KÂZIM
KARABEKİR'İN DAMADI PROF. ÖZERGİN ANLATIYOR – 15
Kâzım Karabekir'in
damadı Prof. Dr. Faruk Özergin’in “Mustafa Kemal’in Mütareke (Birinci
Dünya Savaşı’ndan sonraki ateşkes) döneminde İstanbul’da çevirdiği dolap, dümen
ve dalaverelere dair sözleri üzerinde duruyorduk.
Konuya geçmeden önce, Mustafa
Kemal Büyükihtiraslar’la ilgili olduğu için, güncel bir gelişmeden
bahsetmek uygun olur. (Kimse bu adama, kendisine palavradan Atatürk
soyadını aldı diye Türkler’in atası anlamında Atatürk demek zorunda değil..
Türkler’in atası olmadığı kesin, kimlerin oğlu olduğu ile ise, ilgilenmeye
değmez.)
Odatv.com’da şöyle bir haber yer alıyordu:
Bakın Atatürk fotoğrafı neden yırtmış: ‘Teğmen’den pişkin
savunma
10 Kasım'da Atatürk'ü anma töreninde Atatürk fotoğrafını önce buruşturup
atan sonra da yırtan teğmenin savunması "pes" dedirtti.
29 Aralık 2023 11:44 Son Güncelleme: 29 Aralık 2023 11:51
Türkiye Cumhuriyeti'nin kurucusu ve aynı zamanda Türk
Silahlı Kuvvetleri'nin ebedi başkomutanı Mustafa Kemal Atatürk'ün
ordusunda bar teğmen, Atatürk'ün fotoğrafını yırttı.
Sözcü yazarı Aytunç Erkin, "Üç teğmen neden savunma yapmadı?"
başlıklı bugünkü yazısında Atatürk'ü savunan üç teğmenin neden savunma yapmadığına
yer verirken Atatürk fotoğrafını yırtan teğmenin, fotoğrafı neden yırttığını
açıkladı.
Erkin'in yazısından ilgili kısım şöyle:
"Tuzla
Piyade Okulu’nda 10 Kasım Atatürk’ü anma törenlerinde tüm teğmenlere göğüslerine
takması için bir Atatürk fotoğrafı ve rozeti verildi. Bir teğmenin bu rozeti
takmadığı, fotoğrafı da buruşturup attığı öne sürüldü. Bunu gören diğer
teğmenler tepki gösterince, Atatürk fotoğrafını buruşturup atan teğmen, 'Ben
Atatürk’ün askeri yönünü beğeniyorum ancak cumhuriyet sonrası yaptıklarına
katılmıyorum' ifadelerini kullandı. Bu sözler sonrası olaya tepki gösteren
askerlerle, Atatürk fotoğrafını yırtan teğmen ve arkadaşları arasında arbede
çıktı. …”
*
Bu “fikri hür, vicdanı
hür, irfanı hür” teğmeni tebrik ediyorum.
Ancak, Mustafa Kemal
Büyükihtiraslar’ın beğenilecek bir “askerî yönü” bile yok.
Anafartalar’da bütün bir
alayın (57. Alay) son erine kadar ölümüne neden olmuş, fakat nasılsa kendisi
kurtulmuştur.
Düşmanın önünden kaçtı mı,
saklandı mı, belli değil.
Diğerlerinin (Allahu
a’lem) şehit olduğu gibi kendisi de ölse, diyeceğiz ki
kurtulmaları mümkün değilmiş, öyle olmuş.
Fakat Mustafa Kemal ile
yanındaki emir subayı ya da emir eri kurtulmuş.
Çanakkale’de başka da bir
hizmeti yok.
*
Dikkat edilirse, Mustafa
Kemal’in şehit olmasından değil, ölmesinden söz ettik.
Ölseydi, hakkında
hüsnüzanda bulunulup “Şehit oldu” denilirdi, fakat aslında (tabiri caizse)
Niyazi olurdu.
Çünkü imansız bir
adamdı.. (Sonradan imansız olmamış, o zaman da imansızmış.)
Bunu, tam da o dönemde, zina
yaptığı sevgilisi dul Madame Corinne’e yazdığı bir mektup belgeliyor.
