LAİKLİK, ACIKILDIĞINDA AFİYETLE YENİLEN HELVADAN MAMUL "HUKUK DEVLETİ" PUTU, VE 28 ŞUBAT

 
















 

Cemaat konulu bir önceki yazıda Rasulullah efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem’in şu hadîs-i şerîfini aktarmıştık:

“Her kim (halifeye) itaatten hurûc edip çıkar ve cemaatten ayrılır da fırkalaşır ve bu hal üzere ölürse, o kişi cahiliyet ölümü ile ölmüş olur.

“Ve her kim de ulusu/milleti/kavmi/ırkı için öfkelenerek, ya da milleti/ulusu için davetçilik yaparak (davası milliyetçilik olarak), yahut (hak yolda olup olmadığına, haklı olup olmadığına bakmaksızın) milletine/ulusuna (devletine) yardım ederek “içyüzü ve gayesi (Şeriat’e uygunluğu, hak oluşu) belirsiz” bir davanın sancağı altında savaşır ve böylece öldürülürse, işte bu, cahiliye ölümüdür.

“Ve her kim de günahsız-günahkâr diye ayırmadan, müminlerinin (vebalinin) korkusunu duymadan, ahitleşilip sözleşilmiş olana verilen söze vefa göstermeden (anayasa ve yasalar ile verilen haklar ve yapılan taahhütler çiğnenerek, yürürlükteki hukuk ayaklar altına alınarak) ümmetimin üzerine yürürse, işte o, benden değildir, ben de ondan değilim.”

(Sahîh-i Muslim ve Tercemesi, C. 6, çev. Mehmed Sofuoğlu, İstanbul: İrfan Yayımcılık, 1988, s. 50.)

Türkiye gibi laik (siyasal dinsiz) ülkelerde yaşayan Müslümanların devletle olan ilişkilerini “ahit” (sözleşme) kavramı çerçevesinde ele almak uygun olur.

Zaten (Allahu Teala’nın hükümlerine, yani Şeriat’e tabi olmayı kabul etmeyen) laik-seküler zihniyetin hukuk düşüncesi “sözleşme” kavramı üzerine kuruludur. 

Öyle ki, (Hobbes, Rousseau ve Locke gibi düşünürlerin yazılarından ilham alan) anayasa hukuku ve kamu hukuku doktrinleri, devletin “meşruiyet”inin temeli olarak “toplumsal sözleşme” (social contract) nosyonunu öne çıkarır.

[Aslında bu, kutsal kitaplardaki ahit/sözleşme nosyonunun laikleştirilmiş biçimidir. Kullar olarak Allahu Teala’ya karşı sorumluluğumuzun temelini “Elest” bezminde yapılan ikrar oluşturur. Tevrat’ın Eski Ahit (Old Testament)İncil’in de Yeni Ahit (New Testament) olarak adlandırılması tesadüf değildir.]

*

İnsanlar, topluluklar ve devletler arasındaki ilişkilerde esas olan, rızaya dayalı “sözleşme”dir, karşılıklı olarak birbirlerine vermiş oldukları “sözler”dir. (Toplumun temeli olan aileyi kuran nikâh da erkek ile kadın arasındaki bir ahittir/sözleşmedir.)

Bu sözleşmeler aldatma, fizikî veya psikolojik baskı ve zorlama olmadan karşılıklı rızaya dayalı olarak yapılıyorsa ve (İslam açısından) Şeriat’e aykırı değilse, (olaya modern hukuk düşüncesi açısından bakanlar için de dünya genelinde kabul gören evrensel hukuk ilkelerine aykırılık taşımıyorsa), tarafları bağlar ve sözleşmeye imza atan bütün taraflar için taahhütlerini yerine getirme yükümlülüğü doğar.

Mesela Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem’in Mekkeliler ile yaptığı Hudeybiye Antlaşması esas itibariyle bir sözleşmedir.. Antlaşmanın hükümleri vahiyle belirlenmiş değildir, Rasulullah s.a.s. ile Mekkeliler arasındaki “pazarlığın” ürünüdür. Ve imzalandığı anda iki taraf için de bağlayıcı hale gelmiştir.

