ENBİYA SURESİ


 

UŞAĞI CEMAL GRANDA, MUSTAFA ATATÜRK’TEN AKTARIYOR: “PADİŞAH VAHİDEDDİN BENİ İNGİLİZLER’İ VATANDAN KOVMAM İÇİN GÖREVLENDİRDİ”

 








“Bir gün Ankara’da Gazi Orman Çiftliği‘ndeki Marmara Köşkünde sofracı Saip’le oturmuş, konuşuyorduk.”

Atatürk’ün uşağı Cemal Granda konuya böyle girmiş.

Kaynağımız, “Atatürk’ün Uşağının Gizli Defteri: Atatürk’ün Oniki Yıl Hizmetini Gören Cemal (Çelebi) Granda’nın Hâtıraları” adlı kitap.

Yayına hazırlayan, Turhan Gürkan. 

İstanbul’da 1971 yılında Fer Yayınları tarafından yayınlanmış.

Kitabın 164-167’nci sayfaları arası, yazımızın başlığında ifadesini bulan konuyla ilgili.

Evet, Granda, “Bir gün Ankara’da Gazi Orman Çiftliği‘ndeki Marmara Köşkünde sofracı Saip’le oturmuş, konuşuyorduk” diye söze başlıyor.

Devamı şöyle:

Can sıkıntısından konudan konuya atlıyorduk. Kapı aralıktı. Salonda Atatürk, Cevat Abbas‘la derin bir konuşmaya dalmıştı. Onlar kendi âlemlerinde, biz kendi âlemimizdeydik. Saatler ilerliyor, zamanın nasıl geçtiği anlaşılmıyordu.

Saip her fırsatta Atatürk’ü sevdiğini, O’nun için her şeyi göze alabileceğini ileri sürüyor, bense ona:

— Sen Gazi’yi pilavıyla hoşafı için seviyorsun. Bense kafasına, düşüncelerine, başardığı işlere hayranım… Diye takılıyor, sonra şöyle ekliyordum: Savaşta yararlık gösteren bir sürü paşayı sevmiyorsun da yalnız Ata’yı seviyorsun. Bu doğru mu?

Arkadaşım aksini ileri sürüyor, bense onun dalına basmak için adamakıllı sesimi yükseltiyor, sonra kızışına kıs kıs gülerek bakıyordum.

Biz böyle tartışmaya dalmış çekişe duralım, Atatürk sesimizi duymuş, zile bastı, bizi çağırdı. İçeri girdim :

— İçerde kahvehane mi kurdunuz? Nedir bu gürültü… Diye çıkıştı.

*

Selanikli Mustafa Atatürk’ün çıkışmasının, Granda’nın Kâzım Karabekir’i övmüş olmasından kaynaklandığı anlaşılıyor:

Atatürk, konuşmamızı duyup ta beni çağırdığı zaman hiç durmadan Karabekir Paşa’yı öğüyordum. Bilmem ama, çocukluğumda öğrendiğim bir şarkının etkisiyle bu askere kalben bağlanmıştım. Şarkının, daha doğrusu marşın mısralarının tekrarı, aklımda kaldığına göre şöyleydi:

«Çelik gibi kollu, Tunçtan bilekli – Türk hiç yılar mı, Türk hiç yılar mı?»

Aradan yıllar geçtiği halde bu şarkı hiç aklımdan çıkmamıştı. Aklıma geldikçe mırıldanmadan yapamazdım.

*

Söz konusu marşın sözleri ve bestesi Kâzım Karabekir Paşa’ya ait:

Cihan Harbi yangınından bağrı yanık vatana,

Türk’ü boğmak maksadıyla, girdi düşman askeri,

Kan ve yangın başlamıştır; ırz ve namus kalmıyor;

Tehlikeye düştü vatan, yas içinde her yeri.

 

Kahraman halk! Kalk, silahlan! Ahd ü peymân Tanrı’ya

Vur! Ve haykır! Türklük ölmez, Türk de yılmaz, ileri!

 

Çelik gibi kollu, tunçtan ayaklı,

Türk hiç yılar mı, Türk hiç yılar mı?

Türk yılmaz, Türk yılmaz!

Cihân yıkılsa, Türk yılmaz!

 

Göğsü imanlı, temiz vicdanlı,

Türk hiç yılar mı, Türk hiç yılar mı?

Türk yılmaz, Türk yılmaz!

Cihân yıkılsa, Türk yılmaz!

 

Düşmana salsa, tek bile kalsa

Türk hiç yılar mı, Türk hiç yılar mı?

Türk yılmaz, Türk yılmaz!

Cihân yıkılsa, Türk yılmaz!

*

Granda, sözlerini şöyle sürdürüyor:

O akşam Çankaya Köşkü’ne döndüğümüzde Atatürk bana :

— Sen benim Büyük Nutkumu okudun mu? Dedi.

— Okumadım efendim. Diye karşılık verdim. Sonra tekrar sordu :

— Kütüphanenin neresinde biliyor musun?

