CUMHURİYET'TEKİ HİLAFET

 




Prof. Dr. İbrahim Canan, “Hadis Külliyatı: Kütüb-i Sitte Tercüme ve Şerhi” adlı eserinin “Fitneler, Hevalar ve İhtilaflar Bölümü”nde “Fitnenin Vasıfları”nı sıralarken, “Din-Sultan Ayrılığı” (din – “siyasal otorite” ayrılığı) başlığı altında laikliğe de bir fitne olarak yer veriyor.

Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem, bu durumu, “Haberiniz olsun, sultan (sulta, devlet, devlet otoritesi) ve Kitap (Kur’an) birbirinden ayrılacaktır” diyerek haber vermiş bulunuyor.

Ve şu uyarıyı yapıyor: “Sakın sakın siz Kitap'tan ayrılmayın!”

Ayrılan, devletiyle (adına devlet diyerek peşine düştüğü “Kitap düşmanı” siyasetçi ve bürokratlarla) Cehennem’e kütük olur.

Hidayet ve hak, Kitap’la beraberdir.

Kitapsız devlet ise, Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem’in sözlerinin devamının ortaya koyduğu gibi, dalalet ve sapıklık dâîsidir, davetçisidir:

“Haberiniz olsun başınıza öyleleri reis (emir, devlet başkanı) olarak geçecek ki, onlara itaat etseniz sizi dalalet ve sapıklığa atarlar, itaat etmeyip isyan etseniz, sizi öldürürler."

Bir tarafta, ebedî helake yol açacak dalalet ve sapıklık, diğer tarafta ölüm.

Rasulullah s.a.s.’in, "Ey Allah'ın Resûlü, ne yapalım peki?" şeklindeki soruya verdiği cevap ise şöyle:

"İsa'nın ümmeti gibi yapın. Onlar, ateşe atıldılar, testerelerle biçildiler (fakat dinlerinden dönmediler). Allah'ın taati uğruna ölmek, Allah'a isyan içinde yaşamaktan daha hayırlıdır."

Böyle ölümü göze alıp hakkı söyleyenlerden birkaçı Ashab-ı Kehf olarak biliniyor:

Böylece biz, birbirlerine sorsunlar diye onları uyandırdık. İçlerinden biri: "Ne kadar kaldınız"? dedi. (Bir kısmı) "Bir gün, ya da bir günden az" dediler. (Diğerleri de) şöyle dediler: "Ne kadar kaldığınızı Rabbiniz daha iyi bilir. Şimdi siz birinizi şu gümüş para ile kente gönderin de baksın; (şehir halkından) hangisinin yiyeceği daha temiz ve leziz ise ondan size bir rızık getirsin. Ayrıca, çok nazik davransın (da dikkat çekmesin) ve sizi hiçbir kimseye sakın sezdirmesin."

"Çünkü onlar sizi ele geçirirlerse ya taşlayarak öldürürler, yahut kendi dinlerine döndürürler. O zaman da bir daha asla kurtuluşa eremezsiniz."

(Kehf, 18/19-20)

*

İster yakılarak öldürülsün, isterse testereyle biçilerek, insanın çekeceği acı üç beş dakikayı geçmez.. 

Bayılır.. Ölür.. 

Ahiretteki azap ise sonsuzdur.. 

Adam onlarca, yüzlerce, binlerce, milyonlarca, milyarlarca, trilyonlarca, katrilyonlarca sene azap görür de, önündeki sonsuzluğun yanında geçmişteki azabı hiç mesabesinde kalır.

İmdi, senin vücudundaki bütün atomları Allahu Teala yaratacak, altındaki yerküreyi, üstündeki yıldızlarla dolu uçsuz bucaksız muhteşem göğü Allahu Teala var edecek, sendeki göz, kulak, el, kol, ayak, mide, ciğer, kalp, kan, sinirler vesaireyi sana Allahu Teala bağışlayacak, bunca meyve ve sebzeleri, yiyecekleri, içecekleri Allahu Teala rızık olarak önüne serecek, ve sen buna karşı “La ilahe illallah” (Allah’tan başka tanrı yoktur) demeye tenezzül etmeyeceksin…

Senin taptığın, tanrı yaptığın İngiliz muhibbi Selanikli Mustafa Atatürk gibi zorbalar aciz birer kul olduğu için, bir insana yapabileceği azabın bir sınırı vardır, Allahu Teala’nın ise gücü kudreti sonsuz olduğu için cezası da sonsuz gelir.

Mükâfatı da sonsuzdur, azabı da..

Üç beş dakikalık yanma veya testereyle biçilmeye sabredip sonsuz, hiç bitmeyen saadete kavuşan mı akıllıdır, yoksa elli yüz senelik (bir damla kan, hezar endişeden ibaret) dünya saltanatı için sonsuz, hiç bitmeyen azabı satın alan mı?