Söz konusu mektupla ilgili
bilgiler Mevlüt Çelebi’nin “Peyami Safa’nın Tercümesiyle Atatürk’ün Corinne
Lütfi’ye Mektupları” başlıklı makalesinde yer alıyor (Timurlu
Tarihine Adanmış Bir Ömür: 75. Doğum Yılında Prof. Dr. İsmail Aka’ya
Armağan içinde, Editör: Musa Şamil Yüksel, TKAE
Yayını, Ankara 2017).
Bu Selanik çocuğu,
Corinne’e mektubunda şunları diyor (s. 287-8):
“Burada hayat o kadar sakin
değil. Gece gündüz her gün çeşitli toplardan atılan şarapneller ve diğer
mermiler başlarımızın üstünde patlamaktan hâli kalmıyor. Kurşunlar vızıldıyor
ve bomba gürültüleri toplarınkine karışıyor. Gerçekten de bir cehennem hayatı
yaşıyoruz. Çok şükür, askerlerim pek cesur ve düşmandan daha mukavemetlidirler.
Bundan başka hususi inançları, çok defa ölüme sevk eden emirlerimi yerine
getirmelerini daha çok kolaylaştırıyor. Filhakika onlara göre iki semavi
netice mümkün. Ya gazi veya şehit olmak! Bu sonuncusu nedir bilir misiniz? Dosdoğru
cennete gitmek. Orada Allah’ın en güzel kadınları, huriler onları karşılayacak
ve ebediyen onların arzusuna tâbi olacaklar. Yüce Saadet.
“Görüyorsunuz ya Madam, benim
insanlarım şehit olmayı ararken de budalaca davranmıyorlar.
“Peygamberimiz ne kadar bilgeymiş, insanların gerçek
arzularını ne kadar iyi biliyormuş. Bana gelince, çok
yazık ki, bu inanmış insanların, Allah vergisi nitelikleri bende
yok, ama bu nitelikleri desteklemeyi de hiç ihmal
etmiyorum.”
Mektubun tarihi 20 Temmuz 1915.
Mektubundaki ifadeler, koskoca bir alayı ölüme
gönderirken kendisinin nasıl kurtulduğunu da açıklıyor: Hususî inançları buna
elverişli değil..
O sırada 34 yaşında olan bu Selanik çocuğu, “Peygamberimiz
ne kadar bilgeymiş, insanların gerçek arzularını ne kadar iyi
biliyormuş” derken, Allahu Teala’nın müminlere vaad ettiği Cennet’in,
Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem tarafından (insanların tabiri caizse
“dolduruşa getirilip" aldatılması için) uydurulmuş şeyler olduğunu ima ediyor.
İnanmış insanların Allah vergisi şehadet ve gazilik
arzusu bu zevkperest zina tutkununda yokmuş. (Bir sürü kadınla evlilik dışı
ilişkisi oldu. Latife Hanım hariç.)
Ama bu nitelikleri desteklemeyi de hiç ihmal
etmiyormuş.
Bu zina düşkünü Selanik çocuğunun, Kur’an
gibi bütün dünyaya meydan okuyan bir mucizesi bulunan Peygamber Efendimiz
s.a.s. hakkındaki iddiası doğru değil tabiî ki, iftira..
Fakat kendisi hakkındaki itirafı, onun kişilik ve
karakterini olduğu gibi ortaya koyuyor.
Söz konusu nitelikleri, yani inanmış insanların şehadet
ve gazilik arzularını desteklemeyi hiç ihmal etmemesi, kendisinin arsız
ve utanmaz bir din istismarcısı olduğunu gösteriyor.
*
Evet, bir müminin siyasette olsun, savaşta olsun (Ki
General Clausewitz’in ifadesiyle savaş, politikanın başka araçlarla
devamından ibarettir) dinî saiklerle hareket etmesi din istismarı değildir,
dindarlığın ta kendisidir.
Dinini yaşamak, din istismarı olamaz.
Fakat Selanik’in zinasever çocuğunun yaptığı şey, din
istismarının ta kendisidir.
Ve ne yazık ki bu din istismarı, anayasasının
“başlangıc”ına “din istismarı” tabirini yerleştirmiş olan Türkiye
Cumhuriyeti’nin resmî politikası haline gelmiş bulunmaktadır.
