NOBEL ÖDÜLLÜ YAZAR JOSE SARAMAGO: "HERŞEYİN TARTIŞILABİLDİĞİ BİR DÜNYADA YAŞIYORUZ, DEMOKRASİ HARİÇ"

 



DEMOKRASİ ALDATMACASI YA DA ALDANMACASI

 



Batı’daki demokratik sistem, oradaki sosyo-ekonomik yapıdan ayrı düşünülemez.

Chomsky, demokrasinin, söz konusu sosyo-ekonomik yapı çerçevesinde gerçekte bir aldatma, oyalama ve uyutma işlevi gördüğünü şu şekilde açıklar:

Özel sektörün gücü, seçme ve düşünce özgürlüğüne sınırlamalar getirmekle kalmamış, aynı zamanda hükümetlerin manevra alanlarını da daraltmıştır…. Birleşik Devletler [ABD], gerek siyasi hayatın yoksulluğu ve gerekse bireysel özgürlükleri devlet baskısından koruma hususunda sınır sayılabilecek bir noktadadır. Bir tek partisi, bu partinin de iki hizbi vardır ve bu tek parti, iş adamlarının partisidir…. İşçi sendikaları ve halkın siyasi katılımcılığının artmasını sağlayabilecek diğer kuruluşlar, bilinçli bir şekilde pasifize edilmiştir. İdeolojik sistemin sınırlarını seçkinlerin çıkarları çizmiştir. Seçimler, bir formalitenin yerine getirilmesinden ibarettir.” 

(Noam Chomsky, Demokratik İdeallerin Çöküşü, çev. Cevdet Cerit, İstanbul 1997, s. 65.)

Chomsky’nin belirttiği gibi, gerçekte tek parti vardır ve çoğulculuk denilen durum, bu tek partinin hiziplerinden ya da fraksiyonlarından ibarettir.

Fakat o hizipler, ayrı partilermiş gibi gösterilir.

Demokratik diye bilinen ülkelerin hemen hepsinde, aslında bütün partiler resmî ideolojiyi savunur.

Bu ideolojiye aykırı düşünceleri seslendirenler ise, parti kapatma şeklinde kendisini gösteren uygulamalarla karşı karşıya kalırlar.

Ve, onların lider kadroları, genellikle, seçme-seçilme hakkından, değişik yöntemlerle (ömür boyu, ya da siyaseten ölü hale gelinceye kadar) mahrum bırakılırlar.

Dolayısıyla, demokrasinin bir artısı olarak öne sürülen iktidarın şiddet kullanılmaksızın el değiştirmesinden, gerçekte söz edilemez.

*

Düşünce hürriyeti ise, demokrasilerde kimi zaman, yine Chomsky’nin ifadesiyle “şeytanlara özgü” bir karaktere bürünür:

“Konuşma özgürlüğünün pekiştirilmesi yolunda elde edilen kazanımların içerisinden bazıları, ancak şeytanlara özgü olabilecek olayların faillerinin savunmasından elde edilmiştir. Malum figürler, silahlar ve ateşe verilmiş bir haç ile gösteri yapan, zencilerin gömülmesini, Yahudilerin İsrail’e gönderilmesini talep eden Ku Klux Klan’ın suçsuz olduğu görüşünü dile getiren Yüksek Mahkeme, bu insanların hareketleriyle kendilerini ifade ettiklerine, ülkede fikir özgürlüğü mevcut olduğundan ortada bir mesele bulunmadığına karar vermiştir.” (A.g.e., s. 102-103.)

Türkiye’de de geçmişte, inancını yaşayan ve bunu saç ve sakal traşlarına, kılık ve kıyafetlerine de yansıtan insanların bir yandan gerici, irticacı, yobaz, iç tehdit vs. olarak nitelendirilerek aşağılanmaları, diğer yandan da kamusal yaşamın dışına itilmeleri,  demokrasiyi koruma hedefinin bir gereği ve fikir özgürlüğünün bir tezahürü gibi gösterilebilmiştir.

Üstelik Türkiye’de, söz konusu tutumun “şeytanlara özgü” bir düzenbazlık olduğunu söyleyebilecek aydınlar da yok gibidir.

Daha doğrusu, bu tür ülkelerde muhalif konumda olan aydınlar ancak yalvaran bir dil kullanabilirler, suçlayıcı bir tutum sergileme imkânından mahrumdurlar.

Chomsky gibi, “Sizler şeytansınız. Şeytanlık yapıyorsunuz” şeklinde konuşmaları düşünülemez, ancak “Ayıp oluyor, yapmayın, etmeyin! Biz de sizin gibi yerli-milliyiz.. Bu yaptığınız çifte standart değil mi?! N’olur biraz acıyın” diye yakınabilirler.

