Celal
Bayar, Selanikli Mustafa Atatürk için
“Seni halife yapmak, padişah yapmak isteyenler oldu” demişti.
Yalan
söylüyordu.
Bununla
beraber, Uğur Mumcu’nun “Kazım Karabekir Anlatıyor”
adlı kitabı, Mustafa Kemal’in bir ara halifeliğe heveslendiğini belgeliyor.
Bir
müftü edasıyla, “Şeriatçı, dinci, siyasal İslamcı” sarıklı bir vaiz gibi
verdiği Balıkesir hutbesi o dönemin ürünü.
Sonra,
bu hevesinden vazgeçiyor. Neden vazgeçtiği konusuna girmeyelim.
Böyle
olmakla birlikte, cumhurbaşkanı olan bir insanın padişah olmasına
ihtiyaç da, gerek de yoktur..
Hele
de kayd-ı hayat şartıyla cumhurbaşkanı olmuşsa, ve de (bakanlık, valilik,
emniyet müdürlüğü gibi) önemli görevlere yapılan bütün atamalar onun
yetki ve sorumluluğundaysa..
*
Ortada
bir parlamento/meclis varsa, cumhurbaşkanını o parlamento
seçiyorsa, fakat meclisin üyeleri de komple cumhurbaşkanı tarafından
belirleniyorsa, yani mevcut cumhurbaşkanı daima kendisini seçecek, kendisi
aleyhinde asla parmak kaldırmayacak kişilerden müteşekkil bir meclis kuruyorsa,
o adamın padişahtan ne farkı vardır?
Con
Ahmed'in devr-i daim makinası gibi.. "Tavuk mu yumurtadan çıkar, yumurta
mı tavuktan?" sorusunu akla getiren bir durum..
Ancak
bu adam, daha baştan cumhurbaşkanı olmasını, “İhtimal bazı kafalar
kesilecektir” diyerek milletvekillerini tehdit etmesine ve onları can
korkusuyla itiraz edemez hale getirmesine borçluydu. Yani olayımızda yumurtalar
tavuktan çıkıyor. Hikayenin başı böyle.
Evet,
adam, TBMM'de karar yeter sayısı oluşmadığı halde “usulsüz” biçimde “darbe”
anlamına gelen bir emr-i vaki (oldu bitti) ile cumhurbaşkanı olmuştu.. Kafa
kesme tehdidi eşliğinde..
Padişahlar
bazen “askerî darbe” yoluyla tahttan indiriliyordu, bu devletsel "tavuk",
onu da düşünmüş, ismi Osmanlıca’da bir nokta farkıyla “kuzu” diye
okunabilen Fevzi Paşa ile orayı da sağlama almıştı.
*
II.
Abdülhamid’den sonra padişah olan Mehmed Reşad, adı var, kendi yok
bir padişahtı. Etkisi ve yetkisi sıfıra yakındı.. “İttihat ve Terakki”cilerin
kuklasıydı.
Dolmabahçe
noteriydi.
Adının
padişah diye adlandırılmasının ne önemi vardı?
Şunu
kabul etmek gerekiyor: Mustafa Kemal, son 300 yılın padişahlarının hepsinden
daha fazla güce ve otoriteye sahipti.
Diktatördü..
Celal Şengör gibiler “dahi diktatör” olduğunu söylüyorlar.
Doğrudur, siyasal
dolandırıcılık, “gizli gündemci”lik ve takiyye alanlarında
olağanüstü bir dehaya sahipti..
Kendisine
güvenip “padişah vekilliği” anlamına gelen yetkilerle Anadolu’ya gönderen
Padişah Vahideddin’i de, Osmanlı Devleti’nin bekası için ter döktüğünü ve
hilafet kurumunu korumaya çalıştığını zanneden milleti de, dahiyane
takiyyesiyle samimiyetine inandırmayı başardı.
Sonra
da Osmanlı Devleti’ni de, hilafet kurumunu da çürük çarık bir tabuta koyup
derin bir mezara gömdü.
