"CEMAATLİK NERDE, BİZDEN GEÇMİŞ MÜSLÜMANLIK BİLE" DEMEYE DOĞRU

 







İnsanlar, Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'e hep hayırdan sorarlardı. Ben ise, bana da ulaşır korkusuyla hep şerden sorardım. Bir defasında dedim ki:

-- "Ey Allah'ın Resulü, biz bir cahiliyet ve kötülük devrinde yaşadık. Allah bizi bu hayırla, İslam'la müşerref kıldı. Bu hayırdan sonra tekrar herhangi bir şer var mı?"

-- "Evet var" dedi.

Tekrar sordum:

-- "Bu şerden sonra tekrar hayır gelecek mi?"

-- "Evet” dedi, “gelecek. Ancak, bu hayır bulanık [duhan/duman ile] olacak (yani önceki şerrin kalplerde bıraktığı kin, husumet ve itimadsızlık gibi fenalıklar belli bir ölçüde devam edecek.)"

Tekrar sordum:

-- "Bu bulanıklık da ne?" Dedi ki:

-- "(Önceki şerle ortaya çıkan) bir zümre (varlığını devam ettirecek. Bunlar) benim sünnetimden, benim getirdiğim hidayetten ayrılacaklar, başka bir sünnete [ilke ve inkılaplara, yasalara], başka bir itikada [ideolojiye] tabi olacaklar. Sen bunların bazılarını (veya bazı davranışlarını güzel bulur) tasvip edersin, bazılarını (veya bazı davranışlarını kötü bulur) reddedersin."

Ben tekrar sordum:

-- "Pekala, bu hayırdan sonra da şer var mı?" Cevaben:

-- "Evet,” dedi ve devam etti:

-- "Bunlardan sonra cehennem kapısında durup (bid'ata, küfre) çağıranlar (yani emîrler, reisler, gizli açık teşkilatlar, militanlar, hatipler, yazarlar vs.) var. Çağrılarına uyanları oraya (cehenneme) atarlar."

Tekrar dedim ki:

-- "Ey Allah'ın Resulü, bu çağırıcıların vasıflarını bana bildir (de onları tanıyayım ve çıktıkları zaman uymayayım)."

Dedi ki: 

-- "Onlar bizim bedenimizdendir, soydaşlarımızdır, dindaşımızdır, milletimizin efradındandır."

Tekrar dedim ki:

-- "Onlar bana ulaşacak olsa ne yapmamı emredersin?" Cevaben:

-- "Müslümanların cemaatlerinden ve imamlarından ayrılma" dedi.

Ben tekrar sordum:

-- "Onların cemaatleri ve bir imamları yoksa (ne yapayım?)"

Dedi ki:

-- "O zaman mevcut fırkaların hepsini terk et! Hatta bir ağacın köküne dişlerinle tutunmuş vaziyette bile olsan, ölüm sana gelinceye kadar o vaziyette kal" buyurdular.

*

Yukarıya aldığımız sözler Huzeyfe b. Yemân r. a.’e ait..

Rivayet ettiği bu hadîs, sahih [Buharî, Fiten 11, Menakıb 25; Müslim, İmaret 51, (1847); Ebu Davud, Fiten 1, (4244, 4245, 4246, 4247)].

Hadîsin tercümesi ise Prof. Dr. İbrahim Canan’a ait (İbrahim Canan, Hadis Külliyatı Kütüb-i Sitte Tercüme ve Şerhi, İstanbul: Akçağ Y., 2014.)

Prof. Canan, bu hadîsi aktardıktan sonra “Açıklama” başlığı altında şunları söylüyor:

Bu hadisten ulema, İbnu Hacer'in açıklamasına göre, Müslümanların cemaatine uymanın şart olduğu, asi bile olsalar sultanlara itaatin gerektiği hükmünü çıkarmışlardır.

Beyzâvî der ki: "Mânası şudur: Eğer yeryüzünde halife yoksa, sana uzlet ve zamanın sıkıntılarına sabır gerekir. ‘Ağacın köküne dişlerle tutunmak’ tabiri meşakkate tahammülden kinayedir. Şu sözde olduğu gibi: ‘Falan elemin şiddetinden taşı ısırıyor.’ Veya maksad ‘uymak’tır. Nitekim bir başka hadiste ‘Ona dişlerinizle tutunun’ denmiştir. Önceki mânayı [meşakkate sabır] bir başka hadisteki ‘Sen bir köke dişinle tutunmuş vaziyette ölsen, o (fitne cemaatlerinden) birine uymandan hayırlıdır’ ifadesi teyid eder."