Devlet, İslam devleti (din devleti) değil, fakat
bu devlet için ölenlerden şehit olarak söz ediliyor, Cennetlik oldukları
ilan ediliyor.
Böylece, Selanik’in zinakâr çocuğunun samimiyetsiz
sahtekârlığı sürdürülüyor.
*
Selanik’in amatör filozofunun mektubunun devamındaki
ifadeler ise, “insanların gerçek arzuları” dediği şeylerin özellikle
kendisinin arzu ve tutkuları olduğunu, ve aynı arzu ve tutkuların kadınlarda da
bulunduğunu düşündüğünü ortaya koyuyor:
“Çok garip bulduğum bir şey var.
Erkeklere huriler ve başka güzel eğlenceler vaat eden Hazreti Muhammed,
kadınlar için hiçbir taahhüde girmiyor. Bu duruma göre ölümden sonra erkekler,
cennetteki kadınlara sahip olarak hoş vakit geçirirlerken, kadınların
dayanılmaz bir hale düşecekleri anlaşılıyor. Öyle değil mi?”
Cennet ve Cehennem’e inanmıyor, fakat Cennet
kadınlarının “dayanılmaz” halinden müştekî..
Ve bu “dayanılmazlık”, Cennet’te sanki başka hiç nimet
yokmuş gibi, salt, Selanikli’nin beğeneceği türden bir “uçkurizm”
eksikliğiyle alâkalı..
Uçkur varsa hoş vakit var, uçkur yoksa gelsin
“dayanılmazlık”..
Bu cahil ve seviyesiz adamın ifadeleri, Cennet’teki
insanın bedensel yapısının ve psikolojisinin, dünya hayatındaki nefs-i emmare
sahiplerininki gibi olacağını zannettiğini ortaya koyuyor.
Adamın “dayanılmazlık” kıstası, aklının neresinde
olduğunu da gösteriyor.
Zaten tam da bu kafaya göre yaşayıp öldü..
(Cennet’te, insanın akıl ve hayaline gelmeyecek, asla
düşünemeyeceği nimetler olacak.. Fakat insanda Cennet arzusu, ancak dünyadaki
nimetler hatırlanarak oluşur. Cehennem korkusu da aynı şekilde dünya ateşinin
yakması gibi olguların bilinmesiyle meydana gelir. Şayet Allahu Teala insana
karşı cinsler arasındaki meyli bu dünyada vermese ve yaşatmasaydı, Cennet nimetleri
arasında hurilerden bahsedilmesi insanlar için bir anlam ifade etmezdi. Önemsemezlerdi.
Görüldüğü gibi, Selanikli boş adam, Cennet’i “uçkur”dan ibaret görüyor, ve
kafasındaki “zevk şablonu” çerçevesinde Cennet hayatını kadınlar için
“dayanılmaz” kabul ediyor. Oysa ki Cennet’te, bu dünyada mevcut olmadığı için
anlatılamayacak, anlatılsa anlaşılamayacak muazzam nimetler mevcuttur.
Dayanılmazlık, Selanikli boş kafa gibi din istismarcısı imansızların gireceği Cehennem’de söz
konusu.)
*
Selanikli’nin sözlerinin devamı, laf olsun torba dolsun
kabilinden konuşup saçmalayan boşboğaz bir geveze olduğunu belgeliyor:
“Gördüğünüz gibi Madam,
dağdağalı ve kanlı bir yaşama alıştıktan sonra da insan, cennet ve cehennemden
söz etmek ve hatta yüce Tanrı’yı bile eleştirmek için zaman bulabiliyor.
“Madam, eğer Tanrımızı
eleştirerek günaha girmemi önlemek isterseniz çarpışmalar dışında kalan
zamanımı, hangi meşgaleyle geçirebileceğim konusunda lütfen bana yol
gösteriniz.”
Şu laf salatasına bakın, kadınla kafa bulup dalga mı
geçiyor, yoksa dozunu kaçırdığı yalakalığı yüzüne gözüne mi bulaştırıyor, belli
değil.
*
Teğmen’in “Atatürk’ün askerî yönü” sözü çerçevesinde Çanakkale’den
bahsederken söz buraya geldi.