*

Peygamber Efendimiz s.a.s.’in yukarıya aldığımız sözlerini nakleden Prof. Canan, şu ilaveyi yapıyor:

Bu ihbarlar, İslam tarihinde, değişik beldelerde, farklı zamanlarda kerratla [tekrar tekrar] vaki olmuştur. Ahir zamanda çıkıp dinden kopacak umerayı (idarecileri) tanıtma maksadıyla irad buyrulan bir diğer hadiste şöyle buyurulur:

"(Benden sonra) birkısım umera gelecek. Onların batıl sözlerine itiraz edilemez. Bunlar kendilerini şapır şapır ateşe atarlar. Dalalet ve ateşe gitmede birbirlerini takip ederler."

[Abdullah ibni Mübarek’in Kitabü’z-Zühd’ünde de yer alan bu hadîs, Muaviye r. a.’in rivayet ettiği hadîslerdendir.] Hadisi rivayet eden Hz. Muaviye (radıyallahu anh), halkın itiraz etmesi gereken gayr-i adil bir hükmü, aynı camide aynı cemaate üç cuma üst üste hutbede tekrar eder. Üçüncü seferinde bir itiraz yükselince, kendisinin o zümreden [itirazda bulunulamayan devlet adamlarından] olmadığına hükmederek sevinir ve itiraz eden kimseye iltifatta bulunur.

İşte, birilerinin beğenmediği Muaviye r. a. bu.. Samimi mümin olmasa ne böyle yapar, ne de bu hadîsi naklederdi.

Cumhuriyet Türkiyesi’ne gelelim..

İngiliz aparatı Selanikli Mustafa’ya itiraz edilebiliyor muydu?

İtiraz eden biri vardı, Ali Şükrü Bey, muhafız kıtası komutanı Yarbay Topal Osman Ağa’ya öldürttü..

Sonra da TBMM’de “İhtimal bazı kafalar kesilecektir” vecizesini irad etti.

Sonra da gelsin “fikri hür, vicdanı hür, irfanı hür” palavrası..

Hacı Bektaş-ı Velî “Eline, beline (uçkuruna), diline sahip ol!” diyor, bunun kastettiği ise şu: “Uçkuru hür, boğazı hür, midesi hür.”

*

Böyle olduğu için, bu ülkede genç bir haşere, üzerinde “La ilahe illallah, Muhammedün rasulullah” (Allah’tan başka tanrı yoktur, Muhammed onun elçisidir) yazan bayrağı taşıyan bir vatandaşı yumruklama, burnunu kanatma hakkını kendisinde görebiliyor.

Tam da kendisine Türkler’in atası anlamında Atatürk soyadını almış olan Selanikli’ye göre bir çocuk..

Arap bayrağıymış da, dayanamamış da, çok Türk'müş de..

Prof. Canan’ın söz konusu eserinde bayrakla alâkalı olarak şu satırlar yer alıyor:

Ebû Hüreyre'nin bir rivâyetinde şöyle gelmiştir: Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:

"Kim [Müslümanlar’ın halifesine] itaatten çıkar, cematten [İslam toplumundan] ayrılır (ve bu halde ölürse) cahiliye ölümü ile ölmüş olur. Kim de körükörüne çekilmiş (ummiyye) bir bayrak altında savaşır, asabiyet (ırkçılık) için gadablanır veya asabiyete çağırır veya asabiyete yardım eder, bu esnada da öldürülürse bu ölüm de cahiliye ölümüdür. Kim ümmetimin üzerine gelip iyi olana da, kötü olana da ayırım yapmadan vurur, mü'min olanlarına hürmet tanımaz, ahid sahibine verdiği sözü de yerine getirmezse [toplumsal sözleşme anlamına gelen yasal yükümlülüklerini yerine getirmezse] o benden değildir, ben de ondan değilim."

[Müslim, İmâret 53, (1848); Nesâî, Tahrim 28, (7, 123); İbnu Mâce, Fiten 7, (3948).]

Kelime-i Tevhid bayrağı taşıyan şahsa saldırı olayında sorun sadece ırkçılık vahşeti değil.. Burada söz konusu olan basbayağı İslam düşmanlığı..

Çünkü Kelime-i Tevhid Türk’ü, Kürd’ü, Arab’ı, Arnavut’u, Çerkez’i, Çeçen’i, Boşnak’ı, İranlısı, Afgan’ı, Pakistanlısı, Malezyalısı, Endonezyalısı, Berberisi, Sudanlısı, Nijeryalısı, Abaza’sı, Gürcü’sü, Zaza’sı ile tüm Müslümanlar’ın şiarıdır (sembolü, simgesi, alâmeti)..

Özel olarak Arab’a ait değildir.

