DOĞRUYU EKSİK VE YANLIŞ ANLAŞILMAYA AÇIK BİÇİMDE SÖYLEMEK

 




İlahiyatçı Prof. Faruk Beşer, Yeni Şafak’ta yayınlanan “İhtilaftan birlik doğar mı?” başlıklı yazısında şunları söylemişti:

Kısaca ihtilaf sadece ihtimalli meselelerde farklı düşünme anlamında olursa bu hem tabiidir, hem kaçınılmazdır, hem de Allah’ın istemediği bir şey değildir, rahmettir. İnsan iradesinin özgürlüğünün belirtisidir. Bu olmadan tefekkür olmaz, hayat durur. İnsana akıl verilmesinin ve onu kullanmanın bir anlamı kalmaz.

Ancak İslam herkesin sıfırdan başlayıp test edeceği bir ideoloji değildir. Onun; icma, manevi tevatür, sevad-ı azam ya da cumhur ifadeleriyle anlatılan sabit bir alanı vardır. ‘Cemaat’ kavramının anlattığı da budur, günümüzdeki fırkalar cemaat değildir. İşte bu ittifak alanında farklı düşünme, düşünce özgürlüğü değil, mevcuda aykırılık etme, zıt düşme, hilafta bulunma demektir. Bu ise tefrikaya sebep olur, tefrika ise cehenneme götürür. İnsanın şeytana yakın olan yönü nefsidir, Allah’a yakın olan yönü ise ruhudur. Nefis şeytan gibi hep ayrılıktan yanadır.

*

Bunlar doğru…

(Bunlar doğru derken, aslında kendi içinde sorunlu olduğunu da belirtmek gerekiyor.

Mesela “mevcuda aykırılık” tabiri sorunludur. “Mevcuda aykırılık”, sosyolojik bir bakış açısıyla “olan”ı kıstas kabul etme anlamına gelir.

Halbuki, dinî alanda önemli olan “norm”lardır, ilkelerdir.

Burada sosyolojik veya pozitivist bir bakış açısıyla “olan”dan, yani mevcuttan değil, normatif bir yaklaşımla “olması gereken”den söz etmek gerekir.

Beşer’in yukarıya aldığımız sözleri, sevad-ı azam olarak gördüğü Akpartici kesime muhalefet eden “cemaat”leri ya da Saadet gibi partileri hedef alıyor olabilir miydi?

Konuyu güncele getirip “günümüzdeki cemaat”lerden söz etmesi, bu ihtimali akla getiriyor.)

*

İcma, belirli bir zamandaki ilim bakımından yeterli (müctehid) kişilerin belirli bir konuda ittifak etmiş olmaları durumudur.

İcmanın gerçekleştiği dönemde yaşayan sadece bir müctehid bile muhalefette bulunmuş olsa, icma gerçekleşmiş olmaz.

Böylesi bir müctehidin cumhura muhalefet ettiği söylenebilir, fakat dalalet veya fıskla suçlanamaz.

Tevatür ise, yalan üzerine birleşmesi mümkün olmayan çok sayıda insanın verdiği haberdir.

Günümüzdeki “cemaat” diye adlandırılan grupların/fırkaların, İslamî bir terim olarak “cemaat”e karşılık gelmediği de açıktır. Bunlar, belki sosyolojik anlamda cemaat olarak adlandırılabilirler.

Ancak, günümüzün fırkaları sadece bu cemaatlerden ibaret değildir.. 

Partiler ve devletler de birer fırka durumundadır.

*

Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat tabirinde yer alan cemaat terimi, müslümanların, ümmet-i Muhammed’in (s.a.s.) geneli demektir.

Ayrıca cemaat, tanım gereği, “hak üzere olmayı” tazammun eder.

Bu yüzden, ashabın fakîhlerinden, ilimde en ileri olanlarından Abdullah bin Mes’ud r. a. şöyle demiştir: “Cemaat Allah’a itaate uygun düşen şeydir, sen tek başına kalsan bile.”