Selanikli’nin Filistin
macerasına geçelim..
Önceki yazılarda
açıkladığımız gibi, Osmanlı’nın savaşı tümden kaybetmesine yol açan Filistin
yenilgisinin baş müsebbibi bu adam..
Buradaki “askerî yönü”,
koskoca Yedinci Ordu’ya “Haydi hep beraber kaçıyoruz” demekten ibaret..
Kendisi kaçmayı başarmakla
birlikte ordusu kaçamadı, perişan oldu.
İstiklal Harbi’ne gelelim..
Eskişehir bozgununun
ardından aldığı karar, yine kaçmak, Ankara’yı terk edip TBMM’yi Kayseri’ye
taşımaktı..
TBMM gitmeyi kabul
etmeyince mecburen Ankara’da kaldı.. Ve Meclis’ten diktatörlük yetkileri alarak
Sakarya Savaşı’na katıldı.
Fakat burada da aklı fikri
kaçmadaydı.. Nitekim orduya kaçma emri verdi, fakat bereket versin ki Mareşal
Fevzi Çakmak bu emri fiiliyata geçirmedi ve bir süre sonra Yunan’ın geri
çekilmeye başlamış olduğu anlaşıldı.
Böylece Selanikli,
beleşten zafer kazanan komutan oldu. (Ayrıntıları Kurtuluş Savaşı’nın
Sansürsüz Tarihi adlı kitabımızdan okuyabilirsiniz.)
*
Mustafa Kemal
Büyükihtiraslar, TSK’nın ebedî başkomutanıymış.. Odatv öyle
diyor.
TSK kafa, kalp ve ruh
bakımından ölü ise belki böyle ölü bir başkomutan onlara yakışır.
Değilse, bir ölü, TSK’nın başkomutanı
da değildir.
Eğer hayatta olmayan biri
başkomutan olacaksa, Müslüman’ın ordusunun başkomutanı ancak Fahr-i Kâinat Rasulullah
sallallahu aleyhi ve sellem olabilir.
Haydi Türkler için “ikinci
dereceden başkomutan” bulunduğunu varsayalım, o zaman da sırada Melik-i Muazzam Sultan Alparslan var, bilge kahraman Osman Gazi var, Ebu'l-Feth Fatih Sultan Mehmet var, keramet sahibi Yavuz Sultan Selim Han var..
Var oğlu var..
Bir Alparslan’la Selanikli
kıyaslanabilir mi?!
Sultan Alparslan bütün bir
Anadolu’yu fethedip bize bırakmış, bunun ise kurtardığı bölge avuç içi kadar
bir yer, Ege bölgesi.
Yavuz Sultan Selim Suriye,
Doğu Anadolu, Lübnan, Ürdün, Filistin, Mısır ve Arabistan’ı emri altına almış..
Kendisini Napolyon’la
kıyaslayan Selanikli, tartılacağı adamı doğru seçmiş, kendisi bu milletin
maneviyatını batırdığı için, sonunda herşeyini batıran Napolyon’la
kıyaslanabilir.
Fakat İskender ve Cengiz
gibi dünya fatihlerinin yanında solda sıfırdır, onlarla aynı ligin futbolcusu
değil.
Batılılar’ın onu abartıp
yüceltmelerinin nedeni ise, işgalcilerle birlik olup Osmanlı Devleti’ni tarihe
gömmüş, koskoca bir İslam ümmetinin hilafet kurumunu ortadan kaldırmış, ümmet-i Muhammed'in (s.a.s.) başsız kalmasına yol açmş olmasıdır.
Batı’nın “çağdaş
uygarlığı”na yaptığı hizmet büyük.. (Bazıları bu çağdaş uygarlığa “emperyalizm”
diyor, fakat Selanikli’nin lügatinde emperyalizm yok gibi görünüyor.)
*
Her neyse, biz konuya
dönelim.. Selanikli’nin Mütareke döneminde İstanbul’da çevirdiği dolaplar
üzerinde duruyorduk.
Bir önceki bölümde, Selanikli’nin,
Sultan Vahideddin’e Suriye’den gönderdiği telgrafta, kurulacak yeni hükümette
bakan olma talebinde bulunduğunu görmüştük.
