde
davranabiliyor..
Yani
kendi tabiriyle "görev icabı" namussuzluk ve
ahlâksızlık yapabiliyor..
"Mevzubahis
olan vatansa milletin anası avradı, kızı karısı teferruattır" hesabı.)
*
Evet,
polisin böyle bir yetkisi yok, fakat istihbarat teşkilatları görev icabı suç
da işleyebiliyorlar, namussuzluk, arsızlık ve ahlâksızlık da
yapabiliyorlar.
Görev
"kutsal" ya.. "Gökten indiği sanılan" diyerek
Allahu Teala'nın kitaplarına hakaret eden Selanikli Şapkacı'nın başımıza bela
ettiği rejimin kutsalı böyle.. Dini devlet işlerine karıştırmıyorlar.
İstihbarat
teşkilatları bu "kutsal"ın himayesinde namussuzluk da
yapabiliyor, kendileri açısından tehlike kabul edip hedefe koydukları
kişileri şantajla kullanabilmek, olmadı itibarsızlaştırmak için
böylesi bal tuzağı pezevenklikleri de yapabiliyorlar.
Ancak,
onların bu pezevenkliklerini belgelemek ve deşifre etmek,
yargıya taşımak mümkün değil.
Suç.
Laikliğin
(siyasal dinsizliğin) "suç"u böyle oluyor.
*
Olayın
cesametini anlamak için Barış Terkoğlu'nun 28 Ekim 2021
tarihli Cumhuriyet’te yer alan şu satırlarına bakmakta fayda
var:
Yazıcıoğlu’na da teslim edilen bir çuval kaset
varmış.
Okurla yeni buluşan, oldukça kritik bir kitaptan öğrendim bunu: “Son Alperen Muhsin Yazıcıoğlu’nun Sır Görüşmeleri”ni Gelecek Partisi Genel Başkan Yardımcısı Selçuk Özdağ ve gazeteci Veli Toprak birlikte hazırlamıştı. Onlarca isim, bu kitap için Yazıcıoğlu’na dair bilinmeyen birçok özel anısını anlatmıştı.
Konuşanlardan birisi de BBP liderinin danışmanlığını
yapan Bilal Habeşi Özkaynar’dı.
Yazıcıoğlu’nun uzun yıllar en yakınındaki
isimlerden biri olan Özkaynar, şahitliğini şöyle aktarıyordu:
“Bir gün rahmetli başkana birileri bir çuval
kaset, CD, görüntü getirdi. Birileri işte, bu kayıtları yapanlar
ya da ele geçirenler. Bu kayıtların, görüntülerin başka ellere geçebilme
endişesiyle, yanlış ellere geçebilme endişesiyle başkana teslim etmek
istediler. ‘Bunlar çok tehlikeli görüntüler. Bir şekilde kaydedildi,
bir şekilde ele geçirildi. Bunun içinde sanatçılar var, siyasetçiler
var, işadamları var, devlet adamları var, askerler var. İşte
insanların zaaflarından, zafiyetlerinden faydalanılarak kimi oyunla,
tezgâhla kimi de takiple elde edilen görüntüler. Bu görüntülerin her
biri Türkiye’nin gündemini değiştirip sallayacak nitelikte. Bunları emanet
edecek kimseyi bulamıyoruz. Bizde de kalamayacak. En güvenli olarak sizi
biliyoruz. Size teslim etmek istiyoruz’ dediler. Başkan da ‘Ben
kimsenin uçkurunun bekçisi, kayıtçısı değilim. Gidin ne yapıyorsanız yapın!
Beni bunlara bulaştırmayın’ dedi. Onlar da ‘Başkanım bunlar
çok kritik. Çok insanı zora, sıkıntıya sokacak. Türkiye’de gündemi
değiştirecek, yerle bir edecek belgeler, görüntüler’ dediler.”