Türkiye Cumhuriyeti tipi şahısperestliğin şiarı Atatürk heykelleri ve resimleri, İslam’ın şiarı ise Kelime-i Tevhid..

Topkapı Sarayı’nın giriş kapısında da Kelime-i Tevhid yazılı..

*

Kelime-i Tevhid bayrağının hilafet bayrağı olmasına gelince..

Hilafet bayrağı olmasında bir mahzur yok.

Bir defa, Türkiye Cumhuriyeti yasalarına göre hilafet kurumunun ve hilafetçiliğin suç olduğunu söylemek mümkün değildir.

Çünkü hilafet kaldırılırken “Hilafet kötüdür, ortadan kaldırılmalıdır” filan denilmedi.

Yasada denilen şuydu:

“Hilafet, Hükumet ve Cumhuriyet mana ve mefhumunda esasen mündemiçtir.”

Dikkat edilirse, hilafet kurumunun Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin cumhuriyet olma niteliğine ve onun hükümet müessesesine aykırılığından söz edilmiyor, cumhuriyet rejiminde ve cumhuriyet hükümetinde “içkin” olduğu (var olduğu, saklı bulunduğu) söyleniyor.

Dolayısıyla, hilafet kurumuna hakaret edenler, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ne (Cumhuriyet’e) ve Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti’ne hakaret etmiş olurlar.

Kısacası, hilafet kötü birşeyse, onu mündemiç olan (içkin olan, onda içerilmiş bulunan) cumhuriyet rejimi ve cumhuriyet hükümeti de reddedilmesi gereken birşey haline gelir. 

Rüzgâra karşı tüküren, kendi yüzüne tükürmüş olur.. Hilafet aleyhinde zırvalar kusan haşerat, kusmuklarının dönüp şaap diye kendi sözde cumhuriyetçi suratlarına yapıştığının farkında değiller, fakat biz yüzlerindeki sarhoş kusmuğunu görüyoruz ve midemiz bulanıyor.

(Aslında bu mündemiçlik/içkinlik bahanesi bir demagoji ve mugalatadan ibaret.. “Cumhurbaşkanlığı, cumhuriyette ve hükümette içkindir, dolayısıyla ayrıca bir cumhurbaşkanına ihtiyaç yok” demek gibi bir şey.)

*

Hadîste sözü edilen ummiyye bayrak tabirine gelince..

Prof. Canan şunları söylüyor:

Âlimlerin bir kısmı, bununla, gayesi, hedefi belli olmayan mübhem (belirsiz, kapalı) bir umurun (işin, işlerin) kastedildiğini söylemiş, misal olarak bir kavmin asabiyet (ırkçılık) için yaptığı savaşı göstermiştir. Şahsî ihtiras ve gadab yolunda yapılan mukâtelenin (savaşın) de buraya girdiğini ayrıca belirtmişlerdir.

Bayrak tâbirine yer verilmesini nazar-ı dikkate alan bazıları, bu tâbirle hak mı bâtıl mı olduğu meçhul olan bir iş üzerine toplanmış kimselerin kinaye edildiğini söylemişlerdir. Şu halde, hadis, bu çeşit savaşlara katılmayı yasaklamaktadır.

3- Asabiyet:

Sıkca geçen ve kavmiyetçilik, ırkçılık gibi tâbirlerle tercüme ettiğimiz bu kelime, -İbnu'l-Esîr'in açıklamasına göre- "kavmine zulümde yardım eden kimse" mânasına gelen asabî'den gelir. Lügat yönünden asabî, asabesi için öfkelenen ve onları himaye eden kimse demektir. Asabe ise, bâba cihetinden gelen akrabalara denir.

Asabiyet, tarafgirlik demektir.

Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in yasakladığı asabiyetin "zulümde kavmine yardım etmek" olduğu anlaşıldıktan sonra şunu söyleyebiliriz: Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) zamanında insanları, zulümde başkasına yardım etmeye sevkeden en mühim âmil kavmî beraberlik, kan bağı idi. Zamanımızda bunun yerini başka şeyler de almıştır. Bu yeni şey, bâzan ideolojidir, bâzan siyasettir, bazan bölgeciliktir, bazan şu veya bu maksadla teşkil edilen grubculuktur, bâzan grubculuklara karşı olmak düşüncesiyle teşkil edilen grubculuktur, bâzan da eskiden olduğu gibi kabilevi, ırkî birliktir.


SELANİKLİ MUSTAFA ATATÜRK’ÜN VAHİDEDDİN'E GİZLİ İHANETİ

  UĞUR MUMCU'NUN DİLİNDEN KARABEKİR-ATATÜRK KAVGASI – 38   Önceki bölümlerde, Selanikli Mustafa Atatürk’ün mütareke döneminde 13 Kasım ...