Sevad-ı azam da, kuru kalabalık değildir.. Mesela diyelim ki İran‘da yaşıyorsunuz, oranın sevadı Şiî diye, sizin de Şiî olmanız gerekmez.

Aynı şekilde, Türkiye’de yaşıyorsunuz diye, Tayyip Erdoğan‘ın “Evet” şiirinde geçtiği gibi “Kemalist müslüman” olmanız kabul edilebilir mi?!.

Söz konusu şiir 2017 referandumu öncesinde Erdoğan’ın seslendirdiği bir klip olarak yayınlanmıştı:

Söyle Cumhuriyete evet diyen Mustafa Kemal sen değil misin?

Evet sensin çocuk.

Onlar umuda hayır dedi mi?

Sen ki atalarının toprağında, anne şefkatiyle, şehit vefasıyla, kardeş teşebbüsüyle büyüdün.

Canla, başla dimdik geleceği düşün.

Şimdi söyle, hazır mısın? Millet için, bayrak için, vatan için, devlet için evet demeye...

*

Evet, bir, ihtilaflı meseleler var.. Bir de sabiteler..

Faruk Beşer’e çok basit bir sorum var: Tayyip Erdoğan’ın Tunus ve Mısır’da Şeriat’e karşı laikliği tavsiye etmesinin hükmü nedir?

Şeriat’e bağlılık, Şeriat’ten yana olma, ihtilaflı bir mesele midir?

Bir soru daha: “Muhafazakâr demokrasi” ideolojisini benimsediğini deklare eden, “siyaset akademisi” diye bir icat yapıp bu ideolojisini anlatan Akparti’ye, sevad-ı azam muamelesi yapılabilir mi?

Bir başka soru: Muhafazakâr demokrasiyi ve laikliği savunan bir kişinin itikadî durumu ne olur?

Son soru: “Mustafa Kemal’li evet şiiri” okuyan Erdoğan’ın, Bursa'da yaptığı konuşmasında, söz konusu referandumda hayır diyenlerin dünya ve ahiretlerini tehlikeye atacaklarını söylemesinin hükmü neydi? 

Müslümanların sabitesi ne ara (atlet, çorap, terlik devrimi vs. vezninde) şapka devrimcisi Mustafa Kemal oldu?

Rejimin "iyi polis - kötü polis" oyununda iyi polis rolünü kapıp kötü polis CHP'nin başaramadığını başarıp müslümanları zihniyet bakımından laikleştirmeniz karşılığında ahirette Allahu Teala'dan beklediğiniz mükâfat nedir?

*

Burada meselemiz herhangi bir referandumda ya da seçimde yapılan tercihin rengi değil..

Meselemiz, “din”in genetiği ile oynanıyor olması..

Erdoğan’a akıl veren birileri kendilerini “din”e uymakla yükümlü görmüyor, bunun yerine “din”i kendilerine uydurmak için bozuyor, tahrif ediyor, genetiği ile oynuyorlar.

Oynadılar. Ve buna devam ediyorlar.

Uyaranlar onları 20 senedir içleri yanarak uyardılar, dillerinde tüy bitti, tonlarca mürekkep harcadılar, onların safsatalarına cevap vermek için kıymetli vakitlerini heder ettiler.

Sonuç ne oldu?


MEVCUT MİLLETVEKİLİ YEMİNİ ANAYASA’YA AYKIRIDIR, DEĞİŞTİRİLMELİDİR!

 





 

Prof. Faruk Beşer’in Yeni Şafak’ta yayınlanan yazılarından birçoğu faydalı ve güzeldi.

Onlardan biri “Dindar gençler için asıl tehlike” başlığını taşıyordu.

Evet yazı güzeldi, fakat eksikti..

Ve bu eksiklik ne yazık ki çok önemliydi..