(https://www.cumhuriyet.com.tr/turkiye/baris-pehlivan-yazdi-muhsin-yaziciogluna-gelen-bir-cuval-kaset-1880262)
*
Olayı
anlatan Özkaynar, “bu kayıtları yapanlar ya da ele geçirenler”
diye bir ifade kullanıyor.
İmdi,
bu kişiler FETÖ’cü diye bilinenler olsalardı, bunu söylerdi..
Söylemiyor..
Olsaydı,
saklamazdı, derdi.
Getirenler
FETÖ’cü olamaz, çünkü onlar, bir başkasına, “Sizi bizden daha
güvenilir/güvenli bulduk” demezler(di).
*
(Merhum
Yazıcıoğlu’nun FETÖ’cülerle arası iyi değildi.
BBP‘nin Mesut Yılmaz ile ittifak yapmasını ve böylece Yazıcoğlu ile
arkadaşlarının ANAP listelerinden milletvekili seçilmesini sağlayan isim
merhum Prof. Dr. Mahmud Es’ad Coşa hoca idi..
Yine
Hoca’nın tavsiyesi doğrultusunda BBP, Erbakan‘ın başbakanı
olduğu Refahyol Hükümeti‘ne dışardan destek vermişti.
Fethullah
Gülen ise bu hükümete de, Erbakan’a da
karşıydı. 28 Şubat’ta söylemleriyle darbecilerin safında yer aldı.
Pragmatik
ve “büyük oynayan” bir adam olarak Gülen, “Bu da müslüman kardeşimiz” diyerek
Yazıcıoğlu gibi görece güçsüz isimlere destek verecek biri değildi.
O,
daima kazananlara ya da kazanacağını düşündüğü “at”lara oynuyordu. Birlikte poz
verdiği isimler Demirel, Ecevit, Papa, Çiller, Türkeş, Erdoğan vs.
idi.)
*
Kasetleri
getirenlerin FETÖ’cü olması ihtimali “zamanın ruhu”na da uygun değil.
Hatırlayalım,
Yazıcıoğlu 2009 yılı başlarında, Mart ayında hayatını kaybetti.
O
dönemde AK Parti iktidarı ile (yani “devlet”teki “devlet adamları”
ile) FETÖ'nün (Fethullahçı Takiyye Örgütü'nün) arasından su
sızmıyordu.
Can
ciğer kuzu sarması formatındaydılar.
Böylesi
bir ortamda Fethullahçıların, iktidar partisindeki “devlet
adamları”nın aleyhine olacak şekilde, partisinin oy oranı yerlerde sürünen
Yazıcıoğlu gibi siyasal gücü zayıf bir isme yanaşmaları, böylesi bir risk
almaları beklenemez.
Herşeyden
önce, böylesi bir girişimin bir şekilde Erdoğan’ın ve ekibinin kulağına
gideceğini, en azından MİT'teki Erdoğan'a yakın isimlerin
haber vereceklerini bilmeyecek kadar ahmak ve tecrübesiz
değillerdi.
*
O
günün siyasal ortamında dönemin “devlet adamları”nın kirli çamaşırlarının
Yazıcıoğlu gibi cesur ve konuşmaktan çekinmeyecek bir
siyasetçinin eline geçmesinden kimlerin nemalanmak isteyeceğini tahmin etmek
zor değil.
Temmuz
2008’de karara bağlanan ve AK Parti’nin o yıl aldığı devlet
yardımının yarısından mahrum bırakılmasına sebep olan parti kapatma
davasını kimler açtırdıysa, Yazıcıoğlu’na o kasetleri götürenler de
ancak onlar olabilir.
Erdoğan’ın
o sırada destek verdiği Ergenekon davası yüzünden karalar
bağlayıp AK Parti iktidarına sabah akşam lanet okuyanlar kimlerdiyse, onlar
olabilir.
O
günün “cumhuriyet mitingleri”nin ardında kimler vardıysa, onlar
olabilir.
