Farzedelim ki Rousseau’nun (çoğunlukçu
demokrasi anlayışına temel olan) "genel irade veya millî
irade olarak adlandırılan çoğunluk iradesinin daima
kamu iyiliğini sağlayacağı, çünkü çoğunluğun çıkarlarıyla toplumun genel
çıkarlarının hiçbir zaman çatışamayacağı" varsayımı doğru.
Yani millet iradesinin (Rousseau’nun dediği
gibi) yanılmaz nitelikte olduğunu varsayalım.
Pratikte bu, sadece ve sadece, milletin
seçimlerde tam da doğru kişileri temsilci ya da vekil (millet vekili)
olarak seçmeleri anlamına gelir.
Çünkü millet iradesi denilen nesnenin demokrasilerdeki fiilî
tezahürü bundan ibarettir.
Buna göre, mesela Türkiye’de millet CHP’li milletvekili Mustafa
Sarıgül’ü, eski genel başkan Deniz Baykal’ı, MHP’nin şu kasetler
yüzünden geçmişte istifa etmek zorunda kalan ekabirini seçmekle “kamu iyiliği”
için en doğru olanı yapmıştır.
Evet, demokrasi düşüncesinin (demokrasizm
ideolojisinin) gerisinde (Mustafa Sarıgül’ün korumasına yakışan türden) bir
naiflik yer alıyor.
Akıl ve mantık sahibi bir insanın demokrat
olması, Rousseau nursuzunun palavrasına inanması mümkün değildir.
*
Çoğulcu demokrasi
anlayışı, demokrasiyi mutlak ve sınırsız bir çoğunluk yönetimi
olarak kabul etmemesi itibariyle çoğunlukçu demokrasi düşüncesine
göre biraz daha makul gibi görünmekte ise de, o da sadra şifa ve matah birşey
değildir.
Çünkü, toplum içindeki çeşitli grupların
varlığını ve bunlar arasındaki fikir ayrılıklarını, özgür tartışma ve
pazarlıkları kamu iyiliği için gerekli gören,
bunun için çoğunluk iradesini sınırlayıcı tedbirler ve kurumlar
getiren çoğulcu demokrasi anlayışı da çifte standart içeriyor ve bazen “kamu
iyiliği”ne kapıyı kapatabiliyor.
Mesela birçok ülkede birileri, demokrasiye
aykırı olması gerekçesiyle Şeriat’in uygulanmasına karşı
çıkabilmektedir. (Ki Şeriat, Allahu Teala’nın vahyine dayanmasından dolayı
mutlak iyiliktir.. Kamu iyiliğinin ta kendisidir.)
Yani Rousseau’nun asla şüpheye düşmeyen
müminleri olan bu demokrasi havarilerine göre, yanılmaz olan halk, yanılabilir
olan Allahu Teala’nın emir ve yasaklarını “takmama” hakkına sahiptir.
*
Ancak demokratlar, halka izafe edilen bu yanılmazlık
vasfı konusunda da tutarsız ve çelişkili davranmakta, demokrasi oyununda
Şeriat talebine (yasal sınırlamalar ve yasaklar getirmek suretiyle) kapıyı
kapatmaktadırlar.
Oysa, onlara göre yanılmaz olan halkın, bu yanılmazlığının bir sonucu olarak, yine onlara göre yanlış olan Şeriat’i benimsememeleri gerekir.. Dolayısıyla böylesi yasal sınırlamalar ve yasaklar getirmeye de gerek bulunmamaktadır.. Yanılmaz olan halk, yanlış olan Şeriat’i zaten benimsemeyecektir.
Ancak, demokrasi şarlatanlığında işler öyle
yürümüyor.. Şeriat’in savunulmasına siyaset sahasında müsaade edilmiyor..
(Türkiye gibi ülkelerde bu, camilerde bile
öyle.. Türkiye’de bir sürü kişi Şeriat’e hakaret ettiği halde Diyanet kurumu
buna karşı halkı uyarmamakta ve aydınlatmamaktadır.. Camide bile durum böyle
olunca siyaset arenasında vaziyetin nasıl olacağı tahmin edilebilir.. Yalancı demokrasi,
yalan düşünce ve inanç hürriyeti..)