*

Bu tür ülkelerde şayet kılık kıyafet ve ibadet özgürlüğü gibi konularda kısmî bir gelişme yaşanırsa, bunun bedeli, o insanların, "kendi dünya görüşlerinin yasal düzenlemelere temel olması" taleplerinden vazgeçmeleri olmaktadır.

Türkiye’de AK Parti iktidarı döneminde yaşanan budur.

Nitekim AK Parti, Sovyetler Birliği’nin dağılması üzerine ABD adına Yeni Dünya Düzeni’nin kuruluşunu haber veren, ve liberal demokratik sistemin “tarihin sonu(ahir/son zaman) olarak gösterilen zaferini ilan eden, yani liberal demokratik sistemin kıyamete kadar geçerli “dünya düzeni” ya da “hayat nizamı” olduğunu seslendiren Francis Fukuyama’yı doğrular şekilde, (Millî Görüşçü Erbakan'ın aksine) demokratik idealleri ve laik dünya görüşünü benimsediğini ilan ederek yola çıkmıştı.

Evet, bu tür çifte standart demokrasilerinde size ancak resmî ideolojinin versiyonlarından birine iman ederseniz ufak tefek bazı hak ve özgürlükler tanınmaktadır. 

İşte AK Parti’nin lider kadrosu Millî Görüş gömleğini çıkartıp muhafazakâr demokrasi redingotunu giyme kıvraklığını bu yüzden göstermişti.

Sureta iktidar olmayı başardılar, fakat arkalarındaki kitlenin dönüşmesine katkıda bulundular, onların laiklik yanlısı ve demokrat hale gelmelerini kolaylaştırdılar.

Böylece, kendilerine iktidar vizesi veren iç ve dış "gerçek iktidar" sahiplerine borçlarını ödediler.

Ancak, değişip dönüşen söz konusu kitlenin buna hazır ve teşne olduğu, kafa ve gönül bakımından kof halde bulunduğu, savrulup dönüşmek için sadece küçük bir işaret beklediği de anlaşıldı.

*

Demokrasilerde, Chomsky’nin işaret ettiği gibi, pratikte sadece servet sahipleri ile (ağa, paşa, çete türünden) nüfuzluların seçilme hakkı, sıradan halkın ise genelde sadece seçme hürriyeti vardır.

Bu yüzden  bugün “temsilî demokrasi” adı verilen yönetim biçimine Rousseau, “seçilmiş aristokrasi” adını vermektedir. Ona göre gerçek demokrasi, Eski Yunan’da (Atina’da) olduğu gibi her vatandaşın, her bir bireyin yönetime doğrudan katıldığı sistemdir. (Bkz. Bertrand Russell, Batı Felsefesi Tarihi, C. 3, çev. M. Sencer, 6. b., İstanbul 1997, s. 36-42.)

Bu “seçimle gelen aristokratlar” olgusuna Le Bon şu şekilde işaret eder:

“Grup başkanı [siyasal parti başkanı] adı altında her memlekette bulunan liderlerin bir gereksinimi karşıladığı açık görünen bir durumdur. Onlar, meclislerin gerçek hakimleridir. Kitle halinde bulunan insanlar, bu gibi liderlerden vazgeçemezler. Bunun içindir ki, meclisin oyları genellikle bir azınlığın düşüncelerini temsil eder.”

(Gustave Le Bon, Kitleler Psikolojisi, İstanbul 1997, s. 139.)

Benzer şekilde Duverger de “seçimle gelen krallar”dan söz etmiş bulunuyor.

Yani pratikte demokrasi, saltanat/krallık ya da aristokrasi olarak tezahür etmektedir.

Halk, kendisini yöneten kuralları koymuyor, o kuralları koyacak olan kral (başkan) ya da aristokratları seçiyor.

*

Ancak meseleyi bu şekilde ele aldığımızda, demokrasinin bir kelime oyunu, içi boş bir adlandırma olduğunu ortaya koymuş olmaktayız.

Çünkü temsilî demokrasinin alternatifi olarak görülen doğrudan demokrasi de son tahlilde temsilî olmaktan kurtulamaz.

Siyasi kararların doğrudan vatandaşlar tarafından oy çokluğu ile alındığı doğrudan demokraside de hangi yasa tekliflerinin oylamaya konulacağına karar veren ve kanun önergelerine hukuk usulü ve diline göre şekil veren bir kurul mutlaka bulunacaktır.. Bu da temsilî demokrasi ile ortaya çıkan tablonun bir benzerinin yaşanması demektir.. Bütün bir milleti devasa bir parlamento haline getirip sürekli yasalarla meşgul hale getiremezsiniz.. İnsanların çoğu oy verdiği kanunun niçin hazırlandığını ve neye yol açacağını bile anlayamayacak, hatta sandığa da gitmeyecektir.

Hülasa, küçük bir şehirde uygulanması bir ölçüde mümkün olan doğrudan demokrasi, nüfus ve toprak bakımından büyük devletlerde uygulanabilirlik kabiliyetini yitirmektedir. 

Yarı doğrudan demokrasi diye adlandırılan sistemin başvurduğu bir yöntem olarak kabul edilen referandumu ise, yarısı boş olan bardağı yarısı dolu olarak nitelendirmenin mümkün olması gibi, yarı temsilî demokrasinin tezahürü olarak kabul etmek de mümkündür.

Çünkü oylamaya konulan yasaları siyasî seçkinler ya da seçilmişler belirler.. Ve bir ülkede her bir yasa için referandum yapmak da pratikte mümkün değildir.

*

Chomsky’nin “özel sektör” vurgusuna paralel şekilde Şeriati şunu söyler:

 “İnsanlık, liberalizme vararak, kurtuluşunun anahtarı diye, … demokrasiyi kabul etti. Bu kez… zalim bir kapitalizmin kucağına düştü.”

 (Ali Şeriati, Marksizm ve Diğer Batı Düşünceleri, çev. Fatih Selim, İstanbul 1988, 4. b., s. 109.)

Bir başka sorun, “derin devlet” denilen olgunun ortaya çıkışı, ya da bürokratik oligarşinin ve vesayet düzeninin siyasete (demokratik işleyişe) yön veriyor olmasıdır.

Bu çerçevede Minogue, halkın devleti çekip çevirmesini sağlaması gereken siyasal partilerin gerçekte devlet tarafından ele geçirildiklerini savunur:

“Partiler seçimleri kazanmak isterler, fakat bu ‘devlet gücünün ele geçirilmesi’ demek değildir. Aslında gerçekleşen şey devletin onları ele geçirmesidir.” 

(Kenneth Minogue, Siyaset ve Despotizm, çev. Ünal Gündoğan, Ankara 2002, s. 90.)

Devletin ele geçirmesi, "siyasal partiler yasası"nın çizdiği yol haritası ile başlar, fakat bununla bitmez.. Zihniyet olarak da "düzen"e uyum sağlanır.. (Türkiye örneği üzerinden konuşmak gerekirse bu "düzenbazlık" bazen "yerlilik millilik", bazen de "Türkiye partisi olma" gibi tabirlerle ifade edilir.)

Devlet, ele geçiremiyorsa mahkum eder ve yasaklar. 

Kısacası düzenin işleyişi, demokrasi görünümlü (riyakâr ve olduğundan farklı görünen) bir devlet despotizmi olarak tezahür etmektedir. 

*

Ne yazık ki demokrasi, daha çok demagogların, halk dalkavuklarının ve palavracıların/yalancıların önünü açan bir yönetim biçimidir.

Çünkü demokratik sistemlerde halkı ikna edebilmek, oy toplayabilmek için, su içer gibi kolay yalan söyleyen adam olmak gerekiyor.

Egemenliğin halka ya da millete ait olması iddiasının bir palavradan öteye gitmediğine dikkat çeken faşizm tarihi uzmanı Emilio Gentile'ye göre, halk demokrasi sahnesinin en önemsiz figüranı durumundadır. 

Demokrasi oyunu ya da tiyatrosunun görünen yüzünde sahip olduğu küçücük rolü, oy verme sahnesine sıra geldiğinde onun sahnede şöyle belli belirsiz bir görünmesini sağlıyor, fakat sonra sahneden hemen kovuluyor ve unutuluyor. 

Bu görünen yüzdeki ufacık rolün gerisinde ise, partiler ve hükümetler oligarşisi, siyaset sınıfı yolsuzluğu, liderlerin demagojileri, halkın bilgisizliği, kamuoyu manipülasyonları ve reklama dönüşen yozlaşmış siyasal kültür yatıyor. 

Baş rolde halk değil, bu olgular var. 

Gentile'ye göre asıl kötü olan ise, bu olumsuz özelliklerin demokrasinin doğasında mevcut bulunuşu, onda doğuştan var oluşu.

*

Evet demokraside egemen olan halk (millet) değildir, yalandır.

Ve yalanların başını da "Hakimiyet kayıtsız şartsız milletindir" şeklindeki mantıksız palavra oluşturuyor.

Demokrasi, dürüst, şahsiyetli ve onurlu kalmaya çalışan insanların seçim çalışmalarında helikoptere bile binme imkânı bulamayacağı, bulduğu zaman da dağlarda yitip gideceği bir düzendir.. Düzenbazlıktır.


DÜZELTME VE ÖZÜR

  "Sen Utanmazlığın ve Karaktersizliğin Resmini Yapabilir misin Abidin?" başlıklı yazımız şu satırlarla başlıyordu:  MİT’i (Milli ...