ŞEYH EFENDİ'NİN RÜYASINDAKİ ATATÜRK









Star gazetesinin 29 Aralık 2013 tarihli Pazar ekinde yayınlanan bir yazının başlığı şöyleydi:

Gülen Cemaati ve Sünni kodların kaybı”.

Dert edinilen husus aslında "Sünni" kodların kaybı değildi, söz konusu yazının kodlarını, aynı ayın 17 ve 25'inci günleri oluşturuyordu. 

O hengâmede başka türden kayıplar yaşanması söz konusuydu, Sünnîliği umursayan yoktu.

O günlerde Devlet Bahçeli bile "Gülen Cemaati"ne destek veriyor, odasındaki duvar saatini 17:25'e ayarlıyordu.

Fethullah'tan Hocaefendi diye söz ediyordu.

*

Söz konusu yazıyı kaleme alan kişi, Erdoğan'ın uçağının gazeteciler koleksiyonunun demirbaş parçalarından biri haline gelecek olan Prof. Burhanettin Duran'dı..

Sorun şuydu ki, yazısında Sünnîlik (İslamîlik) diye birşey yoktu, Kemalizm/Atatürkçülük ve devletçilik vardı. 

Yazarın Sünnî kodlardan anladığı, kendisini laik, yani "siyasal dinsiz" kabul eden, ve böylece dine açıkça muhalefet eden bir rejimi ya da düzeni desteklemekten ibaretti..

Sünnî kodlar, Sünnî kodlar olalı böyle zulüm görmemişti. 

Şairin, “Bir hayata çattık ki, hayata kurmuş pusu” dediği gibi, bu öyle bir Sünnîlik anlayışıydı ki, Sünnîliğe, Sünnet’e (Şeriat'e) pusu kurmuştu..

*

Burhanettin Duran (Keşke yerinde duran olsaydı da kalemini gözümüze doğru, sokmak istermiş gibi sallamasaydı), yazısına şöyle başlamıştı: 

“Cumhuriyet dönemi din-devlet ilişkilerini yeniden düşünmemiz gereken bir noktadayız. İsmail Kara’nın Şeyh Efendi’nin Rüyası adlı kitabı sanki bugünler için yazılmış.”

Görüldüğü gibi, kılavuzu karga değil.. Kara.. 

Kara’nın kitabını görmüş değilim. Ancak, 1990’lı yıllarda Yeni Şafak’ta yayınlanan yazılarından oluştuğunu tahmin edebiliyorum. Çünkü, Şeyh Efendi’nin rüyasından bahsettiği yazısı hâlâ hafızamda.

Bir defa, kitabın adı, Şeyh Efendi’nin Rüyası değil, Şeyhefendinin Rüyasındaki Türkiye.

Duran’ın (İnsanın “aklı duran” diyesi geliyor) yazısının üçüncü cümlesi şöyle: 

“Kitap, Cumhuriyet’in radikal din karşıtı reformları yapılırken Kemalist yönetime kahhariye okumak üzere sözleşen Sufilerin, gördükleri bir rüya üzerine bundan vazgeçişlerini anlatır.”

Sanki kitap, baştan sona bunu anlatıyor.. 

Yazar, rüyayı aktarmıyor, kahhariyenin (kahriye) ne olduğunu da açıklamıyor, bir sonraki cümlesinde hemen, kaşla göz arasında, “rüyadan alınan mesaj”a geçiyor.

Kahhariyeden kastedilen, Allahu Teala’nın Mustafa Kemal’i kahretmesi için “Ya Kahhâr (Ey kahr ü perişan eden Allah)” zikrinin yapılması..

“Aklı duran”ın “aldığı mesaj”a geçmeden önce, onun yapmadığı şeyi yapıp, rüyayı anlatalım.

Bir defa, rüyayı hepsi görmüyor, gören sadece Şeyh Efendi.

Kitabın arka kapağından okuyalım:

II. Abdülhamit döneminde Şeyhulislamlık’ta görev yapmış Şeyh Rahmi Baba 1930’lu yıllarda şeyh ve halife arkadaşlarını gizlice Anadolu’nun bir kasabasına davet eder. “Kahriye” okunacak, yani “Ya Kahhar” zikri çekilerek Mustafa Kemal Paşa’nın ve rejiminin “kahr u tedmiri” için dua edilecektir. Davet kabul görür ve gizlice toplanılır. Kahriyenin okunacağı sabaha birkaç saat kala Şeyh Efendi bütün niyetlerini altüst edecek bir rüya görür. Rüya şöyle: Bir dünya haritası. Ortasında Türkiye. Türkiye toprakları dünyanın diğer bölgelerinden bariz bir şekilde ayrılırcasına yemyeşil. Fakat etrafı, sınırları simsiyah, hayli kalın, lakin alçak duvarla çevrili. Peygamber Efendimiz haritanın başında ve insanların gözü önünde dünyayı yeniden taksim ediyor; şurayı şuna, burayı buna verin diye emirler veriyor, etrafındakiler de gerekeni yapıyorlar. Mustafa Kemal Paşa, Trakya bölgesi gibi bir yerde duruyor. Yüzü Peygamber Efendimiz’e dönük değil ve duruşundan anlaşıldığına göre mahçup ve tedirgin bir durumda; bu yüzden Efendimiz’e bakamıyor. Sıra Türkiye’nin kime verileceğine geldiği zaman Şeyh Efendi gözlerini beş açıyor ve pürdikkat kesiliyor. Peygamber Efendimiz yüzünü çevirmeden yalnız eliyle işaret ederek “burayı şuna verin” buyuruyorlar. Burası dediği Türkiye’dir, şu dediği de Mustafa Kemal’dir.