*
Güya çoğulcu demokrasilerde, kamuoyu serbestçe
oluşmakta, farklı gruplar ve fikirler hür bir şekilde kendisini
gösterebilmekte, böylece millet iradesi özgür olarak belirmektedir.
Gerçekte ise, milletin tercihlerine daha baştan
sınırlamalar getirilmektedir.
Belirli görüş sahiplerinin (bahusus Şeriat
yanlılarının) teşkilatlanmasına ve partileşmesine izin verilmemektedir..
(Şeriat müdafaasını itibarsızlaştırmak için prefabrik Aczimendeburi tarikatı
gibi ucubelerin derin imalathanelerde üretilip piyasaya sürülmesi durumu ayrı.)
Böylesi farklı görüş sahipleri ancak takiyye yaparak,
olduklarından farklı görünerek örgütlenebilmekte ve vatandaşlık hakarını
kullanabilmekte, böylece şahsiyetlerinin ölmesi sağlanmaktadır.
Kişiliklerinin yeterince ölmediği ve fazla
güçlendikleri düşünüldüğünde de çoğulcu demokrasinin yüzündeki maske bir tarafa
atılmakta, bu tür partiler kapatılmaktadır.
*
Türkiye 28 Şubat sürecinde bunu yaşadı.
Erbakan’ın başında bulunduğu Refah Partisi kapatıldı (Ve bu arada Aczimendeburi soytarıların rezillikleri de Refah’ın sırtına yüklendi).
Daha sonra kurulan Fazilet Partisi’nin kapısına da, Refah’ın devamı olma gerekçesiyle kilit vuruldu.
Saadet Partisi de Refah’ın devamı olduğu için kapatılabilirdi, fakat o arada bir başka “devam” partisi daha kurulmuştu: AK Parti.
Refah’ın tabanının AK Parti’ye kayacağı,
Saadet’in, gözardı edilebilecek şekilde güdük kalacağı anlaşılmıştı.
AK Parti, Fazilet’in aksine makbuldü, çünkü bedenen/cismen
Refah’ın devamı olmakla birlikte ruh ve zihniyet olarak devamı değildi.
Resmî ideolojiye ve onun küresel
ağababalarının egemenliğine iman ettiğini deklare etmiş durumdaydı.
*
Bazılarının (özellikle de Fetullahçı Takiyye Örgütü [FETÖ]
ile Mehmet Metiner tipi fırıldak AK Partililerin) demokrasinin İslam
açısından bir sakıncısının bulunmadığını savundukları biliniyor.
Şayet (Dört Halife dönemindeki uygulamadan
hareketle) İslâm ile demokrasi arasında bir paralellik bulunduğu kabul edilirse,
hilafetin 30 yıl süreceğini gösteren hadîs-i şerîfteki günümüze işaret eden
kaydın da hatırlanması gerekir.
Söz konusu hadîs-i şerîf, çağımızın, peygamberlik nuru
ışığında “cebâbire” (cebbarlar, zorbalar, despotlar) zamanı
olarak göründüğünü ortaya koymaktadır.
Zorbaların (Duverger'nin "seçimle gelen krallar"ının) seçimle gelmiş olmaları, ya da seçimle
gelmiş gibi görünmelerini sağlayacak mekanizmaların kurulmuş olması fazla
bir anlam ifade etmemektedir.
Şu soruya cevap aramak önem taşıyor:
Seçimlerde seçmek zorunda kaldıklarımızı gerçekten biz
mi seçiyoruz?
*
Demokrasi maskesi altında diktatörlük kurulması
sık rastlanan bir durumdur.
Prof. Mustafa Erdoğan’ın ifadesiyle, iktidarın
kaynağının halk veya millet olarak gösterilmesi, zannedildiğinin aksine,
devleti keyfî davranmaya itebilir:
“Halkın rıza ve onayının devlet iktidarını
meşrulaştırdığı kabul edilirse, halka dayanan bir iktidarın istediği
herşeyi yapması meşru gösterilebilir. Bu, çoğunluk diktatörlüğünün
haklı gösterilmesidir. Demokratik bir diktatörlüğün, böyle olmayana göre daha
tehlikeli olacağı bile söylenebilir. Çünkü demokratik niteliği onun eleştirilmesini
zorlaştırır.”
(Mustafa Erdoğan, Dersimiz Özgürlük, İstanbul 2001, s. 47-48.)