*
Evet,
Yazıcıoğlu’nun vefat ettiği 2009 yılında Gülen cemaati bütün gücüyle Erdoğan’ın
yanında duruyordu.
O
günlerde hiç kimse, bir gün gelip AK Parti ile The Cemaat’in arasının
açılacağına ihtimal vermiyordu.
2010
yılındaki anayasa değişikliği referandumunda The Cemaat, AK Parti’den daha çok
gayret göstermişti.
The
Cemaat ile AK Parti’nin arasının açıldığını görmek için 2013 yılının gelmesini
beklemek gerekecekti.
İktidar
partisinin The Cemaat’e yavaştan yavaştan dirsek göstermeye başladığı tarih,
(The Cemaat’e ait Gazeteci ve Yazarlar Vakfı Başkanı Mustafa Yeşil’in
ifadesine göre) 2010’du.
Yani
Yazıcıoğlu’nun vefatından bir yıl sonrası.
*
Kasetleri
getirenler, “kayıtların, görüntülerin yanlış ellere geçme
endişesi” taşıyorlarmış.
Demek
ki, kendilerini “doğru el” olarak
görüyorlardı.
Kendileri
vermezse yanlış ellere nasıl geçerdi
acaba?
Yaptıkları
teklifin mahiyetine ve mantığına bakılırsa, söz konusu kasetleri Yazıcıoğlu’na,
kendilerinde herhangi bir kopyası kalmaksızın
vermeyi istemiş olmaları gerekiyor. Çünkü, kopyalamaları durumunda
Yazıcıoğlu’na kasetleri teslim etmeleri ile etmemeleri arasında bir fark
kalmazdı.
Olaya
Yazıcıoğlu açısından bakalım, kopyalamadan verecek olmalarının
garantisi var mıdır?
Kopyalamadıklarından
nasıl emin olunacaktır?
Ayrıca,
kasetleri Yazıcıoğlu’na veren bu kişiler, ondan neyi beklemektedirler;
Kasetlerin ebediyen sümen altı olmasını, asla gün yüzü görmemesini mi?
Eğer
bunu düşünüyorlardıysa, daha kolay bir yolu vardı. Tenha bir mahalde kasetlerin
üstüne biraz benzin döküp kibriti çakmaları “yanlış el”
tehlikesini ebediyen bertaraf edebilirdi.
Bunu
niye yapmıyorlardı?
*
Asıl
gaye, “patlayıcı madde“yi Yazıcıoğlu’nun kucağına bırakmak
olabilir miydi?
Evet,
bu yaptıkları, pimi çekilmiş bir bombayı Yazıcıoğlu'nun eline tutuşturmak
değildiyse, neydi?
Bu
tür “tehlikeli” emanetlerin nelere yol açacağı kestirilemez.
Mesela,
Yazıcıoğlu’nu “en güvenli” bulan aynı
adamların, o kasetlerden birkaçında başrol oyuncusu olarak arz-ı endam
etmiş etkili ve yetkili “devlet adam”larına (Devlet
adamı tanım gereği etkili ve yetkilidir) gidip şunu demeyeceklerinden nasıl
emin olabilirdik:
“Efendim,
bizden duymuş olmayın, aramızda kalsın, fakat şu Yazıcıoğlu denen adamın elinde
sizin görüntüleriniz varmış. Sadece
sizin de değil, bir sürü kişinin.. Bunlar çok kritik, çok tehlikeli, sizi ve
devleti zora, sıkıntıya sokabilecek, gündemi sallayabilecek görüntülermiş.
Güvenilir kaynaklardan aldığımız kesin bir bilgi bu.. Maalesef bu ahlâksız adam
artık haddini aştı, devletimizin bekası bakımından
çok tehlikeli işler çeviriyor, entrika peşinde, ne buyurursunuz? Öldürelim
mi?”
