TASAVVUFTAN BAHSEDERKEN ŞERİATÇI, DEVLETTEN BAHSEDERKEN ŞERİAT’I (HUKUKU) BIRAKIP AHLÂKÇI OLMAK

 



Yıllar önceydi..

2009 senesi.. Temmuz..

Dört ay önce, Mart'ın son günlerinde Muhsin Yazıcıoğlu karlı bir dağ başında helikopter kazasında can vermişti.

Ve ben bir ay önce, Haziran başlarında zehirlenmiştim..

Atlatabilmiştim, fakat iki elimin de üstü yara bere içindeydi, yüzüm sapsarıydı.

O Temmuz ayında Cübbeli Ahmet adlı milli ve yerli felaket, doğal afet, Fatih Altaylı’nın televizyondaki programına ilk kez çıkmış bulunuyordu.

Birisi beni aradı, “Çok güzel konuşuyor, değil mi! Doğruları söylüyor” filan dedi.

Cübbeli’yi izlememiştim, fakat (eski MİT’çi Mehmet Eymür’ün MİT’le bağlantısını ifşa etmiş bulunduğu) Fatih Altaylı’nın Cübbeli’yi durduk yere ekrana çıkarmayacağını, bunun altında bir Çapanoğlu yatmamasının imkânsız olduğunu, Karaman’ın koyununun oyununu anlamak için biraz beklemek gerektiğini biliyordum.

Beni arayan kişiye şöyle dedim: “Doğruyu söylemek tek başına önemli değil. Hangi doğruyu ne zaman, nerede, kime karşı söylüyorsun, asıl önemli olan bu.”

*

Tasavvuf bahis konusu edildiğinde Şeriat’e vurgu yapmak güzeldir ve gereklidir.

Fakat Şeriat’i asıl devlet yönetimi söz konusu olduğunda hatırlamak gerekir.

Birçok ilahiyatçıya bakıyoruz, tasavvuf söz konusu olunca sergiledikleri örnek ve övülesi hassasiyeti “düzen” söz konusu olunca unuttuklarını, farklı makamdan gazel okumaya başladıklarını görüyoruz.

Bunlardan biri Prof. Hayrettin Karaman.

Yeni Şafak’ta yayınlanan “Kurtarıcı olan tasavvuf mu?” başlıklı yazısında şöyle diyordu:

(…) İmâm-ı Rabbânî’nin bu konudaki bir mektubu:

Peygamberlerin büyüğü (s.a.) hürmetine Allah sizi, düşmanlarınıza karşı muzaffer kılsın. Bizlere, iltifat üslûbuyla yazılmış olan mektubunuzu okumakla şeref-yâb oldum. Mektupta, Mevlâna Kılıç Muvaffak, İslâm’ı öğrenen talebe ile sofîler için bir miktar para gönderdiğini yazıyor. Önem bakımından, ilim taliblerini sofîlerden önce tutmasıyla, gerçekten iyi yapmış. Dış içi gösterir, gerçekte ve iç âlemde de bu topluluğun öne geçirilmesini umarız.

“Her kap, içindekini sızdırır.”

Talebeyi öne geçirip onlara daha çok önem vermekte, şerîatı tervîc ve teşvîk vardır. Çünkü onlar, şerîatı sonraki nesillere taşıyan kimselerdir. Mustafâ’nın (s.a.) getirdiği din, onlarla ayakta durur. İnsanlar kıyamette, şerîattan sorguya çekilirler, yoksa tasavvuftan değil! Gerek cennete girmek, gerekse ateşten uzak kalmak şerîatı (onun emir ve yasaklarını) yerine getirmeye bağlıdır. Kâinatın en ulu kişileri olan peygamberler, halkı yalnız şerîata davet etmiş, kurtuluşu ona bağlamışlardır. Bu büyükleri göndermekten maksat şerîatı tebliğdir. Böyle olunca hayırlı işlerin en büyüğü, şerîata hizmet etmek, onun hükümlerine hayat vermektir. Özellikle İslâmî esasların tatbik sahasından çekildiği bir zamanda! Böyle zamanlarda, Allah yolunda binlerce lira sarfetmek, bir şer’î meselenin uygulanmasını teşvik etmeye eşit olmaz. Çünkü şerîata hizmet ve teşvikte, yaratıkların en büyükleri olan peygamberlere uyuş ve onların yolundan gidiş vardır. En büyük hasenâtın onlara teslim edildiği (en değerli hizmetlerin onlar tarafından yerine getirildiği), halbuki binleri dağıtmak başkalarına da müyesser olduğu bilinen bir hakikattir.

Dini ayakta tutmak ve onun hükümlerini yerine getirmekle nefse karşı davranılmış da olur. Çünkü şerîat nefsin arzularına aykırı olarak gelmiştir. Halbuki mal infakında (bağışlama) bazen nefsin de payı olabilir.

Evet, şerîatı yaşatmak ve İslâm milletini ayakta tutmak için yapılan harcamalar, en yüksek infak derecesini teşkil eder. Bu niyetle bir kuruş harcamak, başka arzularla binleri tasadduk etmekten üstündür.

Denirse ki:

İlim yolcusu nefsinin esiridir. Böylesi, nefsinin köleliğinden kurtulmuş bir sofiye nasıl tercih edilebilir?