İbnu Battal der ki: "Müslümanların cemaatine uyup, zalim imamlara isyanı terk etmek gerektiği görüşünde olan fakihler cemaatine [topluluğuna] bu hadiste hüccet vardır. Çünkü, hadis sonuncu taifeyi, ‘Cehennem kapılarına davet ediciler’ olarak vasfetti. Onlar hakkında, ‘Bazı işlerini iyi (maruf) bulursun, bazı işlerini de kötü (münker) bulursun’ demedi. Bunlar öyle olmazlar, bunlar hak üzere değildirler. Buna rağmen cemaate uymayı emretti."

*

Burada bizim de bir açıklama yapmamız gerekiyor.

İbn Battal’dan (ö. 1057) nakledilen söz saçma.. Ya gaflete düşmüş ya da (zamanımızın bazı “düzen”baz ilahiyatçıları gibi) “devlet” yalakalığının dozunu kaçırmış, baltayı taşa vurmuş, bir çuval inciri battal etmiş.

Çünkü “zalim imam” olmakla “Cehennem kapısında durup küfre, bid’ate çağıran” olmak farklı şeylerdir.

Mesela biri vardır ki hakka çağırır, hakkı emreder, fakat kendisi yapmaz, nefsine uyar.. Bu adam zalimdir, fakat çağırdığı yer Cehennem değildir.

Zalim imama (bir şekilde imam olmuşsa eğer, küfre düşüren bir masiyet işlemediği ve bid'at ihdas etmediği sürece) uyulur ve sabredilir (fakat imam değilken, daha önce, zalim olduğu bilinerek öylesi imam seçilmez).

Cehennem davetçilerine ise hiçbir şekilde uyulmaz.. Çünkü uyduğun zaman gideceğin yer Cehennem.. Hadîste bu belirtiliyor.

Nitekim Prof. Canan, yaptığı tercümede Huzeyfe r. a.’in sorusunda böyle bir mananın gizli olduğunu ortaya koyuyor:

"Ey Allah'ın Resulü, bu çağırıcıların vasıflarını bana bildir (de onları tanıyayım ve çıktıkları zaman uymayayım)."

Evet, Huzeyfe r. a. onlara uymaktan değil, “onların kendisine ulaşması”ndan söz ediyor:

Tekrar dedim ki:

-- "Onlar bana ulaşacak olsa ne yapmamı emredersin?" Cevaben:

-- "Müslümanların cemaatlerinden ve imamlarından ayrılma" dedi.

Evet, sen uymadığın halde birileri sana “ulaşabilirler”.

Mesela Hilafet’in ve Şeriat’in kaldırılması sürecinde Türkiye’de durum buydu.. ("Modern" devlet herkese "ulaşır". De Tocqueville gibi isimlerin vurguladığı gibi kimse ondan yakasını kurtaramaz.)

Şuurlu müslümanlar devletteki bu (adına inkılap/devrim denilen) “değişim”e uymadılar, fakat “devrim” onları gelip “buldu”.

Böylece Türk devleti “Müslümanların cemaati” olmaktan çıktı, laik (siyasal dinsiz) bir devlet haline geldi..

Devletin bu “çağdaş” çizgisinde herhangi bir sapma yok, Avrupa Birliği’ne katılma, Avrupa’yla (Batı ile) birleşme hedefi baki..

*

İbn Battal, sanki söz konusu Cehennem kapısı bekçileri “cemaat”miş gibi idare-i kelam etmiş..

Hadîsin devamı, onların “cemaat” olarak görülemeyeceğini ortaya koyuyor.

Çünkü Huzeyfe r. a. "Onların cemaatleri ve bir imamları yoksa (ne yapayım?)" diye sorduğunda Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem, “İşte o Cehennem davetçileri cemaattir, onlara uy, onlardan ayrılma” diye buyurmamış.

Öyle bir dönem ki, “cemaat” yok, fakat “Cehennem davetçileri” var.

*

Prof. Canan “açıklama”sını şöyle sürdürüyor:

Taberî der ki: "Bu emir ve cemaat hususunda ihtilaf edilmiştir. Bir grup alim: Bu emir vacip[lik] ifade eder. ‘Cemaat’ten murad da, sevad-ı azam (yani ekseriyet)tir’ demiştir."

Taberî, sonra İbnu Mes'ud'dan bir fetva kaydeder: "Hz. Osman katledildiği zaman kendisine [İbn Mes'ud r. a.'e] vaki olan bir sual üzerine: ‘Sana cemaate uymayı tavsiye ederim. Zîra Allah Teala hazretleri, ümmet-i Muhammed'in hepsini dalalete atıcı değildir’ diye [soru sorana] tavsiyede bulunur. [Taberî sözlerini şöyle sürdürüyor:] Bir grup da şöyle der: ‘Cemaat"ten murad Sahabe'dir; sonraki nesiller değil.’ Bir grup da: "Onlardan murad ehl-i ilimdir. Zira Allah Teala hazretleri alimleri halk için bir hüccet kılmıştır. İnsanlar din meselesinde onlara tabidirler’ demiştir.”

Taberî, bu farklı görüşleri kaydettikten sonra der ki: "Doğru olanı şudur: ‘Hadisten murad, emir tayininde (ehl-i hal ve akdin) içtima etmiş bulunduğu kimseye itaat etmekte olanların cemaatine uymaktır. Kim biatını bozarsa cemaatten ayrılmış olur."

Devamla der ki: "Hadiste şu hüküm de var: ‘İnsanlar imamsız kalır ve insanlar bu yüzden fırkalara ayrılırsa, kişi şerre düşmek korkusuyla elinden gelirse bu fırkalardan hiçbirine katılmaz. Diğer hadislerde gelen ifadeler de bu hükme uyarlar. Bu hüküm esas alınınca zahirinde ihtilaf olan hadisler de telif edilmiş [uzlaştırılmış] olur."

*

Bir önceki yazıda, Prof. Canan’ın “cemaat”ten kastın ne olduğu sorusuna cevap ararken İmam Taberî’nin dile getirdiği yaklaşımı atlamış olduğunu ifade etmiştik.

Burada eksiğini tamamlıyor, fakat bu “açıklama"sı eserinin “Fitneler” başlıklı bölümünde yer alıyor. Bunları asıl “Hilafet ve İmamet” başlıklı bölümde yazması gerekirken yazmamış.

Prof. Canan'ın çevirisinin çok doğru olmadığını da belirtmek gerekiyor. "Onlar bizim bedenimizdendir, soydaşlarımızdır, dindaşımızdır, milletimizin efradındandır" şeklindeki tercümede hadîsin aslına "ilave" var.. Çünkü aslı "Onlar bizim cildimizden/derimizdendir ve bizim dillerimizi (lisanlarımızı) konuşurlar" şeklinde.. 

Dindaşlıktan söz edilmiyor.. 

Ebu Leheb de Abdülmuttalipoğulları'nın cildini taşıyordu ve Arapça konuşuyordu, fakat dindaş değildi.

" 'Müslümanların cemaatlerinden ve imamlarından ayrılma' dedi" şeklindeki çeviri de yanlış.. Çünkü hadîste cemaat ve imam kelimeleri çoğul değil tekil olarak geçiyor. Doğrusu "Müslümanların cemaatinden ve imamından ayrılma"dır.

Nasıl küfür "tek millet" ise Müslümanlar'ın cemaati de tektir.. Rasulullah s.a.s. de "müslümanların cemaatleri ve imamları"ndan değil, "cemaati ve imamı"ndan söz etmiştir.

*

Prof. Ccanan’ın İmam Taberî’den naklettiği sözler üzerinde durmakta yarar var:

Taberî, bu farklı görüşleri kaydettikten sonra der ki: "[Cemaatten kastın ne olduğu konusunda] Doğru olanı şudur: ‘[Cemaate uyma konulu] Hadisten murad, emir tayininde (ehl-i hal ve akdin) içtima etmiş bulunduğu kimseye itaat etmekte olanların cemaatine uymaktır. Kim biatını bozarsa cemaatten ayrılmış olur."

Emîr tayininden kasıt, halife (ümmet devleti başkanı) seçimi.. Ehl-i hal ve akd ise, halifeyi seçme konumunda olan âlimler topluluğu..

