KADIN CİNAYETLERİNİ İSTANBUL SÖZLEŞMESİ PAÇAVRASI DEĞİL, ŞERİAT-İ GARRA (AYDINLIK ŞERİAT), ŞER-İ ŞERÎF (ŞEREFLİ/ONURLU ŞERİAT) ÖNLER

 



YERLİ VE MİLLİ SAHTE EHL-İ SÜNNETÇİLERE HAKİKİ EHL-İ SÜNNET DERSLERİ


Mehmed Zahid Kotku rh. a., 29 Aralık 1978 tarihinde İskenderpaşa Camii'nde yaptığı konuşmasında şöyle diyor:

... Cenâb-ı Peygamber’in bir buyruğu var:

(Lâ yuhillü demi’mriin müslimin, yeşhedü en lâ ilâhe illa’llàh, ve ennî rasûlü’llàh) “Bir müslümanın kanı caiz değildir ki, o müslüman kelime-i şehadet getirir ve benim de rasûlüllah olduğumu ikrar eder. Bunun öldürülmesi câiz değildir. (İllâ bi-ihdâ selâs) Ancak, üç sebeple öldürülebilir. Bir insanın öldürülmesinde üç sebep vardır.

(Es-seyyibü’z-zânî) “Evli bir insanın, başından nikâh geçmiş bir adamın zina etmesi, katlini mucibdir.”

Bak, hiç bir kimsenin katline cevaz vermemişken, bu ne kadar çirkin bir şey ki, katli caiz!

İkincisi, (Ve’n-nefsü bi’n-nefs) “Öldüreni öldürmek.” Buna da kısas diyorlar ki,

وَلَكُمْ فِي الْقِصَا صِ حَيَا ةٌ )البقرة: ١٧٩ )

(Ve leküm fi’l-kısàsi hayâtün) “Kısasta sizin için hayat vardır.” (Bakara, 2/179)

Neden? Kendisinin de canının gideceğinden korkarak, kolaycacık cinayet işleyemez. Ancak deli gibi bir şey olursa, aklı başından gider, belki onlar yapabilir. Fakat aklı olan insan, kendi öleceğini de hesaba kataraktan, bu işe kolay kolay teşebbüs edemez. Onun için hayat vardır.

Bugün cesaret ondan ileri geliyor. Bir idare gelir, şu kadarını affeder; bir idare gelir, bu kadarını affeder. Üç beş sene yattıktan sonra çıkar, yine yapacağını yapar. Kurtuluş var. Ötekisinde ise, (en-nefsü bi’n-nefs) öldürürsen, sen de öldürülürsün.

Üçüncüsü, (Ve’t-târikü li-dînihî) “Dinini terk eden.” Biz buna mürted diyoruz, dininden dönen demek.

Birisi vardır ki, gâvurdur aslen. Memleketimizde olan gâvurlar gibi, dünyada olan gâvurlar gibi. Bunlar değil. Bunlara elleşemeyiz. Onlar vergilerini verirler, hükümete itaat ederler; biz de canlarını koruruz. Onlara elleşemeyiz.

Bu, dinini terk etmiş, müslümanlıktan dönmüş. Beğenmemiş müslümanlığı, başka dine geçmiş, yahut da dinsiz olmuş. Bu çok fena... Bu öldürülür.

Birisi zânî, birisi adam öldüren, üçüncüsü de dinini terk eden. Oldu üç… (El-müfâriku bi’l-cemâah) Bir de cemaati [genel İslam birliğini S. S.] ayıranlar, bölenler, bölücülük yapanlar [Müslümanların meşru bir halifesi/imamı/emîri varken ayrı baş çekip emîrlik/halifelik davası güdenler S. S.]. Bu da caiz değildir. Bunun üzerine uzun bahisler açılmış.

Evli olan insan zina ederse, onun öldürülmesi atmakla olmuyor, recm ediliyor. Taşlanarak öldürülür. Niçin? İbret olsun da, bir daha buna teşebbüs eden olmasın diye.

Küçük taş atmak da caiz değil. Ufak tefek taşları alır atarsa, o ona zarar vermez. Kocaman bir taş alıp da, vurup öldürmeyi de caiz görmemişler. Çünkü ondan da fayda yok. Maksat onu tedrici bir şekilde, hem de bir İslâm cemaatinin huzurunda öldürmek. Öyle kapalı bir yerde de değil. Herkes görecek.

“—Ha bu şahıs bu kabahati yapmış. Bu kabahatinden dolayı öldürülüyor.” diyerekten ilân olunur, sonra herkesin gözü önünde öldürülür.

Bu ölüm, herkese duyurulur [Şimdi zina herkese duyuruluyor, herkes örnek alsın da yapsın diye. S. S.]. Herkes duyar ki, “Filan adam böyle bir kabahat yapmış ve bundan dolayı bugün cami önünde veya bir meydanda öldürülmüş.”

Bundan dolayı, bu günahtan korkulur ve kaçılır. Kolaycacık böyle kötülüklere cesaret edenler bulunamaz.

İmam-ı Şafiî, “Namazı terk edenler de katlolunanlar arasına girer. Çünkü namazın terki, İslâm’ın terki demektir, bunun da katli caizdir.” demiş ise de, İmam-ı Azam Efendimiz, “Hapsolunur.” demiş.

Şu üç mesele... Allah hepimizi affetsin... Burada bir de sàil diyerekten bir kelime koymuş ki, savletten ileri geliyor; insanın üzerine saldıran saldırgan. Kudurmuş insan gibi seni öldürmeğe çalışıyor. Senin imkânın var da kendini müdafaa edebiliyorsan, edersin. Baktın ki, kendini müdafaa edemeyeceksin, ölüme gidiyorsun, başka çaren de yok; o zaman onu öldürmeğe de cevaz vermişler.

(Mehmed Zâhid Kotku, Özel Sohbetler, haz.: M. Erkaya, H. A. Erkaya, https://archive.org/details/ozelsohbetler, s. 113-6)

*

Burada iki hususu ilave etmek gerekiyor:

Birincisi, bu söylenenler, laikler (laik devlet sistemini benimseyenler) için değil, müslümanlar (İslam Şeriati'ni benimseyen ve onunla amel edilmesi gerektiğine inananlar) için.

İslam Şeriati'nin uygulanmasına karşı olanlar (yani müslüman olmayanlar), doğal olarak, Allah'ın Rasulü'nün (s.a.s.) sözlerini "iplemeyecekler", asıl tabi oldukları (Allahu Teala'ya ortak koştukları) kulların felsefelerinin peşinden gideceklerdir.

Dolayısıyla, hadîs-i şerîfte (Hz. Peygamber s.a.s.'in "şerefli söz"ünde) belirtilen hususlar, İslam devleti için geçerli, laik devlet için değil. (Tabiî laik devletin laik devlet diye adlandırılması laik devlet felsefesinin terminolojisi çerçevesinde anlam taşır. İslam'ın kendi terminolojisi/ıstılahatı çerçevesinde o küfür ve şirk devletidir.)

*

İkincisi husus da şu:

Bir İslam devletinde bu hükümler şahıslar tarafından değil, devlet tarafından uygulanır.

İnsanlar mahkemelerde yargılanır ve suçları sabit görüldüğünde devlet eliyle cezalandırılırlar.

Mesela zina konusunu ele alalım.

Recm cezasını (ki bekârlar için yoktur, başından evlilik geçmiş olanlar için vardır), kişiler kendi inisiyatifleriyle infaz edemezler.

Öncelikle, bu suçun sabit görülmesi için dört şahit gerekir.

Şahitlerin de suçu işlenirken açık seçik biçimde gözleriyle görmüş olmaları şarttır. 

Ayrıca, şahitlerin "adil" olmaları zaruridir. 

Adil olmak da, o kişilerin toplum nezdinde dürüst, namuslu, yalan söylemeyen, sözüne güvenilir şahsiyetli insanlar olarak bilinmeleri demektir.

Mehmed Zahid Kotku rh. a. şöyle diyor:

Namaz kılmayan bir adam, Ramazan günü, “Ramazan’dır bugün, Ay’ı ben gördüm!” dese, sözü kabul olmaz. Bayram günü, “Gördüm Ay’ı ben!” dese sözü kabul olunmaz. Niçin? Şâhid-i àdil olması lâzım, görenin adil olması lâzım!

(A.g.e., s. 29)

*

Mesela bugünün siyasetçilerinin böylesi durumlarda şahitlikleri geçerli olmaz.

Hayır, nedeni sadece onların büyük çoğunluğunun namaz kılmıyor oluşu değil.

Asıl neden, yalancılıklarının (yani adil olmadıklarının) "tescil" edilmiş olması.

Her gün dünyanın yalanını utanmadan sıkılmadan söylediklerini bilmeyen yok. 

İstisnasız hepsi bu durumda. 

Mesela geçenlerde (2 Ağustos 2022 tarihinde) medyada eski cumhurbaşkanı (devlet başkanı) Abdullah Gül'ün şu sözleri yayınlandı:

.".. Siyaset ise konjonktürel bir yapı. Siyasetin doğasında başarılar olduğu kadar başarısızlıklar da var, bazen beyaza bilerek siyah deme durumları söz konusu."

Evet, eski cumhurbaşkanı (devlet başkanı, Çemişgezek'in dağ başındaki filan köyünün muhtarı değil) böyle konuştu, ve siyaset dünyasından hiç kimse, "Kendi adına konuş, bize göre siyaset dürüstlük demektir, biz asla böylesi düşüklüklere tenezzül etmeyiz" demedi.

Diyemedi.

Sükut ikrardan gelir fehvasınca Gül'ün sözlerini onayladılar.

Aksini söyleyemezlerdi, söyleseler bu da zaten ayrı bir yalan olur, Gül'ü fiilen teyit etmiş olurlardı.

*

Evet, herkes şahitlik yapamaz, yalancıların (hele de günümüzün siyasetçileri gibi tescilli yalancıların) şahitliği makbul değildir. 

Namaz kılmayanın şahitliği hiç makbul değildir. 

Yani İslam Şeriati ile yönetilen bir ülkede dört tane sabıkalı sahtekârın şahitliği ile kimseye bu tür cezalar verilmez. 

Hele günümüzde görülen "gizli tanık" (Gizli şahit, ne demekse?) abrakadabrasına hiç itibar edilmez.

Dolayısıyla İslam Şeriati ile yönetilen bir ülkede hiç kimse bir kadını "namus" bahanesiyle öldüremez. 

Adil şahit getirmek ve işi devlete havale etmek zorundadır.

*

Diyelim ki şahit getiremedi, kadını öldürdü, kendisi de öldürülür.

Ölen ve öldürenin dünya hayatındaki durumları budur, ahirette ise herkes neye layıksa onu bulur.

Ne var ki, dünyada huzur ve can güvenliği ancak bu şekilde sağlanabilir.

Bireyler ve toplumlar için, İslam Şeriati dışında bir kurtuluş ve selamet yolu yoktur.

İstanbul Sözleşmesi türünden ahlâksızlığı meşrulaştırma girişimleri ise, toplumsal yaraları iyice kanatır, kangren hale getirir.

Toplumu çökertir.

Bu sözleşmeyi savunanlar (Ki Kılıçdaroğlu ile Akşener, iktidar olunca ilk icraatlarının bu sözleşmeyi imzalamak olacağını söylüyorlar, ilk işleri bu olursa gerisi nasıl olur, hafazanallah), memleketi tümden cinayetler diyarı haline getirmek için çaba gösterdiklerinin farkında değillerse çok kötü..

Farkında oldukları halde oy aldıkları kesimlere ve yabancı ülkelerdeki LGBT sapıklığı lobilerine şirin görünmek için bu andavallığı sergiliyorlarsa, o daha da kötü.

 

BİR SUİKAST TERTİBİNİN (SUİKASTİN DEĞİL) HİKÂYESİ

 




KÂZIM KARABEKİR'İN DAMADI PROF. ÖZERGİN ANLATIYOR - 4



Teklif dergisinin Ağustos 1988 tarihli altıncı sayısında Prof. Dr. Faruk Özergin ile yapılmış röportajda ona yöneltilen ikinci soru şöyle:

"Bu partiyi [Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası] kurdurtan Atatürk müydü?"

Cevap şöyle:

Hayır, partiyi kurdurtan Atatürk değildi [Zaten onun için kapatıldı. Onun kurdurduğu parti, Terakkiperver Cumhuriyet Partisi'nden altı yıl sonra, Ağustos 1930'da kurulan] Serbest Cumhuriyet Fırkası'dır. Onu danışıklı döğüşüklü olarak kurmuşlardır. Yani bir deneme yapmak için, karşınızda bir muhalefet var da, dışarıya demokrasi var diye gösteriş yapmak için kurulmuştur. Fakat değildir. Onlar tamamen bu grup Kazım Karabekir Paşa, Ali Fuat Paşa, .... Ali İhsanlar [Ali İhsan Sabis Paşa], şunlar bunlar.. hepsi vatanperver, hepsi dürüst insanlardır....

(Abdurrahman Dilipak, İnönü Dönemi, İstanbul: Beyan Y., 1989, s. 153.)

Bir sonraki soru: 

"Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası içine ajanların sızdığını resmi tarih kitapları belirtiyor. Bu doğru mudur, doğruysa, bunların etkinlikleri nelerdir?"

Cevap:

... o hallerde yüzde doksan dokuz ihtimalle, genellikle ajan sokulur. Nitekim İzmir suikasti bunun güzel bir misalidir. (s. 154)

Prof. Özergin'in ajanlardan iktidarın gizli görevlilerini anladığı görülüyor. 

Resmî tarih kitapları ise ajanlar ile muhtemelen yabancı ülkelere çalışanları kast ediyorlardır. 

Malum, resmî tarih sırtını devlet gücüne dayadığı için dilediğini ajan ilan etme ayrıcalığına sahip. Atatürk'ün bizzat kendisi Samsun'a çıkışından önceki İstanbul ikameti sırasında İngiliz İstihbaratı'nın (gizli servisinin) rahip görünümlü İstanbul şefi ile "gizli" (tek başına) görüşmeler yapmışken (Atatürk özel İngilizce dersi mi, yoksa din dersi mi alıyordu, her  konuda ahkâm kesmişken bu görüşmelerini bir-iki cümleyle geçiştirdiği için, onu bilmiyoruz), Pera Palas Oteli'nde işgalci İngiliz subaylarıyla yarenlik yapıp birlikte kahve içmişken, resmî tarihçiler, onu bırakıp, hayatında belki hiç İngiliz yüzü görmemiş olan Şeyh Said'i İngilizler'le bağlantılı ilan etmek için olmadık senaryolar uydurdular.

Resmîliğin gereğini itina ile yerine getirdiler.

Röportajın bir sonraki sorusu:

"Hocam, İzmir Suikasti ile Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası'nın kuruluşu kapatılışı arasında herhangi bir bağ var mıdır, açıklar mısınız?"

Cevap:

Tamamen bağ var. Çünkü Terakkiperver Fırka'ya, eski İttihatçılar da girmeye başladı. Hatta şimdi bile [bugünkü partiler], teşkilatın tepesindekiler, buna hakim olamaz. Haberleri olmadan [ki o zamanlar ulaşım ve iletişim yavaş ve zayıf] eskiden hoşlanmadıkları İttihat ve Terakki elemanlarının o partiye girdiği oldu. 

Fakat aslında dediğim gibi, Terakkiperver Fırka kapatıldı, Şeyh isyanı bahane edildi, ve [ardından, partinin kapatılması yetmiyormuş gibi] İzmir Suikasti oyunu oynandı. Ve İzmir suikasti oyununda esas, artık muhaliflere tamamen söz hakkını da kaldırmak, gerekiyorsa yok etmek. Bunun için Takrir-i Sükun Kanunu [Sessizliği Yerleştirme Yasası] kondu. İstiklal Mahkemeleri teşkil edildi.

Şimdi size bildiğim kadarıyla İzmir Suikasti hikayesini anlatayım:

Ziya Hurşit isminde o tarihte Lazistan mebusu [milletvekili] olan zat M. Kemal Paşa'ya müthiş düşman. Hatta onu öldürmek için fırsat arıyor. Kabadayı gibi bir adammış. Ve bunun aklı fikri M. Kemal Paşa'yı bir yerde temizlemek. Bu duyuluyor. Meclis'te kara tahtaya bile yazmış, "Bir millet ki putunu kendi yapar kendi tapar" diye, tahtaya yazmış adam. Dolayısıyla bunun, şunla bunla temasları falan gözaltına alınmaya başlanıyor, hareketleri adım adım takip ediliyor ve M. Kemal Paşa'ya Ziya Hurşit'in bir suikast tertipleyeceği meydana çıkıyor [görevliler tarafından öğreniliyor]. O zamanki Ankara valisi olayları adım adım biliyor. 

Bu sırada, söz ajandan açıldı, [yüzbaşı] Sarı Efe Edip, [1924-35 yılları arasında TBMM başkanlığı yapan] Kazım Özalp'ın çiftliğinde baş kahya imiş ve bu Sarı Efe Edip de Ankara'da Kazım Özalp'ın adamı olarak çalışıyor. Ve onların bir nevi ispiyonculuğunu yapıyor. Sarı Efe Edip'i ne yapıp yapıp bu işin [suikast girişiminin] içine ajan olarak sızdırıyorlar. Ondan sonra suikast tertipleri başlıyor.

Belirli [tanınan bilinen mimli] kişiler, Ankara'da yapamıyorlar. Aylar sürüyor. Sonra birşey çıkıyor, "Mustafa Kemal İzmir'e gidecek, kahvenin oradan geçerken, ordan filan yere gidecek" diye program yapılmış. [Programın bu şekilde, "Filanca caddeden, filanca sokaktan, falan dükkanın önünden, falan kahvehanenin kenarından geçilecek, feşmekan yerde otomobil viraj yapacak" şeklinde açıklanmasının, Ziya Hurşit ile kafadarlarını tuzağa çekmek için yem olduğu anlaşılıyor.] Bunu böyle haber alınca Ziya Hurşit ve hempaları, hemen suikast yapmak üzere bombalı silahlı adamları getirip otel-kahvede otele koyuyorlar [altı kahvehane üstü otel olan Gaffarzade Oteli]. [Suikastçileri, suikastten sonra] Motorlarla kaçıracaklar. 

Aslında bu olayın hepsini hükümet biliyor. Sarı Efe Edip vasıtasıyla olayı günü gününe takip ediyor ve tertipten haberi var. Ama Ziya Hurşit'in yaptığı hakiki suikast [planı]. Bunu [Ziya Hurşit'i, ajanları vasıtasıyla provoke edip] teşvik ediyorlar yapsın diye.

Sözüm ona motorcu ihbar etti diye valilik haberdar oluyor. Halbuki valilik çoktan haberdar. Nitekim M. Kemal Paşa da gelirken, ani olarak yolunu değiştiriyor, suikast yapılacak mahalden uzaklaşıp gidiyor. Dolayısıyla bu ihbara dayanılarak sözümona baskın yapılıyor. Adamlar silahlarıyla, bombalarıyla yakalanıyor. Suikast [tertibi] tamamen vaki.

Bunun üzerine Sarı Efe Edip verdiği ifadelerde temizlenmesi gerekenlerin hepsini [suikast girişimine, iftira atarak] bulaştırıyor: "Falan da vardı, filan da vardı. O onla konuşmuştu..."

Ve yıldırım hızıyla Kazım Karabekir Paşa dahil, Ali Fuat Paşa dahil, Rauf Orbay dahil, Atatürk'ün [İstiklal Harbi'ndeki] en yakın arkadaşları dahil, bunları muhalefete giriştiler [Atatürk'e karşı çıkıyorlar] diye, bunların hepsi, suikast ile ilgilidir diye tevkif edilip [tutuklanıp] İzmir'de hapse tıkılıyor.

Bu işleri tamamladıktan sonra Sarı Efe Edip [ajanlığını saklayarak] sözümona suçlu gibi kendisini de gösteriyor [öyle emir aldığı için]. Mahkeme heyeti bu işleri bitirdikten sonra karar: İDAM diyor. Sarı Efe Edip'i [ortadan kaldırıp] konuşturmamak için idam ediyorlar. Adam ciyak ciyak bağırıyor. Onun bağırtılarını [resmî tarihçiler] niye yazmıyorlar? "Beni Mustafa Kemal'e götürün, ne yapıyorsunuz, beni bunun için mi çalıştırdınız?" Bağırta bağırta adamı götürüp astılar ki, ilerde konuşmasın diye. 

İzmir Suikastinin hikayesi budur.

Sonra da bir grup silahlanmış subay sayesinde paşaları asamadılar. Onu da çok iyi biliyoruz. [Mahkeme salonuna silahı gelen subaylar, paşalar için idam kararı çıkması durumunda mahkeme heyetini kurşuna dizip isyan edeceklerdi.] Mustafa Kemal Paşa Çeşme'ye çekiliyor. Fahrettin Altay vasıtasıyla mütemadiyen haberleşiyor. Bir an evvel bunları da [paşaları da] temizlemek istiyor. Fakat mahkeme bir türlü karar veremiyor. [Bir tarafta Atatürk'ün baskısı, diğer tarafta subayların silahlarının sessiz mesajı.] Bunun üzerine diyorlar: "[Mahkeme salonunda] Silahlı subaylar var, çekin subayları" diyorlar.

Orduya emir veriyorlar: "Tatbikat yapılacaktır. Çeşme'ye gelin." Ordu, askerler Çeşme'ye çekiliyor, fakat büyük bir grup subay çekilmiyor. Orduya isyan ediyorlar. Şuna karar veriyorlar: Eğer paşalara idam hükmü çıkarsa mahkeme heyetini temizleyecekler. Meşhur üç Ali'yi [mahkemenin sözde hakimlerini temizleyecekler] ve ondan sonra da komutanlarını dışarı çıkaracaklar ve isyanı başlatacaklar [ve sonradan Atatürk soyadını alan Mustafa Kemal'le hesaplaşacaklar. Kime karşı ne zaman alttan alacağını iyi bilen, Erzurum'dan Padişah'a "Kulları Mustafa Kemal" imzasıyla telgraf çeken, işi düştüğünde Çerkez Ethem'in karşısında alabildiğine uysallaşan Mustafa Kemal de geri adım atıyor.]. 

(s. 154-6)

*

Devam edecek inşaallah.


SELANİKLİ MUSTAFA ATATÜRK’ÜN OSMANLI DEVLETİ’NE "AÇIK" İHANETİ

  UĞUR MUMCU'NUN DİLİNDEN KARABEKİR-ATATÜRK KAVGASI – 39   Bir önceki bölümde, Selanikli’nin, (Tevfik Paşa kabinesinin güvenoyu almasın...