Elhamdulillâhi Rabbi'l-âlemîn. Ve's-salâtu ve's-selâmu alâ Rasûlinâ ve alâ âlihî ve sahbihî ...
DEMOKRASİ ALDATMACASI YA DA ALDANMACASI
Batı’daki demokratik
sistem, oradaki sosyo-ekonomik yapıdan ayrı
düşünülemez.
Chomsky, demokrasinin, söz konusu sosyo-ekonomik yapı
çerçevesinde gerçekte bir aldatma, oyalama ve uyutma
işlevi gördüğünü şu şekilde açıklar:
“Özel
sektörün gücü, seçme ve düşünce özgürlüğüne sınırlamalar getirmekle
kalmamış, aynı zamanda hükümetlerin manevra alanlarını da daraltmıştır….
Birleşik Devletler [ABD], gerek siyasi hayatın yoksulluğu ve gerekse bireysel
özgürlükleri devlet baskısından koruma hususunda sınır sayılabilecek bir
noktadadır. Bir tek partisi, bu partinin de iki hizbi vardır ve
bu tek parti, iş adamlarının partisidir…. İşçi sendikaları ve halkın
siyasi katılımcılığının artmasını sağlayabilecek diğer kuruluşlar,
bilinçli bir şekilde pasifize edilmiştir. İdeolojik sistemin sınırlarını
seçkinlerin çıkarları çizmiştir. Seçimler, bir formalitenin
yerine getirilmesinden ibarettir.”
(Noam Chomsky, Demokratik İdeallerin Çöküşü,
çev. Cevdet Cerit, İstanbul 1997, s. 65.)
Chomsky’nin belirttiği gibi, gerçekte tek parti vardır ve çoğulculuk denilen durum, bu tek partinin hiziplerinden ya da fraksiyonlarından ibarettir.
Fakat o hizipler, ayrı partilermiş gibi gösterilir.
Demokratik diye
bilinen ülkelerin hemen hepsinde, aslında bütün partiler resmî ideolojiyi savunur.
Bu ideolojiye aykırı düşünceleri seslendirenler ise, parti kapatma şeklinde
kendisini gösteren uygulamalarla karşı karşıya kalırlar.
Ve, onların lider kadroları,
genellikle, seçme-seçilme hakkından, değişik
yöntemlerle (ömür boyu, ya da siyaseten ölü hale gelinceye kadar) mahrum
bırakılırlar.
Dolayısıyla,
demokrasinin bir artısı olarak öne sürülen iktidarın şiddet
kullanılmaksızın el değiştirmesinden, gerçekte söz edilemez.
*
Düşünce hürriyeti ise,
demokrasilerde kimi zaman, yine Chomsky’nin ifadesiyle “şeytanlara özgü” bir karaktere bürünür:
“Konuşma
özgürlüğünün pekiştirilmesi yolunda elde edilen kazanımların içerisinden
bazıları, ancak şeytanlara özgü olabilecek olayların faillerinin savunmasından
elde edilmiştir. Malum figürler, silahlar ve ateşe verilmiş bir haç ile gösteri
yapan, zencilerin gömülmesini, Yahudilerin İsrail’e gönderilmesini talep eden Ku
Klux Klan’ın suçsuz olduğu görüşünü dile getiren Yüksek Mahkeme, bu
insanların hareketleriyle kendilerini ifade ettiklerine, ülkede fikir özgürlüğü
mevcut olduğundan ortada bir mesele bulunmadığına karar vermiştir.” (A.g.e., s. 102-103.)
Türkiye’de de geçmişte,
inancını yaşayan ve bunu saç ve sakal traşlarına, kılık ve kıyafetlerine de
yansıtan insanların bir yandan gerici, irticacı, yobaz, iç tehdit vs. olarak
nitelendirilerek aşağılanmaları, diğer yandan da kamusal yaşamın dışına
itilmeleri, demokrasiyi koruma hedefinin bir gereği ve
fikir özgürlüğünün bir tezahürü gibi gösterilebilmiştir.
Üstelik Türkiye’de,
söz konusu tutumun “şeytanlara özgü” bir düzenbazlık olduğunu söyleyebilecek aydınlar da yok gibidir.
Daha doğrusu, bu tür
ülkelerde muhalif konumda olan aydınlar ancak yalvaran bir dil
kullanabilirler, suçlayıcı bir tutum sergileme imkânından
mahrumdurlar.
Chomsky gibi, “Sizler
şeytansınız. Şeytanlık yapıyorsunuz” şeklinde konuşmaları düşünülemez, ancak
“Ayıp oluyor, yapmayın, etmeyin! Biz de sizin gibi yerli-milliyiz.. Bu yaptığınız çifte standart değil mi?! N’olur
biraz acıyın” diye yakınabilirler.
*
Bu tür ülkelerde şayet
kılık kıyafet ve ibadet özgürlüğü gibi konularda kısmî bir gelişme yaşanırsa,
bunun bedeli, o insanların, "kendi dünya görüşlerinin yasal
düzenlemelere temel olması" taleplerinden vazgeçmeleri olmaktadır.