*

İşte bir devletteki anayasa ve yasalar da bu şekilde hem vatandaşların kendi aralarında hem de yönetenlerle yönetilenler arasında geçerli olmak üzere yapılmış sözleşmeler olarak değerlendirilebilir.

Ancak (Müslümanlar’ın kendilerinden olan ulu’l-emrin Şeriat’e uygun olarak koymuş olduğu kurallar durumunda olmamaları yüzünden) laik nitelikteki yasalar için “geçerli/meşru bir sözleşmenin tüm şartlarını taşıdıklarını” söylemek (İslam açısından olaya bakıldığında) mümkün değildir.

Çağdaş/modern-laik hukuk düşüncesi şartların eksiksiz biçimde sağlanmış olmasını dert etmez. Zeminini kaybetmemek için dert etmemek zorundadır. Öyle ki, Türkiye’deki “darbe” anayasaları gibi dayatmalar bile “sözleşme” kabul edilir. Bu, su ve sunî aromadan oluşan bir karışıma “meyve suyu” muamelesi yapmak gibi birşeydir.

Böylesi bir durumda gerçek anlamda bir “sözleşme”den ve dolayısıyla “sözleşme” nosyonuna dayalı gerçek bir meşruiyetten söz etmek mümkün olmayacak, fakat “mış” gibi yapılarak sorun halının altına süpürülecektir.

*

Laik rejimlerde (özellikle de Müslümanlar açısından) gerçek bir sözleşmenin şartları oluşmamış bulunduğu için, meşruiyet krizi ve bağlayıcılık sorunu alttan alta daima kendisini gösterir.

Ancak “rejim” açısından bu çok da dert değildir, çünkü “düzen”in işleyişini gerçekte “sözleşme”ye olan inanç (meşruiyetin varlığı) değil, fiilen kendisini gösteren “kuvvet” sağlar.

Rejim kendisini kuvvetli hissettiği ve gerçekten kuvvete sahip olduğu sürece meşruiyeti umursamaz. Çünkü fiiliyatta kuvvetli olan haklıdır, bir başka deyişle hak, kuvvetten doğmaktadır.

Bu, doktrinde özellikle Franz Oppenheimer’ın tezi olarak ele alınan ve başta Ord. Prof. Dr. Ali Fuat Başgil’in Esas Teşkilat Hukuku (Anayasa Hukuku) kitabı olmak üzere Türkiye’de pekçok anayasa hukuku, kamu hukuku ve kamu yönetimi kitaplarına konu olmuş bulunan yaklaşımdır.

Ancak, bu tür teorik tartışmalara vakıf olmasalar da siyasetçiler kafa yapılarına ve meşreplerine uyan yaklaşımları sezgisel olarak keşfeder ve (bazen milleti aldatmak için tam tersi yönde konuşsalar da) sezgileri doğrultusunda hareket ederler.

Bunun tipik örneği, Selanikli Mustafa Atatürk’ün “saltanatın lağvedilmesi” görüşmeleri sırasında (“Hayatta en hakiki mürşit ne ilimdir ne Cevat Akşit, ne de Gürünlü Eczacı Hurşit.. Mürşit, elimdeki cellat baltasıdır” makamından) yaptığı konuşmadır:

“Hâkimiyet ve saltanat hiç kimse tarafından hiç kimseye, ilim icabıdır diye; müzakere [fikir alışverişi, görüşme] ile, münakaşa ile verilmezHâkimiyet, saltanat kuvvetle, kudretle ve zorla alınır. …

Burada içtima edenler [toplananlar], Meclis ve herkes meseleyi tabiî (doğal) görürse, fikrimce muvafık olur. Aksi takdirde, yine hakikat usulü dairesinde ifade olunacaktır.

“Fakat ihtimal bazı kafalar kesilecektir.”

(M. Kemal Atatürk, Nutuk, C. 2, İstanbul: Türk Devrim Tarihi Enstitüsü, Milli Eğitim Basımevi, 1969, 9. b., s. 690-691.)

*

Laik-demokratik düzen millete “Seni temsil eden vekillerin (milletvekilleri) senin adına senin için bu yasaları yaptı, dolayısıyla sen taraf sayılırsın, hatta taraf bile değilsin, yasaların sahibisin, çünkü bu yasaları vekillerin vasıtasıyla bizzat sen yapıyorsun, dolayısıyla bu yasalar seni bağlıyor” diye masal anlatır ve meselenin içinden çıkar.

