DİNİ AHLÂKÇI VAAZA İNDİRGEYEN TARİHSELCİ GÜNCELLEMECİLİK VE "YOKSULLAR İÇİN DİN"





Bir önceki yazıda, bir hristiyan Alman ilahiyatçının, Prof. Felix Körner'in, Ankara İlahiyat'ın müslüman zannedilen Ömer Özsoy adlı profesörünün Kur'an hakkındaki küfür olan hezeyanlarına verdiği cevabı aktarmıştık.

Körner şöyle itiraz etmişti:

Özsoy’un … çalışması [sunduğu tebliğ][kutsal] kitabı olan ilâhî [semavî] bir dinin tefsiri [yorumu] olmaktan çıktı. … 

Çalışması, [müslüman ya da gayrimüslim, Allah’a inanan ya da ateist farketmeksizin] herkesin kabul edebileceği, tarihsel açıdan allanıp pullanmış ahlâkî [içerikten yoksun, lafta kalan] normlardan ibaret. 

Yani Kur’ân [hukukî düzenlemeler getirip hayatı düzenleyen bir Tanrı buyruğu olmaktan çıkmış, hukukî emir ve yaptırım içermeyen] bir ahlâk kitabına indirgenmiş. 

[Bu türden] Dışarıdan gelen her reform [dini güncelleyip yeniden biçimlendirme] girişimi, aslında Kur’ân’ın kendisinde var olan ıslahatçı potansiyeli yok etmektedir [İnsanları ıslah eden bir kitap olmaktan çıkıp, insanların ıslah ettiği bir kitaba dönüşmektedir].

*

Böyle yapan bir tek Ömer Özsoy olsa..

Şu anda İlahiyatlar bu tür herzevekillerle dolu..

Artistlik meraklısı aptal gevezelerle..

Bunlar, laik (siyasal dinsiz) rejimin derin kurumlarının desteğini arkalarına almış durumdalar..

O kurumların işgüzârları, "din istismarı"nın tümden laik devletin tekeline verilmesi ve İslam'ın Atatürkçülükle uyumlu hale gelecek şekilde güncellenmesi için çaba sarfediyorlar.

Din istismarının tümden laik devletin tekeline verilebilmesi için de İslam'ın istimlak edilip kamulaştırılmasına, devletleştirilip millileştirilmesine ihtiyaç var.

Ancak İslam, inananları sadece Türkiye'de bulunan bir din değil.. İslam aynı zamanda Afganistan'da, Arabistan'da, Mısır'da, Malezya'da, Pakistan'da, Somali'de..

Dolayısıyla İslam'a el koymak devletin boyunu aşıyor.

Mesela devlet, "Shell'e el koydum" diyerek Türkiye'deki Shell bayilerini kamulaştırabilir de, yurtdışı, buzdağının su altındaki kısmı ne olacak?

İşte burada yerli milli bir komedi filmi devreye giriyor.

Birileri "Asıl Shell bizim Shell'imiz, güncellenmiş Shell.. Geriye kalanı tarihsel, tarihte kalmış arkaik bir şirket, hükmü ve geçerliliği yok, Türkiye'ye artık ayak basamadığına göre evrenselliğinden de söz edilemez" diyerek milleti aldatmaya çalıştığında buna kim inanır?

Kimlerin inanacağı belli: Bu yalana inanmış görünerek kurulu menfaat düzenlerini sürdürmek isteyen "düzen"baz tufeyliler taifesi..

*

İşte Türkiye'de olan bu..

Derin düzenbazlık, gerçek İslam'ın "tarihsel İslam" yaftası altında hükümsüz ve geçersiz ilan edilmesini istiyor.

Güncel, güncellenmiş İslam ise bunların istimlak edip kamulaştırabildikleri, devletleştirip millileştirebildikleri Türkiye sınırları içindeki bir arazi parçası oluyor.

Gerçi ellerini Mısır'a, Tunus'a, hatta Afganistan'a uzatmayı da ihmal etmiyorlar, fakat, yerli milli Türkler'e yapılan Türk müslümanlığı propagandası, anlatılan "muhteşem kral Türk müslümanlığı kostümünün ancak zihniyetçe Türkleşmeyi kabul eden zekiler tarafından görülebildiği" masalı oralarda dinleyici bulamıyor.

"Aslansın, kaplansın, dünya liderisin, beklenmeden gelmiş bir tür Mehdi'sin, hatta tek Mehdi'sin" diyerek gaza getirdikleri Erdoğan vasıtasıyla Mısır ve Tunus'un bile müslümanlığını güncellemeyi, yani oraları da Atatürk'lerinin istediği şekilde laik (siyasal dinsiz) hale getirmeyi denediler fakat ellerindeki buz kalıpları Mısır'ın sıcağında eridi, su bile değil, buhar olup kayboldu.

Elleri böğürlerinde kaldı..

Şu sıralarda ise yerli milli güncellenmiş İslam'larını özellikle Afganistan'a ihraç etmeyi deniyorlar, fakat dünyanın beşli çetesine karşı "Dünya beşten büyüktür" diyerek salt edebiyat düzeyinde tepki göstermekle "devrimcilik" yaptığını zanneden, dış politikasıyla ise "Dünya evet beşten büyüktür, fakat o büyük dünyadaki en büyükler sizsiniz" diye ayrı makamdan gazel okuyanların aksine, "Bizim için sizin beşiniz de, onunuz da, dünyanız da büyük değildir, ne dünyanız büyük, ne de siz.." diyen Afgan mücahidlerinin, Türkiye'nin yaşarken mücahid olamayan fakat ölünce nasıl oluyorsa hemen en hakiki şehit haline gelebilen güncellenmişlerini umursamaları mümkün değil.

Eşyanın tabiatına, hayatın olağan akışına aykırı.

*

Evet Türkiye'nin derin düzenbazlarının istedikleri müslüman tipi işte bu Ömer Özsoy gibi Kur'an'ın ancak (laik düzenbazlığın izin verdiği) onda birine zoraki inanmaya razı tip. 

O onda bire de dünyada itiraz edecek kimse bulmak mümkün değil zaten..

Mesela bir müslüman da Marx'ın yazdıklarının onda birine, hatta onda altısına itiraz etmeyebilir.. 

Dünyada her sözü yanlış olan kim var?! Mesela Atatürk'ün her sözü yanlış mıdır?.. Değildir, söylediklerinin sadece onda biri değil, belki onda beşi doğrudur.

Firavun'un, Ebu Cehil'in her lafı yanlış mıydı?!

Her söylediğin yanlış olarak hayatı sürdürmen mümkün müdür?!

İmdi, Kur'an'ın onda birini ancak kabul edebilen bir kafasızlığa müslümanlık adı verebilmesi için insanın IQ'sunun ya bir maymununki kadar düşük ya da İblis'inki kadar yüksek olması gerekiyor.

Evet, derin düzenbazlığın istediği tip, Kur'an'ın onda dokuzunun tarihsel (tarihte kalmış, devri geçmiş) olduğunu söyleyecek, geriye kalan onda birine de "Eh, hadi bunlar kalsın bari" diye onay vermeye istikrah ederek tenezzül edecek tip..

Bu onda birlik kısım, kamulaştırılıp devletleştirilmiş din istismarı için gerekli.

Mesela, birilerinin, arkadaşları ölünce (onların mutlak biçimde, kayıt ve şart söz konusu olmaksızın) şehit olduğuna ve Cennet'i hak ettiğine inanmaya ihtiyaçları var. 

Ayrıca, vatandaşların "İslam ahlâkı" ayağından güdülmesi ve sağılmaya hazır davar sürüsü haline getirilmesi fırsatı, kaçırılabilecek bir avantaj değil.

*

Rejimin derin adamlarının yola getirip kullandıkları kesim sadece tarihselci ilahiyatçılar mı?

Tarikatları, cemaatleri filan da büyük ölçüde hizaya getirmiş durumdalar..

Kimisi Atatürkçülük/Kemalistlik yapıyor, kimisi evrim teorisini İslam akaidinin bir parçası haline getirmeye çalışıyor, kimisi de (esas itibariyle Türkler'in cahiliye dönemine ait bir totem olan) boz kurtun amigoluğuna soyunuyor.

Hizaya gelmeyenlerin neler yaşadıklarını ise bilenler biliyor.

*

Felix Körner'in dikkat çektiği "dini (herkesin kabul edeceği türden, yani laik, dinler arasında tarafsız) ahlâka indirgeyip" katletme olayı yeni değil..

En az 150 yıllık bir geçmişi var.

Buna, (bazı kitapları Türkçe'ye de tercüme edilmiş olan) büyük âlim Tehanevî de (ö. 1943) dikkat çekiyor.

100 yıl öncesinden..

Ancak, dikkat çektiği bir husus daha var: Dini ahlâkî öğütlere indirgeyenler, ahlâkı da kendi haline bırakmamış, onu da güncellemişler

Güncellemekteler.

Bu güncellemeyle ahlâkın içi de boşaltılmış durumda.

Sadece boşaltılsa iyi, ayrıca içi kısmen ahlâksızlıkla doldurulmuş.

Şairin "Bir hayata çattık ki, hayata kurmuş pusu" dediği gibi, öyle bir ahlâk ki, ahlâkın mezarını kazıyor, canına okuyor.

*

Evet, Allame Eşref Ali et-Tehanevî (Tanevî) (1863-1943), el-İntibâhâtü'l-Müfîde ani'l-İştibâhâti'l-Cedîde adıyla yayınlanmış konferansında bu noktaya da değiniyor.

Tercümesi Guraba Mecmuası tarafından yayınlanmış olan bu konferansında şöyle diyor:

Burda bir başka mefsedet [bozukluk, bozgunculuk] daha vardır .... O da, ahlâkî fazîletlerin bazısını rezillik, rezilliklerden bazılarını da fazîlet diye isimlendirmek sûretiyle kimi üstün ahlâkî hasletleri rezilliklerle karıştırmalarıdır.

Gerçekte rezillik olmasına rağmen fazîlet diye isimlendirdiklerinden birtakımları; ilerleme, gelişme ve kalkınma diye tabîr ettikleridir ki, o da gerçekte mal ve makam husûsundaki hırstır.

Yani hırs ve tutkularına, nefsanî arzularına, zevk ü sefa düşkünlüklerine, mal ve servet biriktirip başka birey ve toplumlara karşı üstünlük taslamaya, dünyaperestliğe, israf ve tüketim tutkusuna ilerleme ve kalkınma adını vermektedirler.

Merhum, sözlerini şöyle sürdürüyor:

Onlardan birisi de gerçekte kibir ve böbürlenme olmasına rağmen şeref (onur) ve izzet (itibar) diye isimlendirdikleri şeydir.

Bunun uç örneğini, LGBT'cilerin, Lut kavminin hayvanların bile tiksineceği tarihsel sapıklığının propagandasını yapmak için yaptıkları yürüyüşlere "onur yürüyüşü" adını vermesi şarlatanlığı oluşturuyor.

Allame'nin sözlerine dönelim:

Birisi de millî dayanışmadır [millî birlik ve beraberlik, vatanseverlik, yerlilik ve millîlik, devletine sahip çıkmadır] ki, bu gerçekte hak ile bâtılın arasını ayırmayan ırk asabiyetidir.

Evet, ırkçılığın adını millî dayanışma koymuş bulunuyorlar.

Bu kafadaki adamlar için devlet ha İslam devleti olmuş, ha küfür devleti, hiç de önemli değildir; bu, kaale alınması gerekmeyen bir ayrıntıdır.

Önemli olan devletleridir. Devletleri isterse küfre hizmet eder, isterse İslam'a, hepsine razıdırlar.

Millî dayanışma, birlik ve beraberlik dedikleri şey esas itibariyle küfür ve zulümde dayanışma olsa da önemli değildir. Yeter ki dayanışma olsun..

Allame et-Tehanevî  şunları da söylüyor:

Biri de siyâsî hikmet dedikleridir ki, o da hakîkatte [hak ile batılı] karıştırma ve [insanları “siyaset gereği” hurafesi ile] aldatmadır.

Biri de zamana uymaktır (çağı yakalamak, muasır medeniyet seviyesine çıkmak, yaşadığı zamanın farkında olmaktır) ki, o da hakîkatte münâfıklıktır.

Bu tür çarpıtmalar çoktur.

Hakîkatte fazîlet olmasına rağmen rezillik (çağdışılık, yobazlık, geri kafalılık, köylülük vs.) diye isimlendirdiklerinden birtakımlarına gelince:

Kanaatkârlık: Onu âcizlik ve gayret noksanlığı diye isimlendirmektedirler.

(Çalışmayı terk etmeksizin) tevekkül ve işi Allah’a havale etmek [tefvîz]; Bunu tembellik ve tedbirsizlik diye isimlendirmektedirler.

Birisi din hamiyyeti ve dindeki muhkemliktir (sağlamlık, tavizsizliktir) ki; onu şiddetli taassub (aşırılık, uzlaşmazlık vs.] diye isimlendirmektedirler.

Bir tanesi de giyim kuşamda sadelik ve tevâzudur ki; onu horluk ve zelîllik (derbederlik) diye tabîr etmektedirler.

Bir tanesi de tevâzudur ki, onu alçalma ve düşüklük olarak isimlendirmektedirler.

Onlardan bir tanesi de takvâdır ki; onu kuruntu ve vesvese (lüzumsuz hassasiyet) diye isimlendirmektedirler.

Bir tanesi de (dünyaperest) gafillerle beraber olmaktan uzak durmaktır ki; "O bir vahşîliktir (asosyalliktir, ülfet edememedir vs.)" demektedirler.

Başka bazı rezillikler de adı değiştirilmeden benimsenmiş durumdadır.

Mesela sû-i zanndan, zulümden kaçınılmaması [Acırsanız acınacak hale düşersinizmevzubahis olan vatansa (vatan adını verdiğimiz menfaatlerse) gerisi (hak, hukuk, adalet) teferruattır mottolarına yapışmak gibi].. 

Yoksulların hukukuna aldırış etmeyip onlara katı davranmak.. [Devletin, fakire yapılan bir bağış değil, bilakis onun vazgeçilmez/güncellenemez hakkı olan zekât kurumunu çalıştırmaması, teşvik adı altında zengini daha zengin yaparken fakiri sosyal yardım adı altında kırıntı kabilinden dilenci parasıyla oyalaması, fakirlerin kurnaz "resmî yerli milli din istismarı"yla vicdanlı vatandaşların dinî duyarlılığına havale edilmesi, sonra da utanmazca "Bin 400 yıl öncesinin geri kanunlarıyla değil, çağdaş devlet anlayışıyla yönetiliyoruz" denilerek, İblis'in bile "Ben bile bu kadarını başaramazdım" diyerek gıptayla dinlediği aşağılık masallar anlatılması..] 

*

Söz yoksulların hukukuna ve zekâta gelmişken şunu da belirtelim, zekât meselesi günümüzün sosyal bilimler sınıflandırmasında "sosyal siyaset"in (social policy) alanına girmektedir. (Ankara'dan esen sert bir rüzgârın etkisiyle kısa sürede biten üniversite hocalığım döneminde bu dersi de okutmuştum.)

Bu alanı çalışma ekonomisi adı altında inceleme konusu yapanlar da mevcuttur.

Batı'daki vahşi kapitalizmin yoksulları ezip sömürmesinin komünizm gibi muhalif ideolojilerin doğmasına ve devrim hareketlerinin patlak vermesine yol açtığı bilinen birşey.

Acı tecrübeler sonucu şu anlaşıldı ki, eğer rahat etmek istiyorlarsa, zenginlerin, refahı toplumla paylaşmaya razı olmaları gerekiyor.

İkincisi, kapitalizmin çarklarının dönmesi, insanların alım gücünün bulunmasına bağlı, bu da onlarla bir gelir paylaşımı yapılmasını gerektiriyor. 

Bütün para kapitalistin elinde olup kimsede para kalmadığında kapitalist de müşteri bulamaz ve batar.

Böylece Batı'da sosyal devlet anlayışı ve sosyal demokrasi düşüncesi ortaya çıktı.

*

Ancak, kurdukları sosyal devlet modeli bu defa başka arazlara yol açtı, ve 1980'lerden itibaren (mesela Almanya ve İngiltere'de) ekonominin batmaması için tam aksi yönde bazı düzenlemeler yapmak zorunda kaldılar.  

İnsan aklının bu hususta bir denge noktasını bulması mümkün de değil; bir oraya bir buraya savrulup gidecektir. 

Biz müslümanların ise şöyle bir avantajı var: Allahu Teala kesin çözümü önümüze hazır olarak koymuş bulunuyor: Zekât..

İmdi, bir insan ne kadar iyi analiz yapıyor olursa olsun, her tür veriyi dikkate almayı başaramıyor ve denklemdeki parametre ya da değişkenler çoğaldıkça analiz yapmak ve bir sonuca varmak da zorlaşıyor.

İnsan kafası kuantum bilgisayarı gibi çalışmıyor.

Fakat, kafamızı kullanıp, bu kâinatı kuantum bilgisayarlarının icat edilmesine imkân verecek şekilde yaratmış olan Allahu Teala'nın verdiği reçeteyi uygulayabilir ve boşuna zahmet çekip yorulmaktan kurtulabiliriz.

*

İnsanoğlu ne kadar uğraşırsa uğraşsın, bu sorunlar için, Allahu Teala'nın zekât emrini uygulama dışında kesin, yeterli, istikrarlı ve güncelleme zorunluluğuna yol açmayan bir çözüm bulamayacaktır. 

 Zekât kurumu işletildiğinde sorun otomatik olarak çözülmüş olur. Çünkü reçete, herşeyi eksiksiz bilen Allahu Teala'nın reçetesi. Ahmet’in, Mehmet’in değil..

Nitekim Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem, bir hadîsinde, zekât kurumunun işletildiği bir toplumda fakr u zarurete düşerek perişan olup sürünen insan kalmayacağını bildiriyor ve şunu haber veriyor: Aksi yaşanacak olsa Allahu Teala zenginlere mutlaka başka mükellefiyet yüklerdi.

*

Kişisel dindarlığın temeli/direği namaz, toplumun selametinin direği/temeli de zekâttır.

Namaz olmadığında insan Allahu Teala'yı da, kendisini de, ahireti de unutur. "İnsanlık" ayarları bozulur.

Zekât olmadığında ise toplumda huzur kalmaz.. Yoksulluk çaresiz insanları hırsızlığa da, gayrimeşru yollara da, yolsuzluğa da, eşkıyalığa da, fuhşa da sürükleyebilir.

Sonra toplum (devlet), bu suçlarla mücadele için dünyanın parasını harcar, dünya kadar adam çalıştırır, mesai yapar, fakat başedemez. Sorun kronikleşir ve toplum (toplumla birlikte devlet) çöküşe doğru gider.

*

Faizci sistem ekonomiyi darboğaza sokarken, zekât sağlıklı çalışmasının önünü açar.

Çünkü zekât, yoksul insanlara verildiği için, o insanlar ellerine geçen parayı hemen harcama, en temel ihtiyaçlarını karşılama durumundadırlar.