Ardından da "dahi diktatör" olarak köşk ve saraylarda danslı balolu bir hayat yaşadı.. Basit bir evde değil, padişahlar gibi sarayda öldü. (Ama padişahların hepsi sarayda ölmedi.. Murat Hüdavendigâr, Fatih Sultan Mehmet, Kanunî Sultan Süleyman gibi sefer sırasında ölenler de var.)
Adının
padişah olup olmaması neyi değiştirirdi ki?
Türkiye’de
adı Sultan olan bir sürü bayan var.. Sultanlıkları kaç kuruş ediyor?! Adı ha
padişah, ha cumhurreisi olmuş, ne önemi vardı ki!
*
Selanikli
öyle böyle bir diktatör değildi, tanrılaştırılmış, put haline getirilmiş bir
diktatördü.
Allah
var, o da, putlaştırılıp tanrılaştırılması için elinden geleni ardına koymadı.
Bunun için çok emek sarfetti.
Millete
“Beni her yerde hazır ve nazır bilin” mesajını vermek istercesine
şehirlerde en görünür yerlere heykellerini diktirmek için
kollarını sıvadı.. Bunun için yurtdışından, dünyanın parasını vererek
heykeltraşler getirtti.
Topkapı Sarayı'nın girişine Kelime-i Tevhid'i
yazdırmalarının gösterdiği gibi insanları Allahu Teala'ya kul olmaya çağıran padişahlardan farkı, bunun kendisini put yapmasıydı.
(Kul,
"köle" anlamına gelir. Arapça'da "o, ö" harfleri
bulunmadığı için köleye kul denilir, Roma için Rum, Romalılar ya da Roma'ya
tabi olanlar için de Rumlar tabirinin kullanılması gibi.. Osmanlı'da, devlet
hizmetine giren "kapıkulu" yani "devlet kapısının
kölesi" bir zümre vardı.. Günümüzde devlet memurlarına "emir
kulu" denilmesi gibi..)
*
Selanikli'nin
"kul"ları, "Sultan'la birlikte Allah'ı da tahtından indirdik"
diyorlardı. Nitekim, Allah'ın uluhiyet (ilahlık) tahtına göz koymuş olan Selanikli, her devlet
dairesinde ve eğitim-öğretim kurumunda bir büstünün bulunmasını,
devlet dairelerine fotoğraflarının asılmasını zorunlu hale
getirmişti.
Paralara
pullara resmini
bastırmayı da ihmal etmedi.
Böylece
milletin kendisine daima “rabıta” yapmasının, her zaman onun
"yüce" huzurunda olduğunu düşünmesinin zeminini
hazırladı.
("Rabıta"
diye bir pratiği bulunan tarikatlarda sadece "şeyhe rabıta"
yok.. Bunun yanısıra "rabıta-i mevt" ve "rabıta-i
huzur" da vardır.. Rabıta-i mevt, yani ölüm rabıtası, ölümü düşünme,
Bediüzzaman'ın Mektubat'ında açıkladığı gibi, dünya
sevgisini kalpten çıkarmak, ahiretteki hesap şuurunu canlı tutmak ve ihlası
kazanmak içindir. Rabıta-i huzur ise, Allahu Teala'nın
huzurunda olduğunu düşünmektir. Tarikat kitaplarında şeyhe rabıtanın geçici bir
pratik olduğu, esas olanın rabıta-i huzur olduğu belirtilir. İslam'a,
medreselere, tasavvufa ve tarikatlara savaş açan Selanikli ise bütün
"rabıta"yı kendi tekeline almak istiyordu.)
Selanikli
zampara, kendisini peygamber ya da tanrı ilan eden asalak
şairimsi taifesine ulufeler dağıtıp ihsanlarda bulunarak potansiyel yalakalara
cesaret ve umut verdi.
*
Öyle
oldu ki, Türkiye’deki yabancı diplomatlar, tarafsız ve nesnel bir gözlemci
olarak, bu milletin, İslam’ı terk edip şirke düşercesine "Selanikli
Mustafa Atatürk’ü adeta tanrı yaptığını" söylemeye başladılar.