Sorun şurada ki, vekiller bir defa seçildiklerinde bir dahaki seçime kadar müvekkillerine karşı herhangi bir sorumluluk duymaz ve hesap da vermezler, hatta dokunulmazlık zırhı ile korunurlar, öyle ki, seçen büyük kitle seçilen sınırlı sayıdaki kişinin mahkumu haline gelir, tahakkümü altına girerler.

Bunun yanı sıra, rejim sadece milletin çoğunluğunu millet sayar, muhalif azınlığa ise lisan-ı hal ile “Siz millet değilsiniz” diye seslenir.

İşte o milletten sayılmayan kesim için “sözleşme” gerçek/meşru bir sözleşme değildir.

Bir dayatmadır. (Baştan demokrasiye iman ediyor ve “Benim görüşüme aykırı olsa bile çoğunluğun arzusuna uyarım” diyorsa o başka.)

*

İslam’da ise yönetilenler için kuralları yönetenler koyamaz, hem yönetilenler hem de yönetenler aynı vahiy kökenli kurallara tabidirler.

Dolayısıyla burada gerçek eşitlik ve adalet ortaya çıkar.

(Batılılar’ın kadın hakları vs. gibi özgürlük söylemleri gerçekte kadınları, onlara karşı herhangi bir sorumluluk duymadan hem ekonomik hem de cinsel anlamda istismar edebilmenin anahtarıdır.

Kadınların özgürlüklerinden yararlananlar son tahlilde erkeklerdir.

“Ne kaa ekmek o kaa köfte” hesabı burada, “Ne kadar kadın özgürlüğü, kadınlar karşısında o kadar erkek özgürlüğü ve serbestisi” denklemi hükmünü icra eder.

Kadın genç, güzel ve dinçken özgür olduğunu hisseder, bunlar elinden çıktığında ise özgürlüğünün bir işe yaramadığını, özgürlük illüzyonu içinde kendisini kullandırmış ve tüketmiş olduğunu görür.

Çünkü erkeğe ait “kadın özgürlüğü”, artık "kuruyup solmuş, eskiyip pörsümüş, çaptan düşüp deforme olmuş, taravetini yitirmiş olan"ı terk etmiş, yönünü yeni yetmelere çevirmiştir.

İşte o zaman “özgür kadın”, sahip olduğu özgürlüğün piyasada alınıp satılan bir meta olduğunu farkeder.)

Evet, İslam’da yönetenlerle yönetilenlerin hakları vahiy tarafından belirlenmiştir, sözleşme ancak Şeriat’in (ilahî yasaların) sınırları içinde kalınma şartıyla bir anlam ifade eder.

Müslümanlar ile zimmî (zimmetli/anlaşmalı) durumundaki gayrimüslimler arasında mevzubahis olan sözleşmelerde de aynı durum geçerlidir, Müslümanlar’ın Şeriat’e aykırı olarak gayrimüslimlere diledikleri gibi kural dayatma hakları mevcut değildir.

İmdi, Müslümanlar açısından bakıldığında laik rejimlerdeki yasal düzenlemelerin önemli bir bölümü esas itibariyle dert edilecek ve İslam’a/Şeriat’e aykırı kabul edilip sorun yapılacak şeyler değildir. Mesela trafikte arabaların sağdan gitmesi, kırmızı ışıkta durulması, diğer trafik kuralları vs. sorun edilecek kurallar olmaktan uzaktır.

Yasal düzenlemelerin önemli bir bölümü bu durumdadır.

*

Müslümanlar açısından sorun olan (Şeriat’e aykırı) düzenlemelere gelince..

Devlet (yakalarına devlet etiketi yapıştırarak iş gören siyasetçi ve bürokrat-memur taifesi) bu konularda müslüman vatandaşların (sözleşme” nosyonu çerçevesinde) söz verip kendilerini bağlamış ve sorumlu hale getirmiş olduklarını kabul eder. Öyle varsayarlar.

Bunun sonucu olarak, (kendi kendilerini yalanlamak, gayrimeşru ilan etmek anlamına geleceği için) müslüman vatandaşlara karşı despotik ve baskıcı bir tutum sergilemekte olduklarını kabul etmeye yanaşmazlar.