Türkiye’de AK Parti
iktidarı döneminde yaşanan budur.
Nitekim AK Parti,
Sovyetler Birliği’nin dağılması üzerine ABD adına Yeni Dünya Düzeni’nin kuruluşunu haber veren, ve liberal
demokratik sistemin “tarihin sonu” (ahir/son zaman) olarak
gösterilen zaferini ilan eden, yani liberal demokratik sistemin
kıyamete kadar geçerli “dünya düzeni” ya da “hayat nizamı” olduğunu
seslendiren Francis Fukuyama’yı doğrular şekilde, (Millî Görüşçü Erbakan'ın aksine) demokratik idealleri ve laik dünya görüşünü benimsediğini
ilan ederek yola çıkmıştı.
Evet, bu tür çifte standart demokrasilerinde size ancak resmî ideolojinin versiyonlarından birine iman ederseniz ufak tefek bazı hak ve özgürlükler tanınmaktadır.
İşte AK Parti’nin lider kadrosu Millî Görüş gömleğini çıkartıp muhafazakâr demokrasi redingotunu giyme kıvraklığını bu yüzden göstermişti.
Sureta iktidar olmayı başardılar, fakat arkalarındaki kitlenin dönüşmesine katkıda bulundular, onların laiklik yanlısı ve demokrat hale gelmelerini kolaylaştırdılar.
Böylece, kendilerine iktidar vizesi veren iç ve dış "gerçek iktidar" sahiplerine borçlarını ödediler.
Ancak, değişip dönüşen söz konusu kitlenin buna hazır ve teşne olduğu, kafa ve gönül bakımından kof halde bulunduğu, savrulup dönüşmek için sadece küçük bir işaret beklediği de anlaşıldı.
*
Demokrasilerde,
Chomsky’nin işaret ettiği gibi, pratikte sadece servet sahipleri ile (ağa, paşa, çete türünden) nüfuzluların seçilme hakkı, sıradan
halkın ise genelde sadece seçme hürriyeti
vardır.
Bu yüzden bugün
“temsilî demokrasi” adı verilen yönetim biçimine Rousseau, “seçilmiş aristokrasi” adını vermektedir. Ona
göre gerçek demokrasi, Eski Yunan’da (Atina’da) olduğu gibi her
vatandaşın, her bir bireyin yönetime doğrudan katıldığı sistemdir. (Bkz. Bertrand Russell, Batı Felsefesi Tarihi,
C. 3, çev. M. Sencer, 6. b., İstanbul 1997, s. 36-42.)
Bu “seçimle gelen aristokratlar”
olgusuna Le Bon şu şekilde işaret eder:
“Grup
başkanı [siyasal parti başkanı] adı altında her memlekette bulunan liderlerin
bir gereksinimi karşıladığı açık görünen bir durumdur. Onlar, meclislerin
gerçek hakimleridir. Kitle halinde bulunan insanlar, bu gibi liderlerden
vazgeçemezler. Bunun içindir ki, meclisin oyları genellikle bir
azınlığın düşüncelerini temsil eder.”
(Gustave
Le Bon, Kitleler Psikolojisi, İstanbul 1997, s. 139.)
Benzer şekilde
Duverger de “seçimle gelen krallar”dan söz etmiş bulunuyor.
Yani pratikte demokrasi, saltanat/krallık ya da aristokrasi olarak tezahür etmektedir.
Halk,
kendisini yöneten kuralları koymuyor, o kuralları koyacak olan kral
(başkan) ya da aristokratları seçiyor.
*
Ancak meseleyi bu
şekilde ele aldığımızda, demokrasinin bir kelime oyunu, içi boş bir adlandırma
olduğunu ortaya koymuş olmaktayız.
Çünkü temsilî
demokrasinin alternatifi olarak görülen doğrudan demokrasi de son
tahlilde temsilî olmaktan kurtulamaz.
Siyasi kararların doğrudan vatandaşlar tarafından oy çokluğu ile alındığı doğrudan demokraside de hangi yasa tekliflerinin oylamaya konulacağına karar veren ve kanun önergelerine hukuk usulü ve diline göre şekil veren bir kurul mutlaka bulunacaktır.. Bu da temsilî demokrasi ile ortaya çıkan tablonun bir benzerinin yaşanması demektir.. Bütün bir milleti devasa bir parlamento haline getirip sürekli yasalarla meşgul hale getiremezsiniz.. İnsanların çoğu oy verdiği kanunun niçin hazırlandığını ve neye yol açacağını bile anlayamayacak, hatta sandığa da gitmeyecektir.
Hülasa, küçük bir şehirde uygulanması bir ölçüde mümkün olan doğrudan demokrasi, nüfus ve toprak bakımından büyük devletlerde uygulanabilirlik kabiliyetini yitirmektedir.
Yarı doğrudan demokrasi diye adlandırılan sistemin başvurduğu bir yöntem olarak kabul edilen referandumu ise, yarısı boş olan bardağı yarısı dolu olarak nitelendirmenin mümkün olması gibi, yarı temsilî demokrasinin tezahürü olarak kabul etmek de mümkündür.