Nitekim, Fransız felsefeci Jean Baudrillard, demokrasinin insanların özgür
iradeleriyle seçtikleri bir şey olmaktan çıkıp “küresel bir emr”e
dönüştüğünü savunaktadır:
“Batı politikasının bugün insan haklarını,
‘farklı olan”a karşı bir silah gibi kullanması bir paradoks değil mi sizce? “Ya
bizim değerlerimizi paylaşırsınız ya da…’ hesabı. Demokrasi tehditle ve
şantajla getiriliyor. Böylece kendi kendini sabote ediyor. Özgürlükten
yana özerk bir karar değil artık söz konusu olan, global bir
emirle karşı karşıyayız. Globalleşme, eskiden sömürgecilikte olduğu gibi
olağanüstü bir şiddet üzerine kuruludur. Batı dünyası bundan çoğunlukla yarar
sağlasa bile, onun faydalanandan çok kurbanı var. Elbette ABD
prensipte her ülkeyi Afganistan gibi kurtarabilir. Ama bu ne
acayip bir kurtuluş olurdu, değil mi? Bu şekilde mutlu
edilenler buna kesinlikle direnecektir, gerekirse terörle.”
(Der Spiegel, 15
Ocak 2002’den aktaran www.ntvmsnbc.com/news/130583.asp.)
*
Kuşkusuz bu “demokrasi maskeli diktatörlük ve
tiranlık” tehlikesinin farkına yeni varılmıyor. De Tocqueville,
hürriyete yönelen tehdidin, evet, özgürlüğe yönelik tehdidin, demokrasilerde bir monarşiden (saltanattan) veya bir
aristokrasiden daha gerçek bir potansiyele
sahip olduğunu ileri sürmüştü. (Türkiye bunu yaşadı.. Selanikli Mustafa Atatürk'ün darağaçlı cumhuriyet istibdadı, Sultan Abdülhamid'in "istibdad"ına rahmet okuttu.)
De Tocqueville'e göre, bir kralın otoritesi tamamen maddîdir
(fizikîdir) ve tebaanın hareketlerini onun özel iradesini dize getirmeksizin
denetler; fakat halk çoğunluğunun tercihlerini millî irade sayan anlayış, aynı anda hem maddî, hem de ahlâkî/psikolojik bir iktidarı elde bulundurur;
insanların hareketleri üzerinde olduğu kadar onların iradeleri üzerinde de etkilidir ve sadece açıkça
muhalefet edenleri baskı altına almaz, aynı zamanda toplum genelinden farklı
olanları da baskı altında tutar.
Yani sadece muhalefete değil, farklılığa bile tahammülsüzlük söz konusudur.
De Tocqueville’e göre, demokratik despotizm daha yaygın ve daha yumuşak olacaktır; insanlara işkence etmeksizin onları alçaltacaktır. (William Ebenstein, Siyasi Felsefenin Büyük Düşünürleri,
çev. İsmet Özel, İstanbul 1996, s. 243.)
*
Benzer şekilde John Stuart Mill de, yönetim biçiminin tiranlıktan
halkın kendi kendini yönetmesine (demokrasiye) tekâmül etmesiyle hürriyet meselesinin çözüme kavuşmuş olduğu düşüncesinin bir
yanılsama olduğunu ileri sürmüştür.
De Tocqueville gibi o da bireyin sosyal tiranlığı (demokratik despotizmi) yaşayabileceğini düşünür, çünkü sosyal tiranlık “hayatın ayrıntılarına (yumuşak olmakla birlikte yaygın biçimde) nüfuz etmek ve ruhun kendisini köleleştirmekle (yani insanın "özel iradesini dize getirmek" suretiyle)” bireylere pek az kaçış yolu bırakır.
Ebenstein,
Mill’in şu sözlerini aktarıyor:
“ ‘Biri hariç, bütün insanlık aynı
kanaatte olsalar ve yalnızca bir kişi zıt kanaate sahip olsa, insanlık bu
insanı susturmakta haklı olamaz, tıpkı onun iktidarı ele geçirdiğinde
insanlığı susturmasının haklılaştırılamayacağı gibi.’ Ortodoks olmayan
kanaati susturmak, sadece yanlış değil, aynı zamanda zararlıdır; çünkü
insanlığın elinden bir fırsatı gasp eder; bu fırsat hakikat olması, doğru
olması veya kısmen doğru olması mümkün olan düşüncelerle insanlığın
tanışabilmesidir. ‘Tartışmanın her susturuluşu bir yanılmazlık
varsayımıdır.’ ” (A.g.e., s. 251.)