Müslüman halkın (sözleşme nosyonu çerçevesinde) kendi rızalarıyla yasalara uyma taahhüdünde bulunduklarını varsayarak, müslüman bireylerin gerçekte “dayatma” niteliği taşıyan (Şeriat’e aykırı) kimi düzenlemelere uymamalarını “suç” (sözleşmeyi çiğneme cürmü) ilan eder ve onlara yönelik kendi dayatmalarını “hukukun gereği” gibi gösterirler.

Müslümana onun rızası bulunmayan dayatmalarda bulunmaları yetmiyormuş gibi bir de “dayatmaya direnme hakkını” yok sayarak onu suçlu ilan eder ve cezalandırırlar.

Ancak, kendilerini söz konusu “sözleşme” ile bağlı kabul etmez, çıkarları gerektirdiğinde çifte standart uygularlar. Canları istediğinde hukuk dışına çıkarlar.

Ayrıca, Şeriat’in yönetenler ve yönetilenler, müslümanlar ile gayrimüslimler için hak ve yükümlülükler bakımından “değiştirilemez” sınırlar getirmiş olmasına karşılık, laik düzende hak ve mükellefiyetler “anayasa yapma ve değiştirme” imkânına sahip olanların iki dudakları arasından çıkacak keyfî kararlara bakar.

Dolayısıyla haklarınız pamuk ipliğine bağlıdır.

Şüphesiz ki sözlerin en doğrusu Allahu Teala’nın sözleridir:

“Bir mü'min hakkında ne bir yemin (veya soydaşlık/yurttaşlık bağı), ne de bir ahid (sözleşme, zimmet) gözetirler. İşte onlar gerçekten haddi aşanlardır.” (Tevbe, 9/10)

*

Evet, bu noktada önümüze birtakım önemli sorunlar çıkıyor.

Laik yönetimlerin, Müslümanları (razı olmadıkları) Şeriat’e aykırı düzenlemelere uymakla yükümlü görüyorlarsa, (hiç değilse tutarlılık, dürüstlük ve “hukuk devleti” olma adına,) o düzenlemelerin tamamına kendilerinin de sadakat göstermeleri ve eksiksiz uymaları gerekir.

Ancak, işte bu noktada laik rejimlerin, yukarıda da ifade ettiğimiz gibi, çifte standart sergileyebildiklerini görüyoruz.

Devreye istihbarat teşkilatları (gizli servisler) ve onların “hukuka uygun sayılan hukuksuzluklar”ı girebiliyor.

Mesela Türkiye’de Cumhuriyet tarihi boyunca yaşanan kimi “örtülü” hukuksuzlukları ve 1990’larda tavan yapan faili meçhulleri bu bağlamda değerlendirebiliriz. 

Devlet içindeki bazı odaklar birilerinin kalemini kırabiliyor ve öldürebiliyorlar.

Öldürtebiliyorlar.

Öldürttüler.

Öldürtürler.

*

Ben konuşmayayım, sözü “devlet”i içeriden tanıyan bir isme, aynı zamanda hukukçu olan üst düzey bir “emniyetçi”ye, Hanefi Avcı’ya bırakayım:

“… bizim ülkemizde devlet, vatandaşlarını rejime muhalefet edenlere karşı kışkırtmış, bizzat kendi vatandaşlarını yine kendi vatandaşları olan rejim muhaliflerine karşı fiili saldırılarda bulunması için kullanmak istemiştir. Oysa bu tür uygulamalar devletlerin var olma felsefesine tümüyle aykırıdır; devletin görevi vatandaşları arasında ortaya çıkacak sorunları çözmektir. Devlet varoluş sebebini ve fonksiyonlarını vatandaşlarına devrettiğinde, kendi kendisiyle çelişir ve devlet olmaktan çıkar. Bu tür uygulamalardan en çarpıcı olanı, sadece ülke dışında uygulanması gerekirken, devletin kendi vatandaşlarına karşı ülke içerisinde uygulamış olduğu psikolojik harekâttır. Bugün bile, her ne kadar kamuoyunda fazla hissedilmese de, MGK’da alınan kararlar doğrultusunda psikolojik harekâta ilişkin operasyon, plan ve kararlar devletin kurumlarınca koordine içerisinde yürütülmektedir.