Vahideddin, hükümeti kurma
görevini verdiği Mareşal Ahmet İzzet Paşa’ya, Selanikli’nin bakan
yapılması için ısrarda bulunmuş, fakat kabul ettirememişti.
İzzet Paşa, teklifi
politik (diplomatik) bir dille geçiştirmeye çalışmıştır.
E. Semih Yalçın, (bir
önceki yazıda da atıfta bulunduğumuz) makalesinde şöyle diyor:
Mustafa Kemal Paşa’nın mütarekeden
az önce cepheden yaptığı bu politik teşebbüs, İzzet Paşa tarafından "barıştan
sonra Allah'ın lütfu ile iş birliği yaparız" şeklinde bir cevapla nazikçe geri çevrilmiştir.
(“Mütareke Döneminde Mustafa Kemal Paşa’nın
İstanbul’daki Faaliyetleri (30 Ekim 1918-16 Mayıs 1919)”, Ankara
Üniversitesi DTCF Tarih Bölümü Tarih Araştırmaları Dergisi, Cilt:
17, Sayı: 18, 1995, s. 178.)
Peki, Selanikli Büyükihtiraslar bunun üzerine sesini
kesme olgunluğu göstermiş midir?
Hayır!..
Yüzsüzlük sanatında devrim yaparak İzzet Paşa’ya hesap
sormaya kalkışmıştır.
Yine Semih Yalçın’dan dinleyelim:
… Mustafa Kemal Paşa, İzzet
Paşa'nın "sulhtan sonra Allah' ın lutfu ile işbirliğj yaparız"
şeklinde cevabına o zaman telgraf başında şu karşılığı vermiştir: "Sulh
gecikecektir. Sulha kadar çok buhranlı anlar geçireceğiz. Bu devrede vatana
faydalı olabilirsem düşüncesiyle Harbiye Nezaretini (Milli Savunma
Bakanlığı’nı) istcrniştim. Yoksa sulha vardıktan sonra onun huzur ve sükunu
içinde. Harbiye Nazırlığını benden çok mükemmel ifa edecek zevat bulunabilir.
Bana göre badessulh (sulhtan sonra) refakatimizi (birlikteliğimizi) hiç de
zaruri, hatta lüzumlu görmüyorum”. (s. 180)
Lafa bak!..
Selanik çocuğu, senin
Filistin’deki bütün savaş becerin kirişi kırıp tabanları yağlayarak kaçmak
olmuş, başka da bir marifetin yok, hangi faydadan bahsediyorsun!
Üstelik, barıştan sonra
senden daha iyi bakanlık yapacak askerler vardıysa, barışa kadarki dönemde de
senden daha iyi yapabilecek adamlar var demektir.
Dahası, senin Padişah’a
çektiğin telgraftaki ifadelerin, nasıl hareket edeceğini gösteriyor: Behemahal
sulh, her ne olursa olsun barış!
İzleyeceğin politika bu..
Bunu senden daha iyi
becerecek adamlar niye olmasın?!
*
Sadrazam Mareşal Ahmet
İzzet Paşa, yıllar sonra hatıralarını kaleme alacak ve Selanikli’den şöyle
bahsedecekti:
“M.
Kemal Paşa, istediği kadar Padişah’ın özel memuru olarak
bu işe başlamış [Anadolu’ya gönderilmiş] olduğunu inkâra savaşsın. Benim bu
hususta kanaatim sağlamdır. Çünkü kendisine verilen yetki, şimdiye kadar hiçbir faniye nasip
olmamış bir genişlikteydi. Kendi teftiş (müfettişlik) dairesindeki
askeri kıt’alardan başka komşu kolordulara ve bütün
Anadolu vilayetlerine emri geçerli olacak, memurları istediği gibi görevinden
alacak veya tayin edecektir.
Benim
bildiğim Babıali (Başbakanlık) bu gibi işlerde, özellikle askerlerin
yöneticileri hükmü altına alması meselesinde çok kıskançtır. Hele
gurur ve kıskançlığı delilik derecesinde olan (Damat) Ferit Paşa’nın Sadaret
(sadrazamlık/başbakanlık) makamında [bile] olmayan yetkileri başkasına
bahşetmek istemesi, doğal olmayan bir durumdur. Bu tarihlerde eski
politikasının ilkelerini değiştirerek güya halka hoş görünmek ve güven vermek
için, Tevfik Paşa’yla benim kabinelerimizin (bakanlar kurulumuzun) seçtiği ve tayin
ettirdiği on iki nezaretsiz (bakanlıksız) bakanın katılmasıyla
oluşturulan kabinenin içinde ben de vardım.