— Biliyorum, bir pırlanta mahfaza içinde olacak.

— Öyleyse al getir…

Hemen yukarı koştum. Kütüphaneye girerek etajerin camını sürüp, Nutku mahfazasından çıkardım, aşağıya indirdim. İçimde ne yalan söyliyeyim, bir korku vardı.

O sırada sofrada bulunan Ruşen Eşref Ünaydın’a Nutku verdim. Ruşen Eşref, Nutkun sayfalarını çevirdi, çevirdi, Kâzım Karabekir’e ilişkin bölüme gelince durdu. Atatürk’ün yüzüne baktı. Ben yukarı gidince, o günkü olayı konuştuklarını anlamıştım. Sonu ne olacak, altından ne çıkacak diye merakla bekliyordum.

Atatürk, Ruşen Eşref Ünaydın‘a dönerek :

— Oku… Dedi. Sonra bana baktı:

— Sen de dinle… Diye ekledi.

Ruşen Eşref Ünaydın’ın okuduğu bölümleri büyük bir dikkatle dinliyordum. Atatürk te aynı ilgiyle dinliyor, sanki o günleri yeniden yaşar gibi oluyordu.

Gözleri değişmeyen bir noktaya saplanmıştı. Okuma işi bittikten sonra bu konu üzerinde Atatürk’le Ruşen Eşref Ünaydın arasında bir konuşma başladı. Can kulağıyla dinlediğim konuşma, Atatürk’ün Kurtuluş Savaşı’na başlayışının hikayesiydi.

*

Böylece mevzu, Türkiye’de hâlâ tartışılan bir meseleye gelmiş.

Granda’nın tanıklığı önemli.. Selanikli Mustafa Atatürk’ten şunları duymuş:

Atatürk, son Padişah Vahidettin tarafından Saraya çağırılmıştı. Kabul sırasında Vahidettin ilk olarak ona şu soruyu sormuştu:

— Şu gördüğünüz düşman gemilerini buradan nasıl çıkarabilirsiniz?

— O gördüğünüz zırhlılar karada yürümez.

— Peki bu işi nasıl yapabilirsiniz?

— Emredersiniz.

— Ne yaparsanız yapın, fakat bunları buradan kovun

Ve kendisine şu görevi veriyor:

— Yanınıza çalışabileceğiniz maiyetinizi alınızSamsun’a hareket ediniz. Yarın Bandırma vapuru hareketinize hazırdırŞark vilâyetleri askerî müfettişi olarak yola çıkın. Allah yardımcınız olsun…

Padişah Atatürk’ün elini sıkıyor. O da Saraydan ayrılıyor.

Çürük Bandırma teknesi Karadeniz’in azgın dalgaları arasında yol alırken işgal kuvvetleri işi haber almış, fakat çok geç kalmıştır. İngiliz zırhlıları Bandırma vapuruna yetişemeden Atatürk Samsun’a ayak basmıştır.

Konuşmanın burasına gelince Atatürk bana döndü. Anlaşılan o gün Karabekir hakkında Saip’le yaptığım konuşmayı unutmamıştı :

— Onun yerine Samsun’a çıkıp, askeri elbiselerimi yırtıp, üniformamı attıktan sonra Karabekir Paşa benim tayınımı kesmiştir. Millî Mücadele’ye olan hizmetlerini de bu zaviyeden incelemek lâzımdır…

*

Gerçekte, Selanikli’nin Anadolu’da tutunması Karabekir sayesinde oldu.

Hatta Padişah Vahideddin ve İstanbul hükümeti, bir zaman sonra, Selanikli’nin ikircikli söz ve hareketlerinden dolayı gerçek niyetleri hakkında kuşkuya kapılmış ve yerine bir başkasını görevlendirmeyi düşünmüşlerdi. 

Öyle ki, Falih Rıfkı Atay’ın Çankaya’sında anlattığına göre, Erkan-ı Harbiye Reisi Fevzi Paşa (Genelkurmay Başkanı Fevzi Çakmak), Selanikli’yi kulağından tutup İstanbul’a getirmek için Sivas’a kadar gelmişti.

Fakat, Karabekir bunu yapmasına engel olmuştu. Nitekim anılarında anlatmış bulunuyor.

Falih Rıfkı'nın Fevzi Çakmak hakkında bunu yazmış olmasının nedeni, öyle anlaşılıyor ki, onu itibarsızlaştırmak, ve Selanikli’nin ne  büyük zorlukların üstesinden gelmiş “tek kahraman” olduğunu göstermek istemiş olmasıydı.

Birçoklarına göre, Fevzi Çakmak’ın sonraki dönemde Selanikli’ye karşı hep alttan alması ve boynu eğri durmasının nedenlerinden biri, geçmişindeki bu “sabıka”sıydı.

Evet, Selanikli, velinimeti Karabekir’e çok büyük nankörlük yapmıştı.. Vahideddin'e yaptığı gibi..