Önce yazısını okuyalım, sonra da eksik bıraktığı çok önemli noktaya değinelim:

İman ve İslam açısından tehlike ile karşı karşıya olanlar sadece gençler değildir, her aklı başında insanın bu dünyada kendini korumak zorunda olduğu düşmanları vardır. Bu kanun Hz. Âdem’den beri hiç değişmemiştir. Nefsin arzuları, şeytan ve şeytanlaşmış insanlar bu düşmanların başında gelir. Eğer şeytanın kendi mesleğini icra etmek için yetiştirdiği insanlar ve nefis bu düşmanlığı tam olarak yapamazsa şeytan dış güçleri devreye sokmaya çalışır ve başka hileler kullanır. Bu hilelerden biri, öğrenme ihtiyacı duymama, başkasının söyledikleriyle yetinme, aklını ve fikrini birilerine emanet etmedir. Oysa Kuranıkerim’de Allah ‘atalarımız böyle inanıyordu, biz de onlara uyuyoruz’ diyenlerin yanlış yolda olduklarını defalarca söyler. ‘Yaşayan da bir delille yaşasın, ölen de bir delille ölsün’ buyurur.

Dini kendi çıkarları için kullanmak isteyen bazı hainler de bundan yararlanır ve etrafına topladıklarını öğrenmemeye, söyleneni itiraz etmeden kabule teşvik ederler. Başta Kuranıkerim olmak üzere onların dini anlamayacaklarını onlara telkin ederler. Bunun için kitaplar dolduracak kadar edebiyat geliştirmişlerdir.

Bu insi şeytanlar da iki koldan çalışırlar. Bir kolu sapık tarikatlardır. Onlar da bu tahribatı iki sebeple yaparlar. Biri; dini, imanı, şeriatı, Kitabı, Sünneti yeterince bilmedikleri için kendilerini gerçekten mürşit sanmaları, insanları yoldan çıkardıktan sonra, Kuranıkerim ifadesiyle ‘güzel bir iş yaptıklarını zannetmeleridir’.

İkincisi, niyeti daha başlangıçtan bozuktur, özellikle de dini heyecanları olan cahil gençlerin kandırılıp sömürülmeye müsait olduklarını şeytanlıkları sebebiyle bildikleri için, onları bile bile kandırıp kendilerine kul köle yaparlar, onların maddelerini manalarını sömürürler.

Bunlara bakıp tasavvufu bir bütün olarak reddetmek de başka bir şeytani aldatmadır. Tarihten günümüze İslam’ı daha hassas ölçülerle, özellikle de nefis tezkiyesi ve ahlak olarak yaşamak isteyen sağlam bir tasavvufi damar hep var olagelmiştir. O halde mesele tasavvuf ya da tarikat meselesi değil, cehalet meselesidir.

Şeytanların insanları ve özellikle de gençleri yoldan çıkardıkları ikinci kol cihat gibi yüce bir duygunun yanlış anlatılması ve böylece de aslında çok nadir bulunan bu ulvi duygunun adeta topraklanıp, üstelik bir de başkaları adına heder edilmesidir. Bunun sebebi de yine cehalettir, yani İslam’ın temel doğrularının bilinmemesidir. Ya da yine hıyanettir, ipin ucu başkalarının elindedir.

Benim acizane gördüğüm manzara şudur. İslam’ın ve Müslümanların dış düşmanları bu iki zayıf noktayı da çok iyi tespit etmişler. Bugün bunları Müslümanların parçalanmaları ve kendi kendilerini bitirmeleri için kullanmaktadırlar. Bunun özel bilimini dahi yaptırıyorlar. Bugün sosyolojinin çatışma çıkarma, ya da istedikleri yerlerde çatışmaları önleme gibi alt dalları var. Vurmak kırmak, gücünü dağıtmak istedikleri İslam ülkelerini artık onlar için daha pahalı olan topla tüfekle, bomba ile değil, kendileri oluşturdukları bu tür örgütlerle perişan ediyorlar. IŞİD bunların en belirgin olanlarından biridir. Buna rağmen bizim imanlı ve cihat aşkıyla tutuşan pek çok gencimizin bunu gerçekten bir cihat hareketi olarak gördüğü ve katılmak için can attığı da ortada. Oysa cihat da, Efendimizin ifadeleriyle ‘kıyamete kadar devam edecektir’. Ama cihat düşmana karşı yapılır. Cihadın en büyüğü de bilgi ile olan cihattır. Etrafına on kişi toplayan cihat diye eylem yapmaya kalkışıyor, birileri de onu kullanıyor.

