‘SÜNNET’SİZ BUDALALIĞIN ALTIN ÇAĞI

 





ANKARA SÜNNETSİZLER EKOLÜNÜN YEDİĞİ NANELERE YAKINDAN BAKIŞ - 4 


Bir önceki yazıda, Ankara ‘Sünnet’sizler Birliği divanelerinden İlyas Canikli’nin şu akademik ve de epidemik vecizesi üzerinde durmuştuk:

“Dolayısıyla söz konusu rivayetlerin subûtunda şüpheler vardır. Ayrıca iki halifeden birinin ne şekilde siyaset sahnesinden kaldırılacağı konusu ne Hz. Peygamber döneminde ne de ilk halife seçiminde gündeme gelmiştir.” (s. 163)

Bu yazı serisinin ilk ikisinde, bahis konusu rivayetlerin sübutunun kesin olduğunu ortaya koymuş, üçüncüde ise, onların “Hz. Peygamber döneminde” gündeme gelmemiş (yani hiç söylenmemiş) olması iddiasının “gaybı taşlama” (ya da “zaman makinalı” yolculuk macerası) anlamına geleceğine dikkat çekmiştik.

Ankara ‘sünnet’sizlik ekolünün bahtsız üyesi İlyas, tuhaf sayıklamalarıyla yeterince kepaze olmadığını düşünüyor olacak ki, bir de, söz konusu rivayetlerin “ilk halife seçiminde gündeme gelmemiş” olduğunu söyleyerek zekâsı hakkındaki kanaatimizi pekiştiriyor.

Şunu demek istiyor: Böyle bir hadîs mevcut olsaydı ilk halife seçiminde (Hz. Ebubekir’in halife olması hadisesi sırasında yaşanan tartışmalarda) gündeme gelirdi.

Oysa gündeme gelmemiştir, dolayısıyla Hz. Peygamber s.a.s. tarafından böyle bir hadîs söylenmiş olamaz.

Zekâyı görüyor musunuz!.. Analar neler doğuruyor.

*

Meseleyi, zekâ yaşı sekizi aşmayan angut sünnetsizlerin de anlayacağı şekilde basitleştirerek ve somutlaştırarak anlatmamız gerekiyor.

Zahmetli iş..

Ne yapalım ki, angutlar da merhameti hak ediyorlar. Sünnetsizler ekolünün bütün kulağı kesikleri dikkatle dinlesin, bu iyiliğimizin kıymetini bilsinler.

Özellikle de Caner Taslamaklıman’ın idolü duayen bön jön Prof. Mehmed Said Hatipoğlu’nun iyi dinlemesi gerekiyor, çünkü İlyas’ın dahiyane bir buluş gibi ortaya koyduğu “ilk halife seçiminde gündeme gelmeme” uçuk kaçık kriterinin kâşifi, ilahiyat sinemasının bu ihtiyarlayıp çaptan düşmüş jönü..

Onun bu babda sergilediği maskaralıkların çetelesi hayli uzun, sonraki yazılarda inşaallah hak ettiği özel ilgiyi göstereceğiz, fakat şimdilik biz, İlyas’ın kafayı taktığı hadîsin “ilk halife seçiminde gündeme gelmemesi” bahsi üzerinde duralım.

*

İlk halife, Hz. Ebubekir r. a…

TDV İslâm Ansiklopedisi’nin “Ebû Bekir” maddesinde, halife oluş serüveni şu şekilde özetlenmiş:

Ensarın Sakīfetü Benî Sâide’de toplanarak halife seçimi konusunu görüştüğünü öğrenince Hz. Ömer’le birlikte oraya giden Hz. Ebû Bekir, ensar ve muhacirlerden birer emîr seçilmesini isteyen sahâbîlere bu görüşün doğru olmadığını, İslâm birliğini sağlamak için tek lider etrafında toplanmak gerektiğini söyledi. Aday olarak da Hz. Ömer’le Ebû Ubeyde b. Cerrâh’ı gösterdi. Fakat sahâbîler onun halife olmasını uygun görerek Mescid-i Nebevî’de kendisine biat ettiler.

Olay, özetle bu..

Konuyla ilgili rivayetleri İslâm Tarihi adlı eserinde toplamış olan merhum Asım Köksal Hoca, olayı (dipnotların önemli bir yer kapladığı büyük punto harfler ve birer cümlelik paragraflarla) 15 sayfada anlatıyor.

Beş on dakikada okumak mümkün.

Oysa, olay sırasında saatler süren tartışmalar yaşanmış..

Konuyla ilgili rivayetler, olayın sadece can alıcı önemli noktalarına işaret ediyor.

Bu tür olaylar sonradan anlatıldığında, hiç kimse yaşanan tartışmaların tamamını aktarmaz, aktaramaz. Çünkü genelde, ancak verilen kararın oluşumunda etkisi bulunan sözler hatırlanır. Ve ancak o tür sözler aktarılmaya değer bulunur.

Dahası, insanlar söz konusu sonuçla ya da kararla doğrudan ilgisi bulunmayan sözleri, sırf o tartışmalar sırasında söylendi diye aktarmayı, gereksiz ve yersiz bulurlar.