Mustafa Kemal Paşa’nın müfettişliğe tayinini içine alan ve yetkilerini
belirleyen belge görüşülüp tasdik olunmak üzere Vükela Meclisi’ne (Bakanlar
Kurulu’na) verildiği tarihten bir hafta on gün önce (Mustafa Kemal) Paşa
fermanını, yetki mektubunu taşıyarak hareket etmiş bulunuyordu.
Bu
haller açıkça gösterir ki bu memuriyet resmî hükümetin değil, Padişah‘ın düşüncesinin ürünü ve tedbirinin
eseridir. Babıali (Başbakanlık) ve Harbiye Nezareti (Savunma Bakanlığı) Saray’dan aldıkları işaretle bunu uygulamaya
koymuşlardır.
Fakat bu gerçeğin gizlenmesi, M. Kemal Paşa’ca olduğu kadar, sinsi
Padişah’ca da gerekliydi. (Mustafa Kemal) Paşa, büründüğü
esrarlı kisveye, gelecek için beslediği emeller
ve hayallere uymaması yönünden (yüzünden) Saray’a bağlılığını gizlemek, memur ve mensubu olduğu hükümdara karşı işlediği iğfal (aldatma),
sözünden cayma, küfran-ı nimet gibi basitlikleri halkın gözünden saklamak, hiç olmazsa hafifletmek istiyor,
Padişah da ne şekilde olursa olsun, bir kimse tarafından aldatılmış olmayı (aldatıldığını itiraf etmeyi) kibrine
yediremiyor, bir yandan da yabancılarca el altından [onlara] oyun yapmak
istediğinin anlaşılmasından korkuyordu.”
(Ahmet
İzzet Paşa, Feryadım, C. 2, İstanbul: Nehir
Y., 1993, s. 214.)
Mareşal, Selanikli’nin
manevî fotoğrafını çok güzel çekmiş:
Gizli gündem ile, takiyye ile gelecek için emeller ve hayaller
kurmak..
Selanikli’nin tabiriyle
“büyük ihtiraslar”..
Saray tarafından görevlendirildiğini gizlemek için lafları eğip bükerek kıvırmak..
Padişah’ı iğfal edip
(gaflete düşürüp) aldatmak..
Üstelik Padişah
kendisine “hiçbir faniye nasip olmamış” olağanüstü yetkiler vermiş, Anadolu
genel valiliği anlamına gelen yetkilerle donatarak onu hem askerlere hem
(valiler de dahil olmak üzere) bütün devlet memurlarına emir verme (hatta
görevden alma, görev yerlerini değiştirme) konumuna getirmişken..
Sözünden caymak..
(İngilizler’e verdiği sözlerden, onlardan tırstığı için caymadı, cayamadı.)
Küfran-ı nimet..
(Sadece Padişah’a karşı olsa neyse, kendisini Ali Rıza ile Zübeyde’nin çocuğu
olarak yaratan Allahu Teala’ya karşı küfran-ı nimette bulundu.)
*
Sanki yeni sadrazam
(başbakan) bununla çalışmaya mecbur..
Selanikli’nin bütün bu şımarıklık
ve haddini bilmezliğinin ardındaki etken, Sultan Vahideddin’e olan
yakınlığı..
Sultan Reşad hayattayken kimsenin bunu adam yerine
koyduğu yoktu..
Reşad hayatta olsaydı
Saray’a böyle bir telgraf çekmek şöyle dursun, kapısının önünden bile
geçemezdi.
“Behemehal barış”
filan diyerek dış politikaya yön vermeye kalkışma işgüzarlığında bulunabilmesi
imkansızdı.
“Falan, filan, feşmekanca
bakan olsun, beni de unutmayın” diyerek “gölge padişahlık” taslayamaz,
“padişahın gölgesi” rolüne soyunamazdı.