Karakterinin en bariz vasfı, nankörlüğü.

*

Granda’nın anlattığı (“çıkışma”lı ve Nutuk okumalı) olayın yaşandığı sıralarda Karabekir’in izi tozu kalmamış durumdaydı.

Ne siyasal hayatta, ne sosyal çevrede bir ağırlığı ve etkisi vardı.

Unutulup gitmişti.. Unutturulmuştu..

Fakat, Selanikli Mustafa Atatürk onu unutmamıştı.. Sivil polisler ve ajanlar marifetiyle sürekli olarak takip altında tutuyordu.

Devletin ve milletin imkânlarını, elindeki yetkileri kişisel kaprisleri, tutkuları, kini ve menfaati için kullanıyor, istismar ediyordu.

İzmir Suikasti girişimini bahane ederek Karabekir'i ve arkadaşlarını yargılatmış, idam tehdidini Demokles’in kılıcı gibi başlarının üstünde sallandırmış, arkadaşlarıyla birlikte kurmuş olduğu Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası’nı (Partisi’ni) ülke için tehdit ve tehlike olmakla suçlayarak kapattırmıştı.

Karabekir yalnızlığa ve sefalete mahkum edilmişti.

Fakat, Selanikli’nin öfkesinin, kininin ve nefretinin dinmesine bu da yetmemişti.

Bu yüzden, 1930’lu yılların başlarında onun aleyhine yayınlar yaptırmış, fakat Karabekir cevap hakkını kullanarak söz konusu yazılara medyada cevap vermeye başlamıştı.

Bir süre sonra cevap vermesi de engellenmiş, fakat bu gelişme, Karabekir’in bütün bildiklerini kitaplaştırma kararı almasına yol açmıştı.

Ancak, bastırdığı kitabı Selanikli tarafından daha dağıtıma verilmeden toplatılacak ve imha edilecekti.

Yakılacaktı.

*

Granda sözlerini şöyle sürdürüyor:

Aradan yıllar geçmişti. O sırada gazetelerde Karabekir Paşa’nın anıları yayınlanıyordu. Karabekir bu yazılarında yaptığı hizmetleri sıralıyor «Her şeyi ben yaptım. Ben olmasaydım Türk milleti kurtulamazdı…» gibisinden sözler ediyordu. Atatürk’e de az bir pay bırakıyordu.

O sıralar biz İstanbul’da, Dolmabahçe Sarayındaydık. Atatürk, gazetelerdeki bu yazılara biraz sinirlenmiş olacak ki, birden şunları söyledi:

— Bu şekilde iddiada bulunan adamları akıl doktorlarına göndermek lâzım… Eğer bu memleketi bir Karabekir’le bir Mustafa Kemal kurtardıysa çok yazık… Oturup ağlamak lâzım!

*

Evet, şimdilerde Türkiye’de “Atatürk olmasaydı biz olmazdık, şöyle olmazdı, böyle olmazdı” diyen sürü sepet dangalak var.

Atatürk’leri onlar için “Bu şekilde iddiada bulunan adamları akıl doktorlarına göndermek lâzım” demiş.

Bunu yapmak mümkün değil.. 

İmkânsız..

Bu kadar çok dengesiz deli için yeterli sayıda “akıl doktoru”muz yok. Hangi birini göndereceksin?!

*

Granda, Padişah Vahideddin’in Selanikli’ye verdiği paralardan da bahsediyor:

… Atatürk Kurtuluş Savaşı’na başlamak üzere Samsun’a ayak basmıştır….

Sivas ve Erzurum Kongrelerinden sonra Ankara’ya dönüyor. Bu sırada Ali Fuat Cebesoy, bâzı yardımlarda bulunmuştur. Vahidettin’in kendisine vermiş olduğu yollukların da sonu gelmişti. Elde avuçta beş para kalmamıştı.

Nereden para bulunacağı düşünülürken Diyanet İşleri Başkanı Rifat Hoca çıkageliyor [O zamanlar Ankara müftüsü.. Sonradan başkan yapılıyor]. Hemen cebinden bin lira çıkarıyor ve Atatürk’e:

— Paşam, şimdi sizin paraya ihtiyacınız vardır. Bugünlük bu kadar temin edebildim. Kusura bakmayın… Diye parayı uzatıyor.

— Bu parayı hiç unutmam… Der ve Rifat Hoca’dan sırası geldikçe öğünerek sözederdi. (s. 163.)

*

İNGİLİZ PİYONU ZAMPARA ATATÜRK'ÜN, İŞVERENİ İNGİLİZ İSTİHBARATI (GİZLİ SERVİSİ) ŞEFİ ROBERT FREW İLE MACERALARI

  Mehmet Hasan Bulut’un “ İngiliz Derviş: Yeni Türkiye’nin Doğuşu ve Aubrey Herbert ” adlı kitabı (4. b., İstanbul: IQ Kültür Sanat Yayıncıl...