Daha
garibi, günümüzde bile, "böylesi yabancıların o zamanki utanç verici
şahitliklerini" Selanikli’nin bir meziyeti gibi övünçle haber yapıp
hatırlatanlar var.
“He,
öyle yapmıştık, aklımızla bin yaşayalım, ne kadar akıllıymışız” tavrı
sergiliyorlar.. Deliye her gün bayram..
Fakat
o yabancıların Selanikli hakkında söylediklerinin hepsini nazar-ı dikkate
almanın kendileri için pek iyi olmayacağını düşünemiyorlar. Çünkü putlaştırdıkları
şahsa dâhilik, bunların payına da angutluk düşmüş durumda.
Mesela
o diplomatlardan “Türkler onu bir tanrı gibi sevdi. Onun tek aşkı
ülkesiydi” diyen adam, “O kendisini tek bir kadına
adayamazdı” da demiş. “Atatürk’ün bazı aşk maceralarını” not
etmiş. (Bu aşk maceralarının kahramanı kadın ya da kızlardan bazıları ne yazık
ki çok uzun yaşayamamışlar, ve beklenmedik nitelikteki vakitsiz ölümleri
birtakım spekülasyonlara neden olmuş.)
Adamın
hem tek aşkı ülkesi, hem de başka bazı aşk marecaları var, nasıl
oluyorsa?..
Selanikli
bizim anlayamayacağımız şekilde çok mu fazla dâhi idi, yoksa, bu lafı söyleyen
yabancı diplomat mı angutluğun dozajını kaçırmıştı, karar vermek zor.
*
Bu
millet Selanikli’yi tanrı gibi sevmedi tabiî ki, bunu yapanlar bir avuç işbilir
asalak putperest yalaka taifesiydi.
Bu
yalakalar taifesinin günümüzdeki izdüşümlerinin ikide bir “Yok
efendim Atatürk olmasaydı şimdi şöyle olurdu, böyle olurdu,
biz olmazdık” vs. şeklindeki zırvaları seslendirdikleri görülüyor.
Selanikli
Ali Rıza ile Zübeyde olmasaydı, Mustafa Atatürk de olmazdı.. İşin ucu böylece
Hz. Adem aleyhisselam’a kadar gider.. Hz. Adem olmasaydı, ne Ali Rıza olurdu,
ne Zübeyde, ne de Selanikli.. (Bazıları, “Hayır, atamızın ecdadı maymun”
diyecek ve işi “Maymun taifesi olmasaydı Atatürk olmazdı” deme noktasına
taşıyacaklardır. Onlarla tartışmıyoruz.)
Osmanlı
Devleti olmasaydı, devletin bir ordusu bulunmasaydı, senin Mustafa Kemal diye
bir paşan da olmazdı.
Alparslan
(Davud Çağrı oğlu Muhammed) olmasaydı, kurtarılacak Anadolu diye bir vatanın da
bulunmayabilirdi.
*
Geçmişi
bırakalım, Selanikli’ye bakalım.. Atatürk olmasaydı, birilerinin dediği gibi
Türkiye işgal altında kalsaydı nasıl bir tablo ortaya çıkardı?
İslam
harflerini mi
yasaklayacaklardı?.. İngilizler Irak’a, Fransızlar Suriye’ye çöreklenmişlerdi,
niye bunu yapmadılar?
Ezanı mı susturacaklardı? Bu niye Irak
ve Suriye’de olmadı?
İnsanlara
zorla şapka mı giydirilecekti?
Kadınların
öğretim kurumlarına başı açık devam etmeleri zorunluluğu mu
getirilecekti?
Şapka
giymeyenler özel devrim mahkemelerinde yargılanıp idam ya da hapis gibi
cezalara mı çarptırılacaklardı?
Yönetimi
eleştirenler, İngiliz ilke ve inkılaplarına karşı çıktıkları
için idam mı edileceklerdi?
Türkçe’yi
bozmak için dil devrimi yapıp Türkçe’deki bin yıllık Arapça ve
Farsça kökenli kelimeleri atmayı mı deneyeceklerdi?
İslam
takvimini bırakıp
hristiyan Avrupa takvimini mi dayatacaklardı?