Dolayısıyla, sadece eldeki rivayetlere bakarak, “Orada bu rivayetler dışında bir şey konuşulmuş olamaz, falanca hadîsin orada söylendiği bu rivayetlerde geçmediğine göre, konuşulmamıştır. Konuşulmamış olduğuna göre de, böyle bir hadîs yoktur” şeklindeki bir mantık, Afrika ormanlarının uzun kuyruklu bir maymunu için doğal karşılanabilirse de, doktora tezi yazmış bir Ankara Angut Sünnetsizler Birliği mensubu için bile hoşgörü sınırlarını zorlayan tahammülfersa bir aptallıktır.

*

Modern ilahiyat sinemasının aklı kıt jönleri anlamakta zorlanacağı için bir örnekle daha anlaşılır hale getirmeyi deneyelim..

Bilindiği gibi Sakarya Savaşı öncesinde bir Eskişehir bozgunu yaşanmış, Yunan ordusu Polatlı’ya kadar gelmişti. Ankara’nın düşmesi an meselesiydi.

Bu yüzden Mustafa Kemal (O sıralarda henüz Atatürk soyadını almış değildi), TBMM’nin ve TBMM hükümetinin Kayseri’ye taşınması kararını almıştı.

"Birinci Meclis" buna itiraz etti (Çünkü sonraki "seçme" meclisler gibi Mustafa Kemal'in "seçtiği" isimlerden oluşmuyordu.. Kayseri'nin şanssızlığı.. Başkent olma fırsatı heba oldu).. 

Evet, Birinci Meclis'teki çatlak sesler, Ankara’da oturduğu yerden “kurtuluş savaşı” veren Mustafa Kemal’in cepheye, ordunun başına gitmesini istediler.

Kahraman Mustafa Kemal bunu kabul etmedi.

Direndi.

Tam dört gün (evet, dört koca gün) gidersin, gitmezsin tartışması yaşandı.

Sonunda Mustafa Kemal, birincisi TBMM’nin bütün yetkilerinin kendisine devredilmesi (Falih Rıfkı Atay’ın tabiriyle diktatör olması), ikincisi, bir yenilgi durumunda kendisine hesap sorulmaması şartıyla (Çünkü “çılgın” değil) cepheye gitmeyi kabul etti.

(Hayır, “Mevzubahis olan benim istikbalimse vatan da teferruattır” diye bir vecizesi yok.. "İstikbal göklerdedir" var.)

*

Mevzumuza dönersek..

Bu dört günlük tartışmalara şahit olan insanların yıllar sonra mesele hakkında konuştuklarını farz edelim..

Dört günlük uzun tartışmalara dair bütün söyleyecekleri, üç beş dakikalık bir özeti geçmeyecektir.

“Mustafa Kemal’i cephede görmek isteyenlerin gerekçeleri şuydu, cepheye gitmeyip Ankara’da koltuğunda oturmak (daha doğrusu Kayseri’ye postu sermek) isteyen M. Kemal’in buna yanaşmak istememesinin ardındaki etkenler şunlardı” diye üç beş cümle söyleyip susacaklardır.

İmdi, olay daha sonra birileri tarafından dört dakikada hikâye edildiğinde, bu, dört gün boyunca insanların sadece bunları söylemiş olduklarını iddia etme imkânını herhangi bir kimseye verir mi?!

Şöyle olduğunu mu düşünmeliyiz: TBMM kürsüsüne bir konuşmacı çıkıyor, bir cümle söylüyor, sonra 15 dakika susuyor, ardından iki cümle daha ediyor, bir yarım saat susuyor, arkasından birkaç kelime daha sıralıyor, böylece dört koca günde toplamda beş dakika eden bir konuşmalar bütünü ortaya çıkıyor..

Böyle mi düşünmeliyiz?

*

Eğer bir yerde yapılan uzun bir tartışmanın tamamı tutanağa geçirilmiyorsa, sonradan yapılan üç beş dakikalık bir özete bakarak bir kimsenin, “Bakın gördünüz mü, şu şu konular konuşulmamış” diye hüküm vermesi için, ondaki budalalık katsayısının kaç olması gerekir?

Ne yazık ki böylesi budalalıklar Türkiye’de akademisyen diye ortalıkta dolaşan boş beleş Goldziher şakirtlerinin (Ki kafalarının içi gibi dışını da ona benzetmeye çalıştıkları, "sünnet"ini milim milim takip ettikleri gözümüzden kaçmıyor) alâmet-i farikası durumunda.

Prof. Mehmed Said Hatipoğlu ve İlyas Canikli gibi tipler (her ne kadar Ömer Özsoy ve Mustafa Öztürk gibilere yetişemiyorlarsa da) bu budalalık ikliminden nemalanıyor, burdan ekmek yiyorlar.

*

Aklı ve mantığı yerinde olanlar için bu kadarı bile fazla olmakla birlikte, Hatipoğlu ve Canikli gibi tiplerin kronik belahetini tedaviye bu açıklamalar yetmez.

Takviye dozaja ihtiyaç var.

Bir sonraki yazıda devam edeceğiz inşaallah.


SELANİKLİ MUSTAFA ATATÜRK’ÜN VAHİDEDDİN'E GİZLİ İHANETİ

  UĞUR MUMCU'NUN DİLİNDEN KARABEKİR-ATATÜRK KAVGASI – 38   Önceki bölümlerde, Selanikli Mustafa Atatürk’ün mütareke döneminde 13 Kasım ...