İSLAMCILIĞIN İKİ DÜŞMANI: YERLİ-MİLLİ-IRKÇI VATANPEREST ATATÜRKÇÜLER VE FETÖ TİPİ DİNDARLAR

  



Türkiye tipi “laik (siyasal dinsiz) Müslümanlığa” göre, İslamcıların (ya da Siyasal İslamcıların) özelliği, İslam’ı sadece inanç, ahlâkî değerler ve ibadetler manzumesi kabul etmemeleri, onun aynı zamanda (siyasal ve hukukî nitelikte) bir “toplum düzeni” olduğunu savunmalarıdır.  

İslam’ın bir toplum düzenine sahip olmadığına, insanlardan bireysel ibadetler dışında içtimaî herhangi bir şey talep etmediğine inanıyorsanız, “müslüman” kabul ediliyorsunuz, aksini düşünürseniz, bu, İslamist/İslamcı/cihatçı olmanız anlamına geliyor.

Sonra da potansiyel terörist olarak yaftalanabiliyorsunuz.

Bu ayrımın mucidi Batılılar.. Batı'nın (gizli servislerin, istihbarat teşkilatlarının güdümünde olan ya da onlarla bağlantılı çalışan) akademisyenlerinin ve gazeteci-yazarlarının icadı..

Batı'nın yerli ve milli işbirlikçileri onlardan geri kalır mı?! Onlar da aynı makamdan gazel okuyorlar.

*

Evet, Türkiye'nin "derin"leri, yerli ve milli "çukur"ları da aynı "dil"i konuşuyorlar.

Kemalist/Atatürkçü taife zaten Batılıların demirbaş uşağı.. Ayrılmaz, kopmaz kuyruğu.. 

Ara sıra Ali Rıza oğlu Selanikli Mustafa'nın laflarını unuttuklarında Marksist-Leninist jargonla sözde emperyalizm karşıtlığı sergileseler de, o emperyalizmin Batı dillerindeki karşılığının "çağdaş uygarlık" olduğunu hatırladıklarında yelkenleri suya iniyor.

Canhıraş bir şekilde (Selanikli'nin kemiklerini sızlatma pahasına) Kemalist çağdaş uygarlık hayranlığı, taklitçiliği ve güzellemeciliğine Leninist emperyalizm lanetlemeciliği aşısı yaparak Atatürkçülüğe yeni bir tat kazandırmaya uğraşıyorlar, fakat bu, tahin helvasına tuz ekip sirke dökmek gibi birşey oluyor.

Tutmuyor.

*

Ancak, tümden başarısız da değiller.. Başarılı oldukları bir konu var..

O da, laik Kemalist düzen hesabına Şeriat karşıtı, yani "Allah'ın indirdiği ile hükmetmeye düşman" mıymıntı sözde "müslüman" haline getirmeye çalıştıkları Türkiye "dindar"larının iman ocağına incir dikmelerinden, ve açıkça "Şeriat'e, Allah'ın hükümlerine düşmanım" diyemeyen bu "münafıklaştırılmış"lara, kalplerindeki hastalığı gizleyip saklamalarını sağlayacak bir jargonu benimsetmelerinden ibaret.

İşte o yüzden, bugün FETÖ'cülerin (Fethullahçı Takiyye Örgütü'nün) Ergenekoncu olarak adlandırdıkları Kemalistler ile özellikle bu Kemalistlerin FETÖ'cü diye adlandırdıkları Fethullahçıların Siyasal İslam düşmanlığı ve karşıtlığında buluştuklarını görüyoruz.

Çünkü iki kesim de Batılı "çağdaş uygarlığın" Türkiye'deki bayisi ya da acentası durumundalar.

*

Türkiye'nin Kemalist (yani çağdaş uygarlıkçı) dangalaklarının kendilerine sorup durdukları ve cevap bulamadıkları soru ise şu: "Neden Batılılar, son dönemde, çağdaş uygarlıkçılığın şampiyonu Atatürk'ün izinde olan bizi değil de müslüman olduklarını söyleyen FETÖ'cüleri destekliyorlar?"