“Bizim
kimimiz hristiyan, kimimiz yahudi, bundan böyle burada bizim cumartesimiz
ile pazarımız tatil olacak, müslümanın cumasının tatil olması devlet
ve rejim düşmanlığıdır” mı diyeceklerdi?
“Bundan
sonra Şeriat (İslam hukuku) diye birşey yok, artık
Hristiyanlık’tan ve Roma’dan mülhem Avrupa kanunlarına göre yönetileceksiniz”
diyerek dayatmada mı bulunacaklardı?
*
Kemalistlerin
(densiz Fatih Altaylı filan gibi) şerefsizlik ve geri zekâlılıkta “level”
atlamayı başarmış olanlarının “Atatürk olmasaydı babanızın kim olduğu
belli olmazdı” diyenlerine da rastlanıyor.
Osmanlı
Meclis-i Mebusanı’nın (milletvekilleri meclisinin) ve TBMM’nin kabul
ettiği Misak-ı Milli (ulusal yemin) diye birşey vardı. Buna
göre, vatanın sınırları belliydi ve bu sınırlar içindeki topraklardan taviz
verilmesine asla izin verilmeyecek, gerekirse millet, kanının son damlasına
kadar savaşacaktı.
Ne var
ki Selanikli Misak-ı Milli’yi ayaklarının altına alıp çiğnedi, söz konusu
sınırlar içindeki Batı Trakya, Batum, Halep ve çevresi, Musul ve
Kerkük düşmanlara bırakıldı.
Yani
Misak-ı Milli sınırları içindeki o vatan topraklarının bir “kurtarıcı Atatürk”ü
yoktu.
Şimdi o
“Atatürk olmasaydı…” şeklinde aptalca ve edepsizce cümleler kuran
Kemalist/Atatürkçü dangalaklara soralım: Batı Trakya Türkleri’nin
babaları belli değil mi?
Batum’da
kalmış olan Türkler’in babaları belli
değil mi?
Suriye
ve Irak (Kerkük ve Musul) Türkleri’nin babaları belli değil mi?
Onların
babaları kim?
Onların
babaları belli de, sizde akıl bulunup bulunmadığı belli değil.. Meçhul..
Edep,
izan ve terbiye ise hepten yok.
*
Hem
müslüman hem de laik olduğunu söyleyen bazı angutların “Laiklik ateizm
değildir” dediklerine şahit oluyoruz.
Doğru,
Türkiye için bu söylenebilir.
Türkiye
söz konusu olduğunda devletin ateist olduğunu söylemek mümkün değil, devletin
tanrısı Selanikli Mustafa Atatürk.
Türkiye’de Selanikli
zampara diktatöre resmen tanrı muamelesi yapılıyor.
Devletin
kıblesi Kâbe değil, fakat kıblesiz olduğu da söylenemez, kıblesi
Anıtkabir.
Kâbe
gayriresmî bireysel dindarlık içindir, devletin resmî kıblesi ise
Anıtkabir’dir.
Kur’an’daki emir ve yasaklar önemsenmez, fakat
Atatürk ilke ve inkılapları (yani İngiliz ilke ve inkılapları) devlet için
vazgeçilmez nitelik taşır. Değiştirilemez, değiştirilmesi teklif dahi
edilemez, reform kabul etmez; kıyamete kadar geçerlidir.
Selanikli
ölü zampara diktatörün sözleri, yerlerin ve göklerin, hayatın ve ölümün
yaratıcısı Allahu Teala’nın sözlerine üstün tutulur. Îlâ-yı
kelimetillah (Allah’ın sözünü yüceltme) davası Osmanlı ile birlikte
tarihe karışmıştır.
Evet,
Türkiye’deki laiklik ateizm değildir, Selanikli tapınmacılığıdır.
*
Selanikli
Anadolu’ya gönderildiğinde etki ve yetkisinin kaynağı (meşruiyetinin
temeli), elindeki “Anadolu genel valiliği” anlamına gelen müfettişlik
göreviydi.
Resmî
görevinden istifa ettikten sonra ise meşruiyetini önce Erzurum ve Sivas
Kongrelerinde kendisine verilen Heyet-i Temsiliye başkanlığına, daha sonra da
TBMM başkanlığı sıfatına dayandırdı.