“Devlet vatandaşlarından, mensup oldukları illegal örgütler hakkında sadece bilgi almak için yararlanabilir. Bu uygulamanın da koşulu ve sınırı vardır. Devlet başka araçlarla bilgi toplayamadığında ve bilgiyi sadece illegal örgütlerin içerisindeki kişilerden almak zorunda kaldığında, daha ağır ve büyük olayların olmaması için vatandaşlarından yardım alır. Ancak bu yardımın kapsamı bilgi almakla sınırlıdır. Bu koşulların dışında, bu sınırları aşan her uygulama son derece yanlıştır. Fakat bizim ülkemizde devlet, sol gruplara karşı sağ grupları, sağ gruplara karşı da sol grupları kullanmış, hatta fiilen eylemlere sokmuş, cinayetler işletmiş, katliamlara sokmaktan imtina etmemiştir….

“Geçmişte halkı birbirine karşı kullanmış veya kullanmaya kalkarak ciddi hatalar yapmış devlet görevlilerinin bu olaylardan ders çıkardığına ve artık aynı hataları tekrarlamayacağına inananların kısa sürede yanıldıkları görüldü. Bu defa da radikal dinci olarak tanımladığı halka ve hatta hükümete karşı laik kesimleri harekete geçirerek çok geniş kitleleri karşı karşıya getirmekten çekinmemiş, aynı anlayışı aynı düşünceyi hayata geçirmekten geri kalmamıştır…. beğenmedikleri düşünceleri savunan bir kısım insanlara karşı belli inançtaki halkı aktif tavır almaya alenen çağıran demeçler rahatlıkla verilmiştir. Tüm bu örnekler, kendi fikirlerinin kabulü konusunda devletin her yöntemi mubah saydığını açıkça göstermektedir. Bu yanlış anlayışın neticesi, bölgesel iç çatışmalar, katliamlar ve en sonunda olayların doruk noktası Susurluk olmuştur. …”

(Hanefi Avcı, Haliç’te Yaşayan Simonlar, 5. b., Ankara: Angora Y., 2010, s. 333-5.)

Şu sözler de Avcı’ya ait:

“… düşünün ki gece PKK’lılar evinize geldi. Ekmek istiyorlar, yol soruyorlar, … Diğer taraftan da gündüzleri askerler veya polis geliyor, örgüt hakkında bilgi istiyor, örgüte yardım etmemeleri konusunda halkı uyarıyor. Köylü karşı çıksa, aklından geçirdiği gibi davransa gözaltına alınabileceğinin, mağdur edilebileceğinin, kanundan bahsetmek istese de kimsenin onu dinlemeyeceğinin farkında. Geçmişte kimlerin infaz edildiğini, hangi köylerin yakıldığını, mülki amir ve savcıların şikayetlere dahi bakmadığını biliyor….

“Uzun süre bu şekilde yaşamak zorunda kalan insanlarda sahtekârlık bir yaşam biçimine ve davranış şekline dönüşür. Bir kişilik halini alan sahtekârca davranmak, o ortam içerisinde bulunan her insanı da böyle davranmaya itecektir.

“Yukarıda anlatılan yaşam tarzının biraz yumuşak biçimi, ülke genelinde büyük çoğunluk için de geçerlidir…. İnsanlar daha iyi imkanlara kavuşmak için, işini kaybetmemek için yetkilerini keyfi kullanan kişilere karşı çıkamaz…. İstenilen şekilde davranmadığı takdirde işten çıkarılma ihtimalinin ne demek olduğunu ancak bu riskle karşı karşıya kalanlar bilebilir.

“… Ülkemizde kurumlar, makamlar ve kişiler en ufak bir rüzgâr çıktığında hemen savruluyor, en hafif bir fiske ile yıkılıyorlar.  Güç kimde ise o tarafa yaslanıyor, hatalı veya yanlış olana karşı koymuyor, … Geçmiş dönemlerde askerlerin yönelimlerine göre bütün kurumlar kanun, hukuk, demokrasi vb. her şeyi bir tarafa bırakarak, hemen askerin yanında yer alıyorlardı…. Fakat şimdi güç odağı değişti; şimdi hükümet, başbakan bu güce sahip, rüzgâra göre eğilenler, bu defa da bu yeni rüzgâra göre eğilmeye başladılar.