Bu sorunun cevabı aslında basit: Kur'an'ın yanı sıra İncil'i de "gökten indiği sanılan" diyerek inkâr eden Selanikli'nin peşinden giden, ve Atatürk'lerinin (Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem için Danimarkalılar'ın yaptığı türden) karikatürlerinin yapılmasına razı olmayacak, buna "devlet" olarak karşı konulmasını isteyecek Kemalistler, Batılılar açısından, İncil'in de kutsal kitap olduğunu kabul eden ve Peygamber Efendimiz s.a.s. için yapılan hakaretleri ve çirkin karikatürleri büyük bir hoşgörüyle karşılayan Fethullah tipi "müslüman"lardan daha makbul değiller.

Atatürkçülüğü bırakıp İsacılık yapsalar durum değişir.

Aslında Atatürk'leri, Kâzım Karabekir gibi isimlerin anlattığına göre, milleti hristiyan yaparak çağdaş uygarlıkçılığının üstüne tüy dikmeyi düşünmüş, bunun için bir ön çalışma da yaptırmış, fakat sonra vazgeçmiş.

Atatürkçülerin bugünkü acılarının ve dinmeyen sancılarının nedeni bu.

*

Konfüçyüs, “Kelimelerin gücünü anlamadan, insanların gücünü anlayamazsınız” der. 

"İslamcı-müslüman" gibi ayrımlar çerçevesinde geliştirilen söylemleri, samimi duygularla icat edilmiş ve vakıaya uygun (olgusal karşılığı kesin olarak bulunan) sınıflandırmalar olarak görmek, sosyoloji ve siyaset bilim gibi disiplinlerden habersiz insanlar için belki doğal karşılanabilir.

Ama, dünyaya ve politik gelişmelere ‘bilimsel' yaklaşma ve ‘devlet yönetme’ iddiasında ya da konumunda olan insanların, böylesi değerlendirmeleri sorgulamadan benimseme gibi bir lüksü olamaz.

Bu tür söylemler ve kavramsal dizgeler rastgele değil, toplumsal mühendislik, manipülasyon ve psikolojik savaş alet edevatı olarak üretilir.

*

Bernstein’ın şu uyarısını daima akılda tutmak gerekir: “Kullanılan kavramlar insanlar üzerinde kontrol sağlamanın araçlarından biridir.” (Ali Yaşar Sarıbay, Siyasal Sosyoloji, 2. b., İstanbul 1994, s. 89.)

Batı’nın İslam dünyası üzerinde hâkimiyet kurma çabasına, ‘söylem’in gücünden yararlanma ve ‘yeniden tanımlama’ olgusu ne yazık ki daima eşlik etmiştir.

Savaşı, Afganistan ve Irak topraklarından önce zihinlerde başlatmışlardı.

"İslamcı-müslüman, Otantik İslam - Siyasal İslam" türünden ayrımlar, "kontrol"ün de ötesinde amaçlar taşıyor. 

Bunlar, klasik "Böl ve yönet" taktiğinin söylem düzeyindeki yansımaları. 

Bu tür taktiklerin eski olmaları, onların çağdaş dünyada etkisiz ve işlevsiz olmaları anlamına gelmiyor.

Her alanın bazı temel ilkeleri vardır ki, onlar her devirde geçerliliğini sürdürür ve değerlerini hiçbir zaman kaybetmezler.

Spordan örnek verelim.. Boksta saldırı ve savunmanın temel teknikleri hiçbir zaman değişmez.. Her zaman aynıdır. 

*

Bununla birlikte, Batılı bütün yazar ve çizerlerin, bütün bilim adamlarının, gizli servislerin ve istihbarat örgütlerinin taşeronluğunu ya da akıl hocalığını yapmakta olduklarını düşünmemek gerekir.