İmdi, halifelik için gerekli bazı şartlar var, bunları herkes bilmez, bilmesi de farz-ı ayn değildir, fakat âlimler bilirler, işte halifeyi seçme konumunda olanlar onlardır.

Türkiye’de de son anayasal değişiklikten önce cumhurbaşkanını parlamenterler (milletvekilleri, milletin vekilleri) seçiyordu.. Vatandaş olarak senin benim fikrimi soran yoktu.

Evet, ehl-i hal ve akd bu şekilde bir halife seçtiğinde o halifeye biat edenler cemaate uymuş (katılmış) olurlar. Biat etmeyenler ise “cemaati terk” etmişlerdir.

Tam bu noktada bazı azgelişmiş laik (siyasal dinsiz) zekâların aklına şöyle bir soru gelebilir: Ehl-i hal ve akd'in seçtiği kişiye tabi olmak zorunda mıyım? Benim aklım yok mu, ben niye seçemiyorum?

Peki, Türkiye gibi ülkelerde halkın yüzde 48'i, başka bir adamın cumhurbaşkanı olmasını istedikleri halde yüzde 52'nin seçtiği adamı kabul etmek zorunda olduklarında, "Biz yüzde 52'ye tabi olmak zorunda mıyız? Bizim aklımız yok mu, on milyonlarca insanız, biz niye seçemiyoruz?" diyebiliyorlar mı?

*

Kısacası cemaat, “İslam devletinin otoritesini kabul edip itaat eden, devletin tebaası durumunda olan Müslümanlar topluluğudur”.

Meşru halifeye (Ki burada meşruiyet ehl-i hal ve akd’in seçimi ya da belirlemesi anlamına geliyor) biat etmeyen kişi cemaatten (İslam devletinden) ayrılmış oluyor.

Daha iyi anlaşılması için günümüzden örnek verelim: Günümüzde Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin başında bulunan Erdoğan’ın otoritesini kabul etmeyen, kendi aralarından seçtikleri (devletin “elebaşı” diye adlandırdığı) bir (sözde) “başkan”ın kararlarının geçerli olmasını isteyen PKK'lılar, “devlet”ten (ve onun şahs-ı manevîsi çerçevesinde) “Türk milleti”nden ayrılmış “hain bölücüler” olmaktadır.

Aynı durum FETÖ (Fethullahçı Takiyye Örgütü) için de geçerlidir.. “Paralel devlet” gibi hareket etmekle “(anayasal düzen çerçevesinde) meşru devlet”in şahsında “millet”ten ayrılıp kopmuş olmaktadırlar.

Hadîslerdeki “cemaat” kavramını da bu şekilde anlamak gerekiyor.

*

Evet, hadîslerde bahsi geçen cemaat, İslam devletidir.

Günümüzde cemaat olarak adlandırılan topluluklar, hadîslerde “ayrılınmaması emredilen” cemaat konumunda değildirler.

Onlar, yerine göre çok faydalı işler yapıyor olabilirler, fakat kendilerini hadiste ifade edilen “cemaat” olarak görmeye başladıkları, yani kendilerini “ayrılınmaması gereken cemaat” olarak gördükleri zaman, tekfirci bir çizgiye kaymış olurlar.

Kendilerinden ayrılanı açıkça ya da zımnen tekfir etmeye başlarlar.

Böylece, asıl kendileri sapıtmış, haktan ayrılmış olurlar.

Türkiye’de bunun örnekleri var.

Üstelik, Türkiye’deki böylesi “cemaat” olma iddiasındaki fırkaların açıkça laikliği (siyasal dinsizliği) ya da ırkçılık ideolojisini (boz kurtçuluğu) savunabildikleri, Şeriat’i açıkça veya maskeli biçimde (irfan edebiyatı yaparak ya da bağımsızlık vs. türünden içi boş çağdaş sloganların ardına sığınarak) aşağılayabildikleri görülüyor.

Böylece, resmen “Cehennem kapıları önündeki davetçiler” (ya da onların şubesi, bayisi) haline geliyorlar.

*

Konuya devam edeceğiz inşallah..

 

SELANİKLİ MUSTAFA ATATÜRK’ÜN VAHİDEDDİN'E GİZLİ İHANETİ

  UĞUR MUMCU'NUN DİLİNDEN KARABEKİR-ATATÜRK KAVGASI – 38   Önceki bölümlerde, Selanikli Mustafa Atatürk’ün mütareke döneminde 13 Kasım ...