*
Böylesi
bir durumda, devletin bekasını, özellikle ve öncelikle de kendi hak ve
hukuklarınının, istikbal ve istiklallerinin bekasını koruma
mevkîindeki “devlet adamları”nın, evet bu ahlâk abidesi
“etkili ve yetkili” zevatın ne “buyuracakları”nı beklersiniz?
Yine,
“ellerindeki o kasetleri ne yapacaklarını şaşırmış” hayırseverlerin, (şantaj
yapabildikleri ve yönlendirebildikleri) o kaset yıldızlarından
bazı isimleri Yazıcıoğlu’na sataşmaya zorlamayacaklarından, ve bunu da
sanki çok namuslu ve uçkuru sağlam adamlarmış gibi
konuşturarak yapmayacaklarından, böylece Yazıcıoğlu’nu provoke edip,
onu, muhatabına kaset sallayan adam durumuna
düşürmek istemeyeceklerinden emin olabilir miydik?
Ya da,
“tarlasını çoktaan sürmüş oldukları” Yazıcıoğlu’nun
arazideki adamlarından birini (yine şantajla veya bir vaadle) Yazıcıoğlu
aleyhinde konuşturup, onu, “insanların mahremine giren ve çirkin kaset
depolayarak şantaj için fırsat kollayan” bir ahlâksız olarak göstermek
istemeyeceklerini nasıl bilebilirdik?
*
Görüntüler,
Yazıcıoğlu’na teslim etmek isteyenlerin ifadelerine göre, “bir şekilde kaydedilmiş, bir şekilde ele geçirilmiş“.
Ele
geçirmeyi bildiklerine göre herhalde kaydetmeyi de
biliyorlardır.
Olayımızda
kapıyı açan maymuncuk, “zaaflar“.
İnsanların
zaafları nelerdir?
Hepimiz
biliyoruz: Makam mevki, para pul, mal mülk, şan şöhret, alkış övgü pohpohlanma,
karşı cins…
Ancak, kasetlik zaaf denilince akla ilk
gelen, yatak yorgan yastık bahisleri..
Nitekim
merhum Yazıcıoğlu da böyle
anlamış, “Ben kimsenin uçkurunun bekçisi, kayıtçısı
değilim” demiş.
Peki
nasıl kaydedilmiş bu görüntüler?
Hayırsever
kaset tüccarları bunu da açıklamışlar: “Kimi oyunla, tezgâhla,
kimi de takiple …”
Bilgileri
derin.
Oyun,
tezgâh, takip.
Ayılana
gazoz, bayılana limon kabilinden, işi gücü uçkurluk dümenler olanlar için takip..
Olmayanlar
için de oyun ve tezgâh.
Oyun
ve tezgâh tecrüben gani, gerekli elemanın da mebzul ise, kim tutar seni!
*
Demek
oluyor ki, eğer kaset yıldızımız, kasetteki baş rol oyuncumuz bu
işlere meraklı bir saman altından su yürütme ustasıysa, olay “takip“e bakıyor.
Takılıp
demlendiği mekânları belirleyip sevabına beleşten kayıt hizmeti sunuyorlar.
Yok
öyle biri değil de işinde gücünde “namuslu” bir vatandaşsa, devreye oyun ya da tezgâh giriyor.
Bu, takibe göre daha fazla zaman, emek ve özen istiyor.
Daha
yorucu, daha masraflı.. Fakat laik (siyasal dinsiz) demokrasilerde çare
tükenmez.
Uygun
elemanı ayarlar, hedefle bir şekilde temas kurmasını sağlar, sonra da ektiğiniz
tohumların yeşermesini beklersiniz.
Bir
başka deyişle, balığın damak zevkine uygun düştüğünü
düşündüğünüz iştah açıcı yemler taktığınız oltanızı bir
kayanın üzerinden denize sallandırıp sabırla bekleyecek, bekleyecek,
bekleyeceksiniz.