Bu da ekonominin çarklarının dönmesini, piyasanın canlı olmasını sağlar.

Verdiği zekât, zenginin refahını etkilemez. Onu zora ve sıkıntıya sokmaz. Yaşam standardında gerilemeye yol açmaz.

Buna karşılık, zekâtla eli genişleyen fakirlerin harcamalarından onlar da fayda görür, ürünlerine müşteri bulurlar. Zenginlikleri artar, bereketlenir.

Bu arada devlet de kazanır, vergi geliri artar.

Buna karşılık faiz ve "zengine teşvikçi" kredi sistemi sermayenin az sayıdaki zenginin elinde toplanmasına neden olur. 

Ve onların elinde biriken servet (zaten tüketebildiklerini tüketmekte oldukları için) piyasaya dönmez. 

Onların fazladan alıp tüketecekleri birşey zaten kalmamıştır. (Türkiye örneğinde olduğu gibi para yurtdışına kaçırılır.)

Hülasa, zekât, sağlıklı bir ekonominin sigortasıdır. 

Müslümanların ülkesinde işi sadece yoksullarla ilgilenmek olan müstakil bir zekât bakanlığı bulunmalıdır.

Türkiye'nin en ciddi eksikliği budur.. Yoksullarla ilgilenme işini devlet İHH, Deniz Feneri vs. gibi derneklere bırakamaz.

Namaz ve hac işini Diyanet organize ediyor, fakat zekât işi boşta.. (İslam'ın şartlarından geriye kalan kelime-i şehadetin söylenmesi ile orucun tutulması bir kurumun varlığını zaten gerektirmiyor.)

(Zekâtın yasal bir zorunluluk yapılmasına zengin "laik müslüman"lar itiraz edecek, sanki bir tek kendileri çalışıyormuş, insanları emirleri altında tepe tepe çalıştırmıyorlarmış gibi, "Biz çalışacağız fakirler yiyecek öyle mi, olmaz" diye itiraz edeceklerdir. Fakir "laik müslüman"ları da, "Bunlar devleti şeriat devleti yapıyorlar" diyerek kışkırtıp kullanacaklardır.)

*

Yeri gelmişken bir hususa daha değinelim..

Erdoğan'ın faiz konusunda nasstan, yani güncellenmesi ve farklı yorumlanması mümkün olmayan Kur'an hükmünden bahsettiğini hepimiz biliyoruz.

Ancak bu noktada, samimiyetinin sorgulanmasına yol açan bir değil birkaç tutarsızlık sergiliyor.

Birincisi, faiz yasağı faiz oranlarının yüksek ya da düşük olması meselesi değil.. Faizin azı da çoğu da faizdir.

İkincisi, laik (dinler arasında tarafsız) bir devletin Şeriat'in hükmünü dikkate alması gerektiğini düşünüyorsan, Mısır ve Tunus'a gidip Şeriat’e karşı laiklik tavsiye etmeyeceksin.

Üçüncü bir husus da şu..

Eğer samimiyetle faiz karşıtlığı yapıyorsan sorun yok, fakat perde arkasındaki maksadın, yüksek faiz oranından yandaşın ve yoldaşın olan birtakım zenginlerin olumsuz etkilenmesinin önüne geçmekse, dini kendi yandaşların için istismar etmiş olursun. (Bunu biz bilemeyiz, Allahu Teala bilir, onun için şartlı konuşuyor, 'eğer' diyoruz, fakat söylemleri arasındaki çelişki ve tutarsızlıklar bu ihtimalin akla gelmesine yol açmaktadır.)

 

SELANİKLİ MUSTAFA ATATÜRK’ÜN OSMANLI DEVLETİ’NE "AÇIK" İHANETİ

  UĞUR MUMCU'NUN DİLİNDEN KARABEKİR-ATATÜRK KAVGASI – 39   Bir önceki bölümde, Selanikli’nin, (Tevfik Paşa kabinesinin güvenoyu almasın...