Bu noktada bazı Batılı yazarların FETÖ'cülerden (Fethullahçı Takiyye Örgütü mensuplarından) ve yerli-milli vatanseverlerden (vatandaki imtiyazlarını seven Kemalistlerden) daha "müslümanca" (en azından insanca) bir tavır sergilediklerini kabul etmek gerekiyor.

Hatta bu noktada Batı'nın bazı "istihbarat" bağlantılı adamlarının Türkiye'nin yerli-milli "istihbarat güdümlü" dindarımsı soytarılarından daha dürüst ve namuslu olduklarını söylemek bile mümkün.

Örnek verelim..

İslam’ın bir “toplum düzeni”ne sahip olduğunu kabul etmek müslüman olmanın ötesinde İslamist/cihatçı olmak anlamına geliyorsa, de Tocqueville, Ernest Gellner, Bernard Lewis ve Erwin Rosenthal gibi düşünür ve bilim adamlarını da aynı kategoriye dâhil etmek gerekiyor.

İslamcılar, de Tocqueville’in şu görüşlerinden daha fazlasını savunmamaktadır:

“Muhammed’in [s.a.s.] dini, her iki güç alanını [dinî ve dünyevî] eksiksiz bir biçimde birbirine bağlayan ve içiçe geçiren tek dindir.... Öyle ki sivil ve politik yaşamdaki bütün davranışlar az veya çok Şeriat tarafından düzenlenir.”

(Aktaran: Ernest Gellner, Leben im İslam, über. S. Und U. Enderwitz, Stuttgart 1985, s. 13.)

Evet, “İslamistler” bundan daha fazlasını söylemiyorlar. Yine, Gellner, “toplum düzeni” kavramını İslam hakkındaki yorumlarının eksenine oturtur. “Muslim Society” (Müslüman Toplum) adıyla yayınladığı kitabında, öne sürdüğü tezi şu kelimelerle özetler:

“İslam, bir toplumsal düzen modelidir. İslam; ebedî, vahye müstenid ve beşerî isteklerden bağımsız kurallar sisteminin varlığını ifade eder. Bu kurallar manzumesi, toplumun aklî düzenini belirler. Bu model, yazılı formla kayıtlıdır. Onun kuralları bütün toplumu baştan başa hükmü altında tutar.” (A. y.)

Gellner’in ifadesi aynen böyle: “İslam, bir toplumsal düzen modelidir.”

Bunu söylerken, bir bilim adamı olarak hareket ediyor; İslamist/İslamcı olmak bir yana, müslüman bile değil...

Üstelik Gellner bu konuda yalnız da değildir, yine bir başka ünlü bilim adamı, Bernard Lewis de şunları söyler:

Klasik İslam’da Din ve Devlet arasında, bunları birbirinden ayırt edici bir fark yoktu.... Klasik Arapça’da ve hatta entelektüel ve siyasi kelime haznelerini Arapça’dan alan diğer dillerde manevî (spiritual) ve dünyevî (temporal), halka özgü (lay) ve papazlara özgü (ecclesiastical), dinî (religion) ve laik (secular) gibi kelime çiftlerine karşılık gelecek sözcükler yoktu.”

(Bernard Lewis, İslâm’ın Siyasal Dili, çev. Fatih Taşar, Kayseri 1992, s. 9-10.)

*

Demek ki, “klasik İslam”, din ile devlet arasında bir fark görmüyordu.

“İslamistler” işte bundan daha fazlasını savunmuyor, yani onlar aslında “klasik İslam” dışında yeni bir yorum üretme derdinde değiller.

Klasik İslam'ı korumaya, tahrif, tahrip ve deforme etme çabalarından masun tutmaya çalışıyorlar.

Siyasal İslam karşıtı zamane “müslüman”ları, Rosenthal’in altını çizdiği şu gerçeklerden de habersiz görünmektedir:

“Bir müslümanın hayatı –en azından idealde– onun Allah’la olduğu gibi Müslümanlar ve gayrimüslimlerle olan ilişkilerini de yönlendiren kesin kural ve uygulamaları belirten Şeriat tarafından bütünüyle yönetilir. İlk grup ilişkiye (Allah’la olana) ‘dinî’, ikincisine ise ‘laik’ demeye alışkınız. Ancak dinî hukukun her şeyi kuşattığı bir yerde, ayrımın hiçbir anlamı kalmaz.”

(Erwin I. J. Rosenthal, Ortaçağ’da İslam Siyaset Düşüncesi, çev. Ali Çaksu, İstanbul 1996, s. 17-18.)

Demek oluyor ki, İslam hukuku “herşeyi kuşatmaktadır” ve bu “herşey”e devlet ve toplumsal düzen de dâhildir.

FETÖ'cüler, İslam'ı hiç değilse Rosenthal kadar öğrenip anlamaya muhtaçlar.

Fakat sözümüz sadece FETÖ'ye değil..

Sözde "bağımsız" olan, fakat özde MİT'in güdümüne girmiş bulunan Türkiye tarikat, cemaat, grup, vakıf, siyasal parti pırtıları da buna dahil.

*

Rosenthal’in şu ifadeleri meseleyi çok iyi özetlemektedir:

“Manevi ve dünyevi alanlar, dinî ve laik faaliyetler arasında İslam hiçbir ayırım tanımaz.”

Mesele bu kadar açık ve net.

Bunlara ek olarak, “dünya”nın mukabilinin “din” değil “ahiret” olduğunu vurgulayan Rosenthal şu önemli tespitleri de yapar:

“... din ve devlet Şeriat’ın iki yönüdür. Dinin tamamlayıcısı genellikle dünyadır; din ‘kilise’ anlamını içermez ve hiçbir zaman içine aldığı dünya ile karşılaştırılmaz.... Dünyanın mukabili ahirettir, yani gelecek dünya. Her ikisi de dinin içindedir. Ne yazık ki Arapça terimleri tercüme etmek için Batılı terimleri kullanmak zorunda kalıyoruz ve böylece orijinal anlamı bozup kelimelere Hristiyanî bir çağrışım yüklüyoruz.” (A.g.e., s. 17.)

Evet İslam’ı laiklik ve sekülerlik kavramları çerçevesinde yorumlayanlar, ‘din’ terimine, bilerek veya bilmeyerek, Rosenthal’in işaret ettiği gibi, hıristiyanca bir anlam yüklemektedirler.

Bir başka deyişle, “İslamcılığa karşı müslüman” olduklarını söyleyenler aslında bizi, hristiyanca bir İslam yorumuna davet ediyor.

Dinler arası diyalogtan bahsetmiyoruz, sözünü ettiğimiz şey hristiyanlaşma..

Türkiye'de ehlî sünnetçi geçinen nice soytarı, kendisinin İslam anlayışı resmen hristiyanlaşmış, hristiyanca bir görünüm kazanmışken (Ki bu, tam da laik devletçi derinlerin istediği şey), dinler arası diyalogculara laf yetiştirmekle meşgul.

Bu dangalakların ardına takıldıkları "derin"lere göre, İslam’a hristiyanca bir anlam yüklerseniz “müslüman” olmuş oluyorsunuz, bunun aksine İslam’ı “klasik” haliyle benimserseniz, adeta bir hayvan gibi avlanması, hatta köpek gibi zehirlenerek telef edilmesi gereken “İslamist/cihatçı” kitledensinizdir.

Maalesef Türkiye "derin"liklerinde (Ki Atatürkçü-Kemalist renginden çok fazla birşey kaybetmiş değil) süregelen din anlayışı böyle birşey.


SELANİKLİ MUSTAFA ATATÜRK’ÜN VAHİDEDDİN'E GİZLİ İHANETİ

  UĞUR MUMCU'NUN DİLİNDEN KARABEKİR-ATATÜRK KAVGASI – 38   Önceki bölümlerde, Selanikli Mustafa Atatürk’ün mütareke döneminde 13 Kasım ...