Çünkü oylamaya konulan yasaları siyasî seçkinler ya da seçilmişler
belirler.. Ve bir ülkede her bir yasa için referandum yapmak da pratikte mümkün
değildir.
*
Chomsky’nin “özel
sektör” vurgusuna paralel şekilde Şeriati şunu söyler:
“İnsanlık, liberalizme vararak, kurtuluşunun
anahtarı diye, … demokrasiyi kabul etti. Bu kez… zalim bir kapitalizmin
kucağına düştü.”
(Ali Şeriati, Marksizm ve Diğer Batı
Düşünceleri, çev. Fatih Selim, İstanbul 1988, 4. b., s. 109.)
Bir başka sorun, “derin
devlet” denilen olgunun ortaya çıkışı, ya da bürokratik oligarşinin
ve vesayet düzeninin siyasete (demokratik işleyişe) yön veriyor
olmasıdır.
Bu çerçevede Minogue,
halkın devleti çekip çevirmesini sağlaması gereken siyasal partilerin
gerçekte devlet tarafından ele geçirildiklerini savunur:
“Partiler
seçimleri kazanmak isterler, fakat bu ‘devlet gücünün ele geçirilmesi’
demek değildir. Aslında gerçekleşen şey devletin onları ele
geçirmesidir.”
(Kenneth Minogue, Siyaset ve Despotizm,
çev. Ünal Gündoğan, Ankara 2002, s. 90.)
Devletin ele geçirmesi, "siyasal partiler yasası"nın çizdiği yol haritası ile başlar, fakat bununla bitmez.. Zihniyet olarak da "düzen"e uyum sağlanır.. (Türkiye örneği üzerinden konuşmak gerekirse bu "düzenbazlık" bazen "yerlilik millilik", bazen de "Türkiye partisi olma" gibi tabirlerle ifade edilir.)
Devlet, ele geçiremiyorsa mahkum eder ve yasaklar.
Kısacası düzenin işleyişi, demokrasi görünümlü (riyakâr ve olduğundan farklı görünen) bir devlet despotizmi olarak tezahür etmektedir.
*
Ne yazık ki demokrasi, daha çok demagogların, halk
dalkavuklarının ve palavracıların/yalancıların önünü açan bir yönetim
biçimidir.
Çünkü demokratik sistemlerde halkı ikna edebilmek, oy toplayabilmek için, su içer gibi kolay yalan söyleyen adam olmak gerekiyor.
Egemenliğin halka ya da millete ait olması iddiasının bir palavradan öteye gitmediğine dikkat çeken faşizm tarihi uzmanı Emilio Gentile'ye göre, halk demokrasi sahnesinin en önemsiz figüranı durumundadır.
Demokrasi oyunu ya da tiyatrosunun görünen yüzünde sahip olduğu küçücük rolü, oy verme sahnesine sıra geldiğinde onun sahnede şöyle belli belirsiz bir görünmesini sağlıyor, fakat sonra sahneden hemen kovuluyor ve unutuluyor.
Bu görünen yüzdeki ufacık rolün gerisinde ise, partiler ve hükümetler oligarşisi, siyaset sınıfı yolsuzluğu, liderlerin demagojileri, halkın bilgisizliği, kamuoyu manipülasyonları ve reklama dönüşen yozlaşmış siyasal kültür yatıyor.
Baş rolde halk değil, bu olgular var.
Gentile'ye göre asıl kötü olan ise, bu olumsuz özelliklerin demokrasinin doğasında mevcut bulunuşu, onda doğuştan var oluşu.
*
Evet demokraside egemen olan halk (millet) değildir, yalandır.
Ve yalanların başını da "Hakimiyet kayıtsız şartsız milletindir" şeklindeki mantıksız palavra oluşturuyor.
Demokrasi, dürüst, şahsiyetli ve onurlu kalmaya çalışan insanların seçim çalışmalarında helikoptere bile binme imkânı bulamayacağı, bulduğu zaman da dağlarda yitip gideceği bir düzendir.. Düzenbazlıktır.
LAİKLİĞİN (SİYASAL DİNSİZLİĞİN) BATIL DİNİ: ATATÜRKÇÜ PUTPERESTLİK
Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem gelecekle ilgili haberler vermiş, istikbalde neler olacağını bildirmiştir. Kendisini Atatü...
-
Şu Hiranur Vakfı hocasının kızının evliliği meselesi, 28 Şubat 'taki (derin tezgâh) Müslüm-Fadime olayı gibi arsızca köpürtülüyor. ...
-
Erdoğan’la ilgili iki rüyamı yorumsuz olarak aktaracağım. Birincisini, Suriye’deki son gelişmeler başladığı sırada gördüm.. Erdoğan, de...
-
Odatv.com ’da “istihbarî” bilgileri “kulis” diye Hürrem Elmasçı takma adıyla aktaran kişi, son yazısına şu başlığı uygun görmüş: “ Er...