Müslümanları mağlup etmenin en etkili yolunun bu olduğunu öğrenen dış düşmanlar sadece bu örgütleri kendileri kurmuyorlar, ayna zamanda akidesi bozuk kişileri, tarikatları ve oluşumları da maddeten destekleyip onlara gaz veriyorlar. Tahribatı, dağılmayı, parçalanmayı, iç çatışmaları bu maşalar aracılığı ile yapıyorlar. Televizyonlar kurduruyor, ya da uygun olanları destekliyorlar. Bunlar o kadar açık yapılıyor ki, bilgi ve basiretle bakanların anlamaması mümkün değil.

O halde yapılacak iş, İslam’ın en öncelikli dairesinin herkes tarafından iyi bilinmesidir. Herkes âlim olamaz ama herkes bilgili ve akıllı bir Müslüman olabilir. Seyyid Kutup, Müslüman bir gencin temel İslamî bilgileri öğrenmedikçe ve İslam’ı kendi İslam’ı kılmadıkça başka şeylerle meşgul olmaması gerektiğini söyler. Eskiden tarikatlar da böyle imiş; kitaptan ve Sünnet’ten imtihanı geçemeyenler tarikata alınmazmış.

Tek başına Müslüman kalabilmek zordur, elbette güç birliği yapmak, yine Kuranıkerim’in ifadesiyle dürüst insanlarla beraber olmak önemlidir, ama hiç kimse İslam’ı paket program olarak alıp kullanmamalıdır. O yapıyorsa mutlak doğrudur denebilecek hiçbir âlim, hiçbir mürşit yoktur. Bu sebeple Allah bazı sahabileri Resulüllah’a dahi, ‘neden böyle, ya Resulüllah?’ diye sordurmuştur. Bu durum onların örnek nesil olması için Allah’ın özel olarak yaptığı bir şeydir.

*

Beşer “dış düşmanlar”ın oyunlarından söz ediyor.

IŞİD örneğini vermesi, akla ABD gibi güçleri getiriyor.

Ancak, bir de iç düşmanlar var..

Ve bunlar, sapık ya da cahil tarikatlardan ibaret değil.

İslam dünyası olarak bilinen devletler topluluğunun mevcut üyelerinin kimi kurumları da o sapık ya da cahil tarikatlardan daha iyi durumda değiller ne yazık ki..

Nitekim, ahir zaman ve kıyamet alametleriyle ilgili hadîslerde, bir zaman gelip samimi müslümanların sığınabilecek yer bulamayacakları, sultanlarından, yani devletlerinden zulüm görecekleri belirtiliyor.

*

Cihat kavramını IŞİD gibi CIA ürünü örgütler istismar ediyorlar da, mevcut laik (yani dini olmayan, dinsiz) devletler istismar etmiyorlar mı?!

Mesela, milletvekili, hatta sıradan bir memur yapmak için bile Atatürk ilke ve inkılaplarına (ve bu arada laikliğe, yani dinler arasında tarafsız kalmaya) bağlılık yeminini vatandaşlarına dayatan Türkiye Cumhuriyeti Devleti, kendisi için ölen askerlerine şehit unvanını veriyor ve cami önlerindeki cenaze merasimlerinde onları cennetle müjdeliyor.

Bu, istismar değil mi? Ya da bu da istismar değilse, istismar nasıl birşeydir?

*

Üstelik söz konusu milletvekili ve memuriyet yemini, mevcut Anayasa’ya da aykırı..

Mesela Madde 5’le çatışıyor:

“Devletin temel amaç ve görevleri, Türk milletinin bağımsızlığını ve bütünlüğünü, ülkenin bölünmezliğini, Cumhuriyeti ve demokrasiyi korumak, kişilerin ve toplumun refah, huzur ve mutluluğunu sağlamak; kişinin temel hak ve hürriyetlerini, sosyal hukuk devleti ve adalet ilkeleriyle bağdaşmayacak surette sınırlayan siyasal, ekonomik ve sosyal engelleri kaldırmaya, insanın maddi ve manevi varlığının gelişmesi için gerekli şartları hazırlamaya çalışmaktır.