“Ülkemiz, bırakın amirini eleştiren, yanlış karşısında tavır koyan ve görevinin gereğini yapan insan bulmayı, mevcut güç merkezinin gözüne girmek için kural tanımadan her türlü değeri ayaklar altına alan, üstünün istediği her şeyi itirazsız yerine getiren kişilerle doludur.”

(A.g.e., s. 353-56.)

Avcı’nın bir başka kitabında da şu satırlar yer alıyor:

“… Susurluk olayları yaşandığı dönemde, MİT ve askerler bana her türlü haksız saldırıları yaparken, hukuk [yargı, mahkemeler] beni korumuştu. JİTEM‘in [Jandarma İstihbarat ve Terörle Mücadele] yaptığı hukuksuzlukları anlattığım zaman ‘JİTEM diye bir teşkilat yok’ denilmiş, sadece ‘var’ dediğim için Jandarma Genel Komutanı Teoman Koman beni [çalıştığım kurum olan] İçişleri Bakanlığı‘na şikayet etmişti. Bakanlık JİTEM’i en iyi bilen kurum olmasınaher ilde polislerin JİTEM ile toplantılar yapmasına, yüzlerce yazı, rapor ve belgede JİTEM adı geçmesine rağmen ‘JİTEM var’ dediğim için [Bakanlık tarafından] jandarmaya hakaretten yargılanmama karar verildi. O günün tüm bakan, genel müdür ve bakanlık yöneticileri, hepsi JİTEM’in varlığını biliyor, inanıyordu ama ‘sen olmayan JİTEM’e var dedin’ diye suçlu olarak yargılanmama karar vermişlerdi.”

(Hanefi Avı, Devlet Bilgisi, İstanbul: Tekin Yayınevi, 2017, s. 75)

Görüldüğü gibi, eli kolu heryere uzanan MİT, askerlerin “hukuksuzluğu”nun yanında yer alıyor.

Tutuyor, üst düzey bir emniyetçiye, sırf yalan söylemediği, “hukuk”un yanında durduğu için “her türlü haksız saldırıları” yapıyor.

Biz de “Üst düzey bir emniyetçiye bunu yapanlar bizim gibi sıradan vatandaşlara ne yapmaz!” diye kara kara düşünmekten kendimizi alamıyoruz.

*

28 Şubat’ın yıldönümündeyiz, o yüzden şunu da ekleyelim:

O süreçte, tıpkı JİTEM gibi bir başka Frankeştayn canavarı daha türemişti: BÇG.. Batı Çalışma Grubu..

Grup adlı bu yasadışı çete de yine askerlerin marifetiydi..

Bu çetenin varlığını ortaya çıkaran kişi, yine bir başka üst düzey emniyet istihbaratçısıydı: Bülent Orakoğlu.

Askerliğini yapmakta olan bir polis memuru, Kadir Sarmusak, bu çetenin çevirdiği dolapları gösteren belgeleri Orakoğlu’na ulaştırmış, o da konuyu İçişleri Bakanı Meral Akşener’e iletmiş, meseleden haberdar edilen Başbakan Necmettin Erbakan da (bu çetenin banisi komutanları emekliye ayırmak yerine) hadiseyi safça Cumhurbaşkanı Demirel’e havale etmişti.

*

Peki bu süreçte MİT ne yapmıştı?

MİT, Erbakan’a (TC Hükümeti’ne) yönelik (ABD, İsrail ve beynelmilel Masonluk güdümlü) darbe teşebbüsünün ardındaki orkestra şefiydi.

Askerler darbe arabasının tekerlekleri, Demirel direksiyonu, MİT ise motoruydu.

(MİT’çilerin bu süreçteki vatana ihanet anlamına gelen rolünü geçmiş yıllarda 28 Şubat darbesinin her yıldönümünde yazdık, tekrar anlatmayalım.)

Sonuçta TC Hükümeti ve millet, “28 Şubat Yahudi darbesi”ni yiyerek sendeledi, yere kapaklandı.