Bu rüyadan, Resulullah s.a.s. nezdinde Mustafa Kemal’in “makbul” bir adam olmadığı sonucu çıkar.. Fakat bunu bilmek için böyle bir rüyadan haberdar olmamız gerekmiyor. 

Gelelim Duran’ın yazısının devamına.. Şöyle diyor: 

“Rüyadan alınan mesaj son derece açıktır: Devletin bekası ve ümmetin maslahatı için sabır siyaseti gerektir.”

Kahriye okumak (zikir ve dua), sabra aykırı mıdır?!..

O gün mesele salt Mustafa Kemal'in şahsıyla ilgili değildi. 

Memleketteki sorun, kahriye okumakla (salt dua edip işi Allahu Teala'ya havale etmekle) çözülecek bir sorun olmaktan uzaktı. 

*

“Beka”, Allahu Teala’nın sıfatlarındandır.. O, el-Bâkî’dir.. Beka sahibi olan yalnız O’dur. Ancak, “Tanrısız devlet”i icat eden laikler (siyasal dinsizlikçiler) için (Dinci varsa dinsizlikçi de vardır değil mi, onlardan niye bahsetmiyoruz?), devletin bizzat kendisi tanrıdır. Cemal Bali Akal’ın dediği gibi, “Sivil Toplumun Tanrısı”..

Ve bunlar, tanrılarının beka sıfatına sahip olduğunu iddia ederler. Onlara göre, tanrıları “ebediyyen payidar olacak”tır.

*

Burhanettin efendi kurnaz mı kurnaz.. Rüyayı anlatsa, abrakadabra kabilinden el çabukluğuyla ürettiği fetvayı vermesi mümkün olmayacak. Herkes kendisine gülecek..

Bunun için, rüyayı anlatmıyor, hemen fetvaya geçiyor. Vatandaş sanki akademisyen değil de, bir gizli servisin kara propaganda ustası kalemşörü..

Rüyanın verdiği mesajı doğru anlamak için “aklı duran” değil, kafası çalışan olmak gerekiyor: Hiç kimse Allah’a rağmen “mülk” (egemenlik) sahibi olamaz. 

Ve her toplum, layık olduğu idarecileri bulur.

Yaşadıklarımız, millet olarak yozlaşmışlığımızın resmidir. 

Adam olsaydık bugün Afganistan'da olduğu gibi İslamî bir idaremiz olurdu.

*

Yazıdaki sorunlar bunlardan ibaret değil..

Yazar, "Ol mahiler ki derya içredir deryayı bilmezler" hesabı, yaşadığı yerin farkında olmayan bir "balık" idraklilik sergiliyor.

Rüyadan fetva imal etmekle İslamî ilimlerin usulünü berhava ettiğinin, Sünnîliğin ocağına incir dikip Batınîlik bataklığının kokuşmuş zemininde çamur banyosu yaptığının farkında değil. 

Rüya, dinî hususlarda delil olmaz. Rüyadan dinî hüküm çıkarılamaz. Edille-i şeriyye arasında rüya yer almaz.

Apaçık Şeriat’in hükmünü, Allah’ın kelâmını ve Resulullah’ın s.a.s. Sünnet’ini (edille-i şer'iyyeyi) bir tarafa bırakıp falan ya da filanın rüyasından “fıkıh” inşa etmek, “fetva” üretmek, Sünnî kodların kaybının ta kendisidir.

Fethullahçılar da "hizmet"lerinde "rüya"lardan az yararlanmamışlardı.

İki taraf da "rüya"ların peşinde.

"Kur'an ve Sünnet'e, Şeriat'e gelin! Ayet ne diyor, hadîs ne diyor, ona bakın"" diyenlere ise savaş açıyorlar.

*

"Sünnî" Burhanettin'in bir sonraki cümlesi ise şöyle: 

“Bu meyanda İslami sembolleri, kurumları ve şahsiyetleri tasfiye eden bu nevzuhur rejime beddua bile edilmemelidir.”

Resulullah s.a.s. de beddua etmiştir. Mesela, Bi’r-i Maûne olayının faillerine bir ay kadar her sabah beddua etmiştir.. (Asım Köksal Hoca'nın İslam Tarihi'nde ayrıntılı bilgi var.)

Hz. Nuh a. s., kendi kavmine bile değil, bütün kâfirlere beddua etmiştir.. 

Yine, Hz. Musa a. s. da, Firavun’a ve kavmine beddua etmiştir.. (İlgili ayeti kendiniz bulup okuyun, herşeyi bizden beklemeyin.)

Fakat Burhanettin efendi hazretlerinin Kemalizmden/Atatürkçülükten beter Sünnîliğine göre, bu laik (siyasal dinsiz, Atatürkperest) Anıtkabir rejimine beddua bile edilmemeliymiş..

Şu fetvanın güzelliğine, Sünnîlikteki derinliğine bakın!.. 

Delil de gayet sağlam: Bir rüya.. 

Hem de, anlatamadığı, anlatmaktan kaçındığı bir rüya.

 

SELANİKLİ MUSTAFA ATATÜRK’ÜN VAHİDEDDİN'E GİZLİ İHANETİ

  UĞUR MUMCU'NUN DİLİNDEN KARABEKİR-ATATÜRK KAVGASI – 38   Önceki bölümlerde, Selanikli Mustafa Atatürk’ün mütareke döneminde 13 Kasım ...