Şöyle cevap verilir:

Böyle söyleyen henüz sözü anlayamamış, maksada erememiştir. Çünkü (İslâmî) ilim yolcusu, nefsinin elinde esir olsa bile, yaratıkların kurtuluşuna sebep olmaktadır. Çünkü dînî hükümleri ve ilimleri başkalarına taşımak ve öğretmek bunlara bağlıdır. Kendisi, öğrettiklerinden faydalanmasa bile, bu ikinci vazifeyi (öğretim ve teblîğî) yerine getirir. Halbuki sofî, kurtulmuş olsa da yalnız kendini kurtarmıştır; onun halkla ilgisi yoktur. Birçok kimsenin kurtuluşu kendisine bağlı olanın, kurtuluşu yalnız kendine ait olandan daha üstün olacağı açıktır.

Evet; fenâ, bekâ ve seyir derecelerinden sonra sofî, halkı Allah yoluna dâvete döner ve böylece kendisinde nübüvvet makamından nasîb hasıl olursa; o da şerîatı tebliğ edenler arasına girmiş olur. Artık o da şerefli âlimler gibidir. Bu ise Allah’ın lûtfudur, onu dilediğine verir, Allah büyük lütuf sahibidir.

(Mektûbât, C.I. 48. Mektub)

*

Evet, “Peygamberler halkı yalnız Şerîat’e davet etmiş, kurtuluşu ona bağlamışlardır”.

Peki, senin cansiperane bir şekilde desteklediğin Recep Tayyip Erdoğan bunu unutup (daha doğrusu görmezden gelip) Mısır ve Tunus’ta yönetimleri Şeriat’i terk etmeye çağırdığında niye ona bunu söylemedin:

Peygamberler halkı yalnız Şerîat’e davet etmiş, kurtuluşu ona bağlamışlardır.”

Ona, “Sen kurtuluşu laikliğe, siyasal dinsizliğe bağlıyorsun, bu yanlıştır, bu yolun sonu felakettir, Allah’ın gazabına sebeptir” niye demedin?

“Peygamberlerin yolunu bırakmışsın, Atatürk’ün izinde olduğunu söylüyorsun ve siyasetinle bunun hakkını veriyorsun, fakat Allahu Teala’nın imtihan olarak fırsat vermesine aldanma, güvenme!” diye onu niye uyarmadın?

*

Bunları yapmadın, Ne dedi, niçin dedi?” başlıklı bir yazı ile (Yeni Şafak, 25 Eylül 2011) ona arka çıktın.

Şunu dedin:

“Başbakanımızın Mısır ziyareti öncesinde DREAM TV ile yaptığı bir mülakatta söylediği sözler sağa sola çekilerek büyük gürültü koparıldı. Sanki o, daha önce söylemediği bir şeyi söylüyor veya Müslüman Arab ülkelerinin halkına bir teklif/tavsiye götürüyor, bir hareket başlatıyordu!”

Ve ardından ekledin:

“Başbakan Türkiye tecrübesini anlatıyor ve bu anlatım da yeni değil”.

Yani peygamberlerin tecrübesinin yerini kutsal ve mübarek laik Türkiye tecrübesi aldı.

Anlatımın yeni olmaması da hatada ısrar değil de doğruluğun delili oldu.

*

Kurtarıcı olan tasavvuf mu?” başlıklı yazı yazmayı biliyorsun..

Peki niye bugüne kadar “Kurtarıcı olan laiklik mi?” başlıklı bir yazı yazmadın?

“Hayırlı işlerin en büyüğü (Evet, en büyüğü) Şerîat’e hizmettir” sözü sadece tarikatçılara mı hatırlatılmalıdır?

İmam-ı Rabbanî bunu en başta zorba ve zalim Ekber Şah’a söylüyordu, sen kime söylüyorsun?

Laik Türkiye’nin şamar oğlanı ve laik medyanın maskarası zavallı tarikatçıya.. (Kastımız Şeriat’e bağlı gerçek tarikatçı.. Şeriat/hukuk ile ahlâkı tokuşturup sanki bunlar birbiriyle çelişen seylermiş gibi Şeriat’e karşı ahlâkı savunuyor numarası yapan laikleşmiş sözde tarikatçı şarlatanlar değil.)

Allah yolunda bile olsa (laik devlet ya da millet yolunda değil, Allah yolunda) binlerce lira (altın) sarfının, Şeriat’in bir hükmünün uygulanmasını teşvike denk olamayacağını bilmesi gerekenler sadece tarikatçılar mı?

Erdoğan’ın laikçiliğini ve Atatürkçülüğünü tenkit edenlere “İyi ama TİKA Afrika’da şu kadar kuyu açtı, şuraya şu kadar yardım etti” diyen devletperestlere “Bak kardeş, haydi varsayalım ki bütün bunlar Allah rızası için yapılıyor, işin içine siyasî hesaplar, dünyevî beklentiler girmiyor, yine de Şerîat’i savunmaya denk olamazlar” neden demiyorsun?

Demedin?

*

Erdoğan’ın ve Erdoğancıların yaptığı, Şeriat’in uygulanmasını teşviki terk etmek, bu konuda lakayt ve umursamaz olmak da değildi, tutup onun terk edilmesini istediler.

Hiç olmazsa bu konuda sussalardı.. Susmadılar.

Ve sen onları uyarmadın.

Uyarmadığın gibi, yaptıklarına kulp takarak, alâkasız teviller yaparak onları cesaretlendirdin.

Dolaylı olarak teşvik ettin.


SELANİKLİ MUSTAFA ATATÜRK’ÜN VAHİDEDDİN'E GİZLİ İHANETİ

  UĞUR MUMCU'NUN DİLİNDEN KARABEKİR-ATATÜRK KAVGASI – 38   Önceki bölümlerde, Selanikli Mustafa Atatürk’ün mütareke döneminde 13 Kasım ...