Söylediğine
göre, hakimiyet kayıtsız şartsız milletindi ve milleti temsil eden vekiller
(milletvekilleri) kendisine milleti temsilen birtakım kararlar
alma yetkisi vermişti.
Günümüze
gelelim..
İş
tersine dönmüş durumda.. Meşruiyetin temeli olarak Atatürk ilke ve inkılapları
adı verilen İngiliz ilke ve inkılaplarına sadakat ve bağlılık, ve de onlara
uygunluk kabul ediliyor.
Diyelim
ki milletin tamamı “Atatürk ilke ve inkılapları denilen
saçmalıklardan bize gına geldi, artık bunlar tarihin çöp sepetine atılsın”
dedi, mevcut meşruiyet anlayışına göre, otomatikman, “değiştirilemez,
değiştirilmesi teklif dahi edilemez” tanrısal hükümleri çiğnemeye kalkışan
cehennemlik günahkârlar haline geliyorlar.
Sözde
hakimiyet kayıtsız şartsız milletin.. Özde ise hakimiyet tanrılaştırılan
zampara ölünün.. Millet, zampara Atatürk’ün kayıtsız şartsız kulu..
*
Bu
kulluk, Atatürkçü olmayan “fikri hür, irfanı hür, vicdanı hür”
vatandaşlara zorla dayatılıyor.
Fakat,
ölü zamparaya kul olmayı Allahu Teala’ya kul olmaya, hiç zora maruz kalmadan ve
zorlanmadan tercih eden putperestler de var.
Bunlar
Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem’e Avrupa dergi ve gazetelerinde karikatürcüler tarafından
en ağır hakaretler yapılırken Atatürkçülük ve laiklik adına özgürlükçülük
taslar, müteveffa Nihat Genç gibi “İfade özgürlüğünü savunmak ya da var
olmamak” başlığı taşıyan yazılar kaleme alırlar, “Biz de, biz de Charlie
Hebdo’yuz” diye şirret çığlıklar atarlar, fakat putları ölü zamparanın
eleştirilmesi söz konusu olunca “Söyletmen vurun, zehirleyin,
trafik kazasıyla temizleyin, hapse atın, asım kesin!” moduna geçerler.
Evet,
Nihat Genç’in “İfade özgürlüğünü savunmak ya da var olmamak” başlıklı
yazısı odatv.com’da yayınlanmıştı.
Demek
istiyordu ki, Hazreti Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’e her türlü
hakareti rahatça yapabilmeliyiz, yapamazsak yokuz demektir.
Bunun
adına da “ifade özgürlüğü” diyordu.
İfade
özgürlüğüne bu kadar meraklıydıysa işe putu Selanikli zamparayı zımparalayarak başlayabilirdi.
Hayır,
putlarına sıra gelince kimseye asla fikir özgürlüğü tanımak istemezler.
Sonra
da gelsin “Asıl din hürriyeti, asıl inanç hürriyeti ve fikir hürriyeti
laiklikte var” masalları..
*
Bu
Atatürk kulluğuna herkesi ortak etmek için bir de tutmuş “ortak değer”
masalı uydurmuşlar.
Bunlar
daha “değer”in ne olduğunu bile bilmiyorlar.
Hukuk
fakültelerinde okutulan “hukuk felsefesi” kitaplarında oldukça geniş bir
“değer teorisi” bölümü bulunur.
Devleti
“değer” kabul etmek faşizm, şahısları “değer” kabul etmek ise şahıs
tapınmacılığıdır, ilkel putperestliktir.
Değerler
evrensel nitelik taşıyan, zaman ve zemine, devletlere ve ırklara göre
değişmeyen yüce idealler ve üstün ahlâkî ilkelerdir.
Selanikli
Mustafa Atatürk, yaşarken kimilerine faydası dokunmuş, kimilerine de zarar
vermiş bir zampara diktatördür.
Zamparalık
ve diktatörlük nasıl değer değilse, zampara diktatör Atatürk de “değer”
değildir.