Gözleriniz
ufukta olduğu halde, yağmur, rüzgâr, boran, fırtına, kavurucu yaz güneşi,
insanın içine işleyen kış soğuğu umurunuzda olmaksızın bekleyeceksiniz..
*
Bir
çuval dolusu kaset, CD
vesaire..
Bir
çuval dolusu.. Memleketimiz kaset yıldızları bakımından zengin.. Demek ki bir
Türk bu hususlarda da dünyaya bedel olabiliyor.
Herhalde
Yazıcoğlu’na ellerindekinin hepsini getirmemişler, özellikle onun görmesini
istedikleri bir “edebî ve sanatsal seçki”
yapmışlardır.
Böyle
bir sanatsal koleksiyon oluşturmak
kolay iş değil.. Takip de, oyun ve tezgâh da tek başına bir kişinin üstesinden
gelebileceği şeyler olmaktan uzak.
Hele
böyle adeta meslekî maharete dönüşmüş bir çeşitlilik,
süreklilik ve yoğunluk bir kişinin harcı olamaz.
Bu tür
keşfiyat ve kayıt kuyudat, profesyonel ekip işidir.
Uzmanlık,
işbölümü ve kurumsallaşma gerektirir.
*
Kurumsallaşma gerektirir, çünkü, tek başına bir insanın imkânları,
zamanı, parası, gücü, becerisi, ilgisi, bilgisi ve eli aynı anda hem askerlere, hem siyasetçilere, hem devlet adamlarına, hem
sanatçılara, hem işadamlarına uzanamaz.
Bunun
için kurumsal bir veri bankasına ve tam zamanlı
çalışan uzmanlaşmış elemanlara, yetişmiş kalifiye personele, ekip çalışmasına,
yeterli parasal kaynağa, teknik teçhizata, donanıma ve araçlara, ayrıca risk
almayı göze aldıran (yasal ya da yasa dışı) zırhlara ihtiyaç vardır.
Bir
çuval dolusu görüntü kaydını herhalde çarşı pazarı gezerek tek tek de
toplayamazsınız.
Ayrıca,
böylesi masraflı, yorucu ve (ilk bakışta yasa dışı ve tehlikeli görünen)
bir faaliyetten beklediğiniz bir fayda, almak istediğiniz bir sonuç olmalıdır.
Attağınız
taş, ürküttüğünüz kurbağalara değmelidir.
Tamam,
bir sürü insanın kirli çamaşırlarının koleksiyonunu yaptınız da, ne işe
yarayacak?
Kullanmayacaksanız,
ya da kullanamayacaksanız, bu kadar zahmete değer mi?
*
İşte
bu noktada, böylesi kasetleri kullanabilecek tek odak olarak önümüze istihbarat
teşkilatları (gizli servisler) gelir.
Ne
mafya, ne de birtakım mafyalaşmış cemaatler, gruplar, partiler, vakıflar,
dernekler bunu yapabilir.
Sivil
vatandaş olarak risk alıp devlet adamlarının, askerlerin, şunun bunun
rezilliklerinin çetelesini tutacaksınız ve o “devlet adamları”, elleri altında
bir istihbarat teşkilatı bulunduğu ve ne dümenler çevirdiğinizi bildikleri
halde buna göz yumacaklar.
Bu,
mümkün değildir.
Fakat
"devlet adamları", emirleri altındaki istihbaratçıların
marifetlerinden her zaman haberdar olamayabilir.
Demirel'in sözlerini hatırlayalım:
"MİT her sabah gelir, Başbakan'a,
Afrika'daki Zulu kabilesiyle Lulu kabilesi arasındaki çatışmayı haber verir,
fakat az sonra [kendi ülkesinde] gerçekleştirilecek darbe hakkında onu
bilgilendirmez."
Darbenin
bir ayağı da sen isen, haber vermezsin tabiî.
(Güncellenmiştir. İlk yayın tarihi: 19 Aralık 2023)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder