“Güç
yozlaştırır, mutlak güç mutlaka (mutlaken, mutlak biçimde) yozlaştırır.” (
Lord Acton’a ait olan
bu sözü çok kimse bilir.
İnsanlara fazla güç vermeye gelmez, hele mutlak (kayıt ve şart getirilmemiş) güç
vermeye hiç gelmez.
Güç, mutlaka sınırlandırılmalıdır.
Peki, kim sınırlandıracaktır?
Neyin sınır olacağına kim karar verecektir?
*
“Egemenlik
kayıtsız şartsız milletindir” diyerek mutlak gücü (Ki mutlak güç,
kayıtsız şartsız güçtür) millete verdiğinizde milletin kendisi yozlaşmayacak
mıdır?
Lord Acton’un formülüne göre mutlaka yozlaşacaktır.
Zaten yoz değilse tabiî..
Ancak, meşhur hukukçu Duguit’nin
millet iradesi hakkında söyledikleri dikkate alınırsa, aslında bu adı var kendi yok iradenin, milleti temsil etme palavrasıyla ortaya çıkma şansına sahip olmuş bireylerin
mutlak gücü için bir kamuflaj, paravana ya da meşrulaştırma aracı işlevi gördüğünü kabul etmek gerekir.
Gücü bir şekilde (hile ya da zor ile, yahut hem hile hem
de zorla) ele geçiren bir kimse, önce kendisini millet iradesinin sözcüsü ilan
edebilir, sonra da kendi
bendelerini göstermelik seçimlerle milletin temsilcisi yapabilir, ve bu
sözde millet temsilcileri de onu tekrar millet adına yetkili hale getirebilirler.
*
Atatürk, kendisini siyaset icabı takiyye yapmak zorunda hissetmeyip açık konuştuğu zamanlardan birinde aynen şunu demiştir:
“Hakimiyet (egemenlik) ve saltanat
(sulta) hiç kimse tarafından hiç kimseye ilim icabıdır diye müzakereyle (görüş
alışverişiyle, fikir teatisiyle), münakaşa (tartışma) ile verilmez. Hakimiyet,
saltanat; kuvvetle, kudretle ve zorla alınır.”
Atatürk saçmalamış diyenler çıkabilir, fakat ben öyle
demiyorum.
Demek ki Atatürk’e göre hayatta en hakiki mürşit ilim değil, kuvvet, kudret ve zormuş.
Demek ki, egemenliği
kimse millete ilim icabıdır, hukuk gereğidir, "demokrasinin cumhuriyetin faziletine katkısıdır" diye vermezmiş.
Demek ki, hakimiyet milletin değilmiş, kuvvet, kudret
ve zorla alıp da kaçanınmış.
Atatürk kuvvet, kudret ve zor’a hileyi de eklese "eyiymiş", fakat nasılsa aklına gelmemiş.
Ya da bilerek söylememiştir.
*
Atatürk, önceleri işi hile ile götürürken, bu konuşmasıyla zor’a başvurmuş, kişisel
hakimiyet arzusunu onaylamayanları “İhtimal
bazı kafalar kesilecektir” diyerek tehdit etmişti.
Ne için?
Sözde milletin hakimiyeti için!
İşte bu da, işin hile yanıydı, zor’a eşlik eden hile..
Çünkü, tehdit ettiği kişiler milletvekilleriydi,
millet iradesini temsil ediyorlardı.
O milletvekillerini tehdit etmek, millet hakimiyetini
tanımamaktı.
Diktatörlüktü.
Ki bunu, Atatürk’ün baş dalkavuklarından Falih Rıfkı
Atay bile Çankaya'sında itiraf etmektedir.
*
Evet, şahıslara fazla güç vermeye gelmez.
Millet iradesi masalıyla kendi diktatörlüklerini ya da oligarşik
hakimiyetlerini tesis edebilirler.
Millet bir diktatörden kurtuldum derken diğerinin
eline düşebilir.
Yöneticilerin sözde millet adına yasa yaptıkları her
yerde kanunlar ve hukuk, nalıncı keseri gibi güç sahiplerine hizmet etmeye
başlar.
Millet de, “Ne yapalım, bu yapılanlarda hukuken yanlış bir
şey yok, herşey kitabına uydurulmuş” demek zorunda kalır.
*
Ancak kişilerin el uzatamadıkları sabit (insan eliyle değiştirilemeyen) bir “adil yasalar manzumesi” bulunduğu zaman insanlar, pozitif (mevcut olan) hukuku, o ideal (olması gereken) hukuk ile karşılaştırma ve sorgulama imkânına kavuşurlar.
(Bu yüzden, hukuk felsefesi üzerinde kafa yoranlar adalet nosyonunu temel alarak bir "tabiî/doğal hukuk" düşüncesi geliştirmişlerdir. Ancak içeriği belirsizdir, bir heyuladır. Tek sevabı, pozitif hukuku sorgulamayı sağlayan felsefî bir zemin oluşturmasıdır.)
İşte o, insanların değiştiremeyecekleri hukuk düzeni
ilahî yasalardır, İslam Şeriatı’dır.
O yüzden, bu laik devlette bile, en laik kafalı adam
bile, mevcut yasalar adına iktidarı veya muhalefeti eleştirmekle yetinmiyor, “Siz haram yiyorsunuz, kul hakkına giriyorsunuz” filan diyerek
(adını söylemeden) Şeriat’e atıfta bulunmak zorunda kalıyor.
*
Yazıya Lord Acton’un sözüyle başlamıştık.
Onun, (hareket noktası ve fikirlerinin özü itibariyle) İslam dünyasındaki Şeriatçılarla (İslamcılarla) paralel bir noktada durduğu görülüyor.
Şu söz ona ait:
Bizim itaat etmek zorunda olduğumuz,
bütün sivil otoritelerin etkisini azaltmakla ve bütün dünyevî çıkarlardan
fedakârlık etmekle yükümlü olduğumuz şey, Tanrı’nın, bizzat kendisi kadar ebedî ve mükemmel olup zatî
mahiyetinden kaynaklanan ve (yaratıcısı olması itibariyle)
bütün uluslar, dünya ve gök üzerinde hükmünü yürüten değişmez kanunlarıdır.
That which we must obey, that to
which we are bound to reduce all civil authorities, and to sacrifice every
earthly interest, is that immutable law which is perfect and eternal as God
Himself, which proceeds from His nature, and reigns over heaven and earth and
over all the nations.
Yine şu söz de Lord Acton’a ait (Özgürlük Yazıları, derleyen: Coşkun Can Aktan ve İ. Yaşar Vural, İstanbul: Çizgi Kitabevi, 2003):
“Hiç kimsenin halkın üzerinde güce
sahip olamayacağı şeklindeki demokratik ilke, hiç kimsenin onun gücünü
engelleyemeyeceği ya da onun gücünden yakasını kurtaramayacağı şeklinde
anlaşılmaktadır. Halkın istemediği şeyleri yapmaya zorlanamayacağı şeklindeki demokratik
ilke onun beğenmediği şeylerin hoşgörüyü gerektirmediği şeklinde
anlaşılmaktadır. Herkesin mümkün olduğu kadar payandalardan kurtulmuş özgür
bireyler olması şeklindeki demokratik ilke, bir araya gelmiş insanların özgür
iradesini hiçbir şeyin zincirleyemeyeceği şeklinde
anlaşılmaktadır. Dinî hoşgörü, yargı bağımsızlığı,
merkezîleşmeden korkma, kamu müdahalesinden korkma gibi öğeler, devletin merkezî güçlerinin eline geçtiği zaman, birer garanti
olmak yerine özgürlüğün önünde engel teşkil etmektedirler. Demokrasi, yukarıdaki otorite
olmaksızın, yalnızca üstün olma iddiasında
değildir; mutlaktır da ve aşağıdaki
özgürlükler olmaksızın, bir vasi olmak yerine, kendi kendisinin efendisi olmak
iddiasındadır. Dünyadaki eski egemenler; dalkavuk ve hilekâr
olan, ancak, kendilerine karşı direnmenin mümkün olmadığı ve hem Sezar’a hem de
TANRI’YA AİT OLAN ŞEYLERİN KENDİLERİNE VERİLDİĞİ yeni egemenlerle yer
değiştirdiler. Kanunları yalnızca üst sınıflarca yapılan
toplum, fakirler için en iyi şeyin hiç doğmamak olduğunu, bundan sonraki en iyi
ikinci şeyin ise çocukken ölmek olduğunu ya da yoksulluk, suç ve acı içinde
yaşamak olduğunu ilan etmektedir. Demokrasinin yaygınlık arz eden kötü
yönlerinden birisi çoğunluğun tiranlığıdır ya da daima çoğunluğun değil, güç veya
hile ile seçimlerde başarı gösteren partinin tiranlığıdır.”