Altay Cem Meriç ile Murat Gezenler’in teşrî’ ve
şirk konulu tartışması üzerinde duruyorduk.
Gezenler’in kafasının bazı konularda karışık
olduğu doğru, fakat Meriç de usul meselesini kafasında oturtamamış.
Altay Cem’in, söz konusu tartışmada önce usul
konusu üzerinde durduğu görülüyor.
Orada söylediklerini dün (3 Aralık 2024) “Allah'ın indirdiği ile hükmetmeyenler(