“Padişah yaverliği”
unvanına da sahip olamazdı.
Yeni sadrazama böyle
artistlik de yapamazdı..
*
Fakat şimdi, güvenini
istismar edip kullanabileceği bir saf adam bulmuştu: Vahideddin.
Onun sırtına basarak,
takiyye kumaşından yapılmış, gizli gündem makasıyla kesilmiş, yalancılık
ipliğiyle dikilmiş “büyük ihtiraslar” smokinini giyebilir, sahtekârlık
taşlarıyla döşenmiş, hilekârlık asfaltıyla tesviye edilmiş güzergâhtaki yolculuğuna
başlayabilirdi.
Evet, yeni hükümet
kuruldu, ve 30 Ekim günü Mondros Mütarekesi (Ateşkesi) imzalandı.
Vahideddin’in tahttaki
dördüncü ayını tamamlamasına dört gün kalmıştı.
Bir başka deyişle, Selanikli’nin
yıldızı dört aydır parlamaktaydı.
Mondros bir sulh (barış)
antlaşması değildi, mütarekeydi (ateşkesti).
Sulh Antlaşması olarak
önce Sevr gündeme gelecekti.. Bir yıl dokuz ay (21 ay) sonra, 10 Ağustos
1920’de.
Fakat İngilizler’in asıl
planı başkaydı..
Her ne kadar o tarihte
Ankara’daki Selanikli henüz herhangi bir başarı kazanamamış idiyse de, onun
önünün (Osmanlı Devleti’ni devre dışı bırakacak şekilde) açılmasını ve
onunla başka antlaşmaların yapılmasını istiyorlardı.
Bu
gerçeği Türkiye Cumhuriyeti’nin ikinci cumhurbaşkanı, Atatürk’ün sağ kolu İsmet İnönü, uzun yıllar sonra, 1973 senesinde,
Cumhuriyet’in ellinci yılı münasebetiyle verdiği bir demecinde gayet açık,
anlaşılır ve veciz bir biçimde ifade edecekti:
“İstiklâl mücadelesinin başarısı da esasında
İngilizlerin buna karar vermesi ve diğer müttefikleri de bunu kabule mecbur
etmesiyle mümkün olmuştur.”
(Milliyet Gazetesi‘nin
29 Ekim 1973 tarihli sayısından aktaran Fikret Başkaya, Paradigmanın İflası, İstanbul: Yordam Kitap, 2018,
s. 60.)
İngilizler ile
müttefikleri açısından asıl mesele, Batı dünyasının altı asırlık baş ağrısı Osmanlı
Devleti’nin tarihe gömülmesi ve Hilafet kurumunun ortadan
kaldırılmasıydı.
Bu iş için aradıkları
uygun adamı da bulmuşlardı: Vahideddin’in yaveri Selanikli Mustafa.
Selanikli “behemahal
sulh” (her ne pahasına olursa olsun barış) zihniyetinde, “çağdaş
uygarlık” fedaisi “diyaloğa açık” bir adamdı.
Bunu hem İngiliz
subaylarıyla Pera Palas’ta yaptığı görüşmelerinde, hem de İngiliz
istihbaratının (gizli servisinin) İstanbul şefi Rahip Frew (Fro) ile olan
gizli saklı başbaşa görüş alışverişlerinde ortaya koymuştu.
“Behemahal sulh”çu
Selanikli Mustafa’nın ilk hamlesi Fransızlar’la imzalanan Ankara Antlaşması’yla
geldi.
Selanikli, Misak-ı
Millî sınırları içindeki vatan toprağı olan kuzey Suriye’yi ve Halep’i behemahal
onlara bıraktı.
“Behemahal sulh” treni
yola çıkmıştı.. Çuf çuf çuf diyerek yol alıyordu.
Selanikli’nin keyfine
diyecek yoktu.
Son istasyon ise Lozan’dı.
Burada da (Misak-ı Milli
sınırları içindeki) Batı Trakya, Musul, Kerkük ve Ege adalarından behemahal
vazgeçildi.
*
Fakat Lozan sadece bunlar
değildi.
İslam, millî ve manevî
değerler ve Hilafet de Lozan’da feda edildi.
Nasıl feda edildiği
inşallah bir sonraki yazıda.