Bahis konusu yemin, insanın inanç ve fikir hürriyeti gibi en temel bir hakkını hukuk ve adaletle bağdaşmayacak şekilde sınırlıyor.

Çünkü, Atatürk ilke ve inkılaplarının kapsama alamına giren konularda Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarına fikir ve inanç hürriyeti tanımıyor.

Çağdışı (çağımızın dışında kalmış olması itibariyle çağ dışı) ölmüş bir adamın Atatürk ilke ve inkılapları denilen kişisel ve sübjektif düşünce ve icraatını insanlara sanki gökten inmiş vahiy gibi “mutlak gerçeklik” ve “dogma” olarak dayatması itibariyle de insanın manevî varlığının gelişmesini engelleyici nitelikte.

Bilimsel gelişme ve ilerlemeyi yok sayması itibariyle aklî gelişime de aykırıdır. Çünkü bu yemin, Atatürk ilke ve inkılaplarının kapsama alanına giren konularda aklın kullanımını yasaklıyor.

*

Bu yemin Madde 10’a da aykırıdır:

Herkes, dil, ırk, renk, cinsiyet, siyasi düşünce, felsefi inanç, din, mezhep ve benzeri sebeplerle ayırım gözetilmeksizin kanun önünde eşittir.

Hiçbir kişiye, aileye, zümreye veya sınıfa imtiyaz tanınamaz.

Lafta böyle, uygulamada ise Kemalist (Atatürkçü) zümre imtiyazlı.

Ayrıcalıklı.. 

Türkiye'de değiştirilemez, değiştirilmesi teklif dahi edilemez ayrıcalıklara sahip zümreler var.

Atatürkçülük (Kemalizm) bir “siyasî düşünce”..

Onu “felsefî inanç” kabul etmek de mümkün.

Peki Türkiye’de Şeriatçılarla Kemalistler kanun önünde eşit mi?

Kemalist/Atatürkçü, inandığı siyasal düşünce (Atatürk ilke ve devrimleri) doğrultusunda yemin ederek inancının gereğini yerine getirmiş oluyor.

Peki bu yemini etmek zorunda bırakılan müslüman (sosyolojik müslüman değil, inanç müslümanı) inancının gereğine göre yemin edebiliyor mu?

Tabiî ki hayır..

*

Zaten öyle yemin edilecek olsa hemen “Laiklik çiğneniyor, laiklik isterük!” naraları atılır, laikler savaş baltalarını topraktan çıkarmak için hemen kazma küreğe sarılırlar, savaş tamtamlarını çalan davulcu sanatkârları gulu gulu dansı yapmaya başlarlar.

TBMM eski Başkanı İsmail Kahraman’ın “içinden laiklik geçen” bir konuşması yüzünden bir bardak suda ne fırtınalar kopartıldığını hatırlıyoruz: Kılıçdaroğlu, Bahçeli ve Akşener hemen “çılgın Türkler” olarak gözlerine ve sözlerine vahşi bir hava verip çılgınca nutuklar atmaya başlamışlar, sonra da sazı Erdoğan alıp Kahraman’a ayar vermişti.

Karamollaoğlu ise susmuştu.

“Ya hu bu ne çılgınlık! Biraz akıllı olun, hemen dellenmeyin!” demesi gerekirken susmuştu.

Çünkü Türkiye’de din ve vicdan hürriyetinin aslı astarı olmayan bir efsane, herkesin inanmış görünmeyi çıkarına uygun bulduğu büyük bir palavra olduğunu, kendisinin konuşması durumunda işin partisinin kapatılması noktasına kadar götürülebileceğini, derin devlet adı verilen her zaman aç laik (siyasal dinsiz) çetenin kan kokusu aldığı için ağzının suyu akarak kenardan olayı seyretmekte olduğunu biliyordu.