*
Konuyla ilgili olarak Ebenstein’ın söyledikleri de
yabana atılamaz:
“Demokratlar, demokrasinin insan
icatlarının içinde bir istisna olduğunu, böyle olduğu için de bütün
noksanlardan arınmış olduğunu iddia etmedikçe, demokrasinin bünyevî olduğu
kadar arızî zaafları da olduğunun bilincinde olmalıdırlar. Eğer Eflatun
demokrasinin ‘çokluk ve çeşitlilik anarşisinin hoşa giden bir biçimi
olduğunu ve eşit olanlarla eşit olmayanların tuhaf bir eşitliği’ olduğunu
iddia ediyorsa, bu tezinin tamamen yanlış olduğunu kim söyleyebilir?
Demokrasinin kıvrak çeşitliliği ve yaratıcı pluralizmi onun
görkemidir, ama üyeleri sadece haklar ve hürriyetlere sahip bireyler
olmayıp aynı zamanda görevler ve mecburiyetlerle yüklü toplumsal varlıklar
olduklarını unuttuklarında, bu çeşitlilik ve pluralizm bir çürüme ve çözülme
yolu haline gelir. Aynı şekilde, demokratik yurttaşların güdülmek istemeyişleri
demokratik hayatiyetin kaynağıdır; ama bu dikbaşlılık ileri götürülüp de
isteyen istediğini seçerse, eğer dürüst ve yeterli önderler yönetmekten
men edilirse, dürüstlükten uzak demagoglar onların yerlerini
alır.” (A.g.e., s. 27-28.)
Ebenstein’ın uyarılarına “parti yasaklama” alavere dalaverelerini de eklemek gerekiyor.
Belirli siyasal görüşlerin partileşmesinin yasaklanması, seçim sistemlerindeki bir takım hileler ve barajlar gibi kısıtlamalarla belirli kesimlerin susturulması, egemen düzen yandaşları arasında “dostlar alışverişte görsün” kabilinden bir demokrasi oyununun sahnelenmesine yol açabilir.. Açmaktadır..
Örnekleri gözümüzün önünde.
Ortaya öyle bir tablo çıkmaktadır ki, birçok insan,
istedikleri türden bir partiye oy verme imkânları bulunmadığı için, “en az kötü” olarak gördüklerini desteklemek zorunda kalmaktadırlar.
Savundukları siyasal görüşlerin dile getirilmesine ve
örgütlenmesine izin verilmediği için, o görüşlere en az karşı çıkacak ya da zarar verecek olanları
iktidara taşımaya kendilerini mecbur hissetmektedirler.
*
Böylece, sözde siyasal
katılım tamamlanmış, demokratik mekanizmalar işlemiş oluyor.
Buna bağlı olarak, ilk anda ortada demokratik bir
yarış varmış gibi görünür, gerçekte ise, iktidar ile muhalefet arasındaki kavga
ideolojik ya da sisteme ilişkin olmaktan uzaktır; yaşanmakta olan şey daha çok bir rant paylaşımı kavgasıdır.
Gerek uluslararası düzenin,
gerekse uluslararası düzene eklemlenmiş yerli-milli güçlerin, birçok ülkede, demokrasiyi koruma ve kollama gibi tuhaf bir
gerekçeyle, tam da demokratik yollarla iktidara gelmiş ve seçilmiş insanları bu
haklarından mahrum ettikleri yakın tarihte görülmüştür.
Bazıları da, “devleti koruma”
gerekçesinin ardına saklanmak ve hukukun üstünlüğü ilkesinin
kendilerini de kapsayacak şekilde uygulanmasının önüne geçmek için “devletin bekası” söylemine sarılabilmekte, böylece
fiilen kendi “sınırsız otorite“lerini inşa etmeye
koyulabilmektedirler.
Bu, demokrasinin ne kadar kırılgan ve istismara açık olduğunu,
daha doğrusu bir tür demokrasi illüzyonu ve
aldatmacası sergilendiğini göstermektedir.