O süreçte en açık ve sert tepkiyi merhum Prof. Dr. Mahmud Esad Coşan Hoca göstermiş, o sırada genel yayın yönetmenliğini yaptığım İslâm Dergisi’nin Mart sayısının başyazısında “darbenin arkasında İsrail’in bulunduğunu” dile getirmişti.

Aynı sayıdaki “Editör’den” başlıklı kısa yazım bahane edilerek DGM’de (Devlet Güvenlik Mahkemesi) hakkımda dava açıldı.

Erbakan Hükümeti yıkıldıktan sonra Fatih Çekirge gibi gazeteciler için çıkarılan basın affının kapsama alanına girdiğim için ceza almaktan kurtuldum.

Ancak Bülent Orakoğlu ile Kadir Sarmusak benim kadar şanslı değildiler, onlar, darbeci çetenin tekerine çomak soktukları için tutuklanıp hapse atıldılar..

O süreçte Erbakan’ın partisi Refah kapatıldı.. Ardından Fazilet Partisi kuruldu, onu da “Refah’ın devamı” diye kapattılar.

Erbakan siyasî yasaklı hale getirildi, hapis cezasına çarptırıldı.

İmam hatipler, Kur’an kursları gibi mevzulara hiç girmiyoruz.

*

Esad Efendi, darbeci hainlerin iplerini elinde tutan İsrail’e dokunduğu için vatanı terk etmek zorunda kaldı..

Bir süre Avrupa’da dolaştı, ardından Avustralya’ya yerleşti, fakat üç-dört ay sonra, Şubat 2001’de öldü.

Öldürüldü. [Ölümüyle ilgili kitabımızı internetten okuyabilirsiniz: ÇOK SESSİZ BİR ÖLÜM (ŞEYHLERİ DE VURURLAR)]

Benim öldürülmemden endişe ediyordu, o yüzden Amerika’daki cemaat mensuplarına ABD’ye yerleştirilmem talimatını vermişti, fakat ölen o oldu.

Benim payıma ölmeden atlatacağım zehirlenmeler ve yalnızlık düştü.

*

Kanal A Genel Yayın Yönetmeni Alper Tan, 8 Mayıs 2014 günü yayınlanan bir yazısında, 28 Şubat’ın 2003 yılına kadar devam etmiş olduğunu ilan etmişti: 

“28 Şubat döneminde yasakçı sisteme uymayan, yasakçı düzenin değişmesi için gayret eden veyahut ‘şimdilik’ bir şey yapmasa bile ileride sistem açısından tehlikeli olabileceği varsayılan insanlarla ilgili infaz kararları veriliyordu. Anlatıldığına göre infaz kararı çıkanların sayısı 11 bin 800 civarındaydı. Çok çeşitli yol ve yöntemlerle infazlara da başlanıyordu. 2003 yılına kadar devam eden süreçte bu 11 bin 800 infaz kararından yaklaşık 3 bin 600’ünün uygulandığı anlaşılıyor. Faili meçhul kalan cinayet, kayıp, çatışmada öldürülme, trafik kazası, intihar, evinde veya işyerinde ölü olarak bulunma, gizlice zehirlenme uygulanan yöntemlerden sadece bazıları…. Bunların bazıları ‘Kürtçü’ bazıları ‘Bölücü’ bazıları da ‘İslamcı’ yaftalarıyla suçlandılar, fişlendiler ve infaz edildiler.”

Gerçekte, 28 Şubat’ta hedefe konulan bazı kişiler 2003 yılından sonra da malum odakların elinden yakalarını kurtaramadılar.

“Nerden biliyorsun?” derseniz vereceğim cevap ancak Mevlana’nın şu sözü olacaktır: “Ben ol da bil!

Yakasını kurtaramayanlardan biri, Muhsin Yazıcıoğlu’ydu.

*

“Neden büyük ırmaklardan bile daha sarsıcıdır, karlı bir gece vakti dağ başında ölüme uyanan bir dostu hatırlamak?



SELANİKLİ MUSTAFA ATATÜRK’ÜN OSMANLI DEVLETİ’NE "AÇIK" İHANETİ

  UĞUR MUMCU'NUN DİLİNDEN KARABEKİR-ATATÜRK KAVGASI – 39   Bir önceki bölümde, Selanikli’nin, (Tevfik Paşa kabinesinin güvenoyu almasın...