*

Bu yemin Madde 17’ye de aykırıdır:

“Herkes, yaşama, maddi ve manevi varlığını koruma ve geliştirme hakkına sahiptir.”

Peki bir müslüman böyle yeminle dayatılan dogmalar, siyasal düşünce ve felsefî inançlar karşısında kendi hür ve bağımsız manevî varlığını nasıl koruyacak ve geliştirecek?

Böylesi bir durumda hür ve bağımsız bir manevî varlıktan söz edilebilir mi?!

Edilemez!..

Çünkü, İslam dışı (İslam şeriatiyle yönetilmeyen) devletlerin ve rejimlerin temel özelliği, insanlara gerçek (tam) bir hürriyet vermemeleri, bir hürriyet illüzyonu ve içi boş söylemlerle, kırıntı kabilinden özgürlüklerle insanları aldatmalarıdır.

Bu gerçeği merhum Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır hoca, Hak Dini Kur’an Dili tefsirinde En’âm Sûresi’nin 136’ncı âyetini açıklarken çok veciz bir biçimde anlatıyor:

… Burada iman ile şirki, önce biri inanca, biri amel’e (fiil, eylem ve davranışa) ait olmak üzere iki açıdan düşünmelidir. Önce inanç açısından Allah’ı birleyen bir müminin Allah’tan başka hakem ve Allah’ın hükmünden başka hüküm (yasa, kanun) tanımadığı için, bütün iş ve hareketlerinde yalnız o ölçüden hareket etmesi ve bundan dolayı kâr ve kazancında Allah’tan başkasının hükmü adına bir kazanç sevdasında bulunmayacağı gibi, Allah’tan başkasının hükmü adına bir masraf da yapmaması ve ne harcarsa yalnız hak ve adaletli olan Allah’ın hükmü adına ve yalnız ilâhî kanuna uygun bir harcama seçmesi gerekir. Ve böyle olan harcamaların da hepsi sonuç itibariyle hayırlı ve faydalı olur. İnanç bakımından böyle olan, Allah’ı birleyen bir mümin bu iman ve inancını amel açısından da böyle tatbik edebilirse, inanç ve amel bakımından tam mümin, kâmil bir müslüman olur. Ve “âkıbetü’d-dâr” (dünya yurdunun sonu) onun, o inanç ve amelde bulunanların olur. Bu inancını amellerinde tatbik etmezse, o zaman da inanç bakımından mümin olmakla beraber, amel bakımından bir müşrik durumunda bulunur ve fasık olur. Ve bundan dolayıdır ki, zorunlu da olsa müşriklerin uyruğu altında kalıp hükümlerine ve amellerine uyup ve iştirak etmek mecburiyetinde bulunanlar inanç veya amelle ilgili şirke sürüklenmekten uzak kalamazlar. Kalb ve inanç itibariyle karşı olmakla beraber, amel bakımından muvafakatı amelî şirki, kalben rıza göstermek ise itikâdî şirki gerektireceğinden yukarda Eğer onlara itaat ederseniz muhakkak müşrik olursunuz (En’âm, 6/121) buyurulmuştu.

*

Gelelim madalyonun arka yüzüne..

Ne yazık ki Anayasa türküsü salt bu hak, hukuk, adalet ve hürriyet nağmelerinden oluşmuyor.

Aralara korku filmlerindeki insanın yüreğini hoplatan çığlık ve gürültüleri hatırlatan ifadeler de serpiştirilmiş.

Mesela Madde 14:

“Anayasada yer alan hak ve hürriyetlerden hiçbiri, Devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğünü bozmayı ve insan haklarına dayanan demokratik ve lâik Cumhuriyeti ortadan kaldırmayı amaçlayan faaliyetler biçiminde kullanılamaz.”

Bu madde mucibince, Müslüman’ın “manevî varlığını koruma ve geliştirme” faaliyeti istenilen (ya da fırsat bulunan) herhangi bir zamanda “laik Cumhuriyeti”, yani laikliği ortadan kaldırmayı amaçlayan faaliyet olarak yorumlanabilir.

Geçmişte yorumlandı..

Bu yüzden Milli Nizam Partisi, Refah Partisi ve Fazilet Partisi kapatıldı.

Madde 12 de aynı durumda:

“Temel hak ve hürriyetler, özlerine dokunulmaksızın yalnızca Anayasanın ilgili maddelerinde belirtilen sebeplere bağlı olarak ve ancak kanunla sınırlanabilir. Bu sınırlamalar, Anayasanın sözüne ve ruhuna, demokratik toplum düzeninin ve lâik Cumhuriyetin gereklerine ve ölçülülük ilkesine aykırı olamaz.”

Mesela bir müslüman olarak Allahu Teala’nın haram kıldığı davranış ve eylemlerin yasaklanmasını talep ettiğinizde inancınız, maneviyatınız ve siyasal düşünceniz bu maddeye takılıp yere kapaklanabilir.

*

Bütün bunlar şu anlama geliyor:

Bir Kemalist/Atatürkçü ile bir müslüman yan yana geldiğinde ikisi vatandaş olarak eşit, fakat Kemalist olan, (Orwell’in tabiriyle) “daha eşit”..

Böylece, merhum Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır rh. a.’in Hak Dini Kur’an Dili adlı tefsirinde Fatiha Suresi’nin açıklarken anlattığı bir başka gerçeğe ulaşıyoruz:

Sözlü ve yazılı İslami eserlerde hürriyet, kişi haklarına sahip olmaktır (Keşf-i Pezdevî). Bunun tam tersi, haklarına başkasının sahip olması demek olan esirlik ve köleliktir. [Orijinali: “Lisanı İslâm’da hürriyyet, hukukuna malikiyyet diye tarif olunur, (Keşf-i Pezdevî) ki bunun zıddı hukukuna başkasının malik olması demek olan esaret ve rıkkiyettir.”]

Hakların (hukukun) aslı ise, Allah’ın koymuş olduğudur. Bundan dolayı her hangi bir kişi Allah’ın koyduğu hukuku, kendi rızası olmaksızın, başka bir insanın yaptığı diğer bir hukuk ile değiştirmeye, bozmaya veya tasarrufta bulunmaya mahkûm olabiliyorsa  o artık yalnız Allah’ın kulu değildir. Ve onda bir esirlik payı vardır. Artık onun vecibeleri ve vazifeleri (görev ve sorumlulukları) yalnız hakkın gereği için  değil, şunun bunun heves ve isteğine tabidir. [Orijinali: Asl-ı hukuk ise vaz’-ı ilâhidir. Binaenaleyh herhangi bir ferdin vaz’-ı ilahi olan hukuku kendi rızası munzam olmaksızın diğer bir vaz’-ı beşerî ile tebdil, tağyir veya tasarrufa mahkûm olabiliyorsa, o artık yalnız Allah’ın kulu değildir. Ve onda bir hisse-i esaret vardır. “Ve artık onun vecaib ü vezaifi mahzı hakkın icabına değil, şunun bunun keyf ü iradesine tabidir.”]

Bundan dolayı Allahü Teala’yı tanımayan kimsede, haklarına (hukukuna) sahip olma anlamında hürriyet hakkını farz etmek bir çelişki olduğu gibi, Allahü Teala’dan başkasına kul olanlarda da, hürriyet farz etmek imkânsızdır. Ve bunun için hürriyete kâfil olma, yalnız Allah’a kulluktadır. Ve doğru yolun başlangıç noktası bu kulluk ve dünya ile ilgili ilk maksadı da en büyük nimet olan bu hürriyet hakkıdır. Bunun başı da Allah vergisi nimetlerden olan hayat ve kazanılan nimetlerden olan imandır. (Binaenaleyh Hak Tealâyı tanımayan kimsede hukukuna malikiyet manasına hakk-ı hürriyet farz etmek bir tenakuz olduğu gibi, Hak tealâdan başkasına kul olanlarda da hürriyet farz etmek imkânsızdır. Ve bunun için zâmini hürriyet yalnız Allah’a ubudiyettedir. Ve sırat-ı müstakimin mebdei bu ubudiyet ve ilk gaye-i dünyeviyesi de nimet-i uzma olan bu hakk-ı hürriyettir. Bunun başı da niam-ı vehbiyeden hayat, niam-ı kesbiyeden imandır.)

Evet, hukuk, işte budur!

Mevcut Anayasa’nın sözünü ettiği hukuk ise İslam açısından (Atatürk ilke ve inkılapları açısından değil, İslam açısından) Allahu Teala’dan başkasının kulu ve kölesi haline gelmekten ibarettir.

*

Faruk Beşer’in yazısına dönelim..

İslam dünyasında sorun sadece onun dikkat çektiği şekilde sapık ve/veya cahil tarikatlar değil.. Asıl sorun mevcut devletler ve rejimler..

O tarikatların birçoğunun bozuk hale gelmesinin sebebi ya da etkeni de yine bu devletler.. İstihbarat teşkilatları vasıtasıyla hepsini içeriden dizayn ediyor, bir zaman sonra tümden ele geçiriyorlar.

Bazen de yeni dinî hareketler ve dinî önderler üretiyorlar.

Mesela, Genelkurmay İstihbarat Dairesi eski Başkanı emekli Korgeneral İsmail Hakkı Pekin, Fethullah Gülen ile Mehmet Şevket Eygi’nin Özel Harp tarafından keşfedilip sivriltilmiş olduklarını açıkladı. Daha önce de Latif Erdoğan gibi isimler Fethullah’ın CIA-MİT konsorsiyumunun adamı olduğunu dile getirmişlerdi. Buna göre, sonradan CIA, stratejik ortağı MİT‘e kazık atmış, Fethullah’ı tek başına kullanmaya başlamış bulunuyor.

28 Şubat’ın Müslüm Gündüz’ü de aynı durumda.. Benzer şekilde Nurcu grupların birçok liderinin derin devletin adamları oldukları biliniyor (Ki bazılarının adlarını Mehmet Kutlular ve Mustafa Kaplan gibi isimler açıkladılar).

Birçok tarikat, dergâh ya da tekkenin de vaziyeti böyle.. Bunlara tarikat niteliği taşımayan başka cemaat, grup, klik ve sivil hareketleri de ekleyebiliriz.

*

Evet, tarikatlardan önce devletleri, hem de yabancı devletler kadar İslam dünyasındaki devletleri konuşmamız gerekiyor.

Tabiî bir de partiler ve parti liderleri meselesi var.

Yani sorun sadece sapık ya da cahil şeyhler değil..

Mesela Erdoğan, Arap Baharı sırasında Tunus ve Mısır’da Şeriat’e karşı laiklik tavsiyesinde bulunmuş, İsmail Kahraman‘ın anayasa ve laiklik konusundaki malum açıklaması üzerine de o tavsiyesini tekrar hatırlatmıştı..

Dinde zorlama yoktur, Erdoğan istediği gibi inanabilir, Şeriat’e karşı laikliği benimseyebilir, fakat böyle bir siyasetçi 2017 referandumundan önce Bursa’da, kendisinin arzusu hilafına oy kullanacak vatandaşlara “Dünyanızı ve ahiretinizi tehlikeye atmayın!” diye seslenebilmişse, ortada şu sapık tarikatlar meselesi kadar ciddi ve önemli bir çarpıklık var demektir.

Halbuki, Hz. Ebubekir bile, yerine tavsiye ettiği Hz. Ömer için, “Kanaatimce en layık olan odur, fakat eğer zulmederse ben gaybı bilmem” demişti. “Ömer’in hilafetini kabul ederseniz ahiretiniz garanti” diye konuşmamıştı.


SELANİKLİ MUSTAFA ATATÜRK’ÜN VAHİDEDDİN'E GİZLİ İHANETİ

  UĞUR MUMCU'NUN DİLİNDEN KARABEKİR-ATATÜRK KAVGASI – 38   Önceki bölümlerde, Selanikli Mustafa Atatürk’ün mütareke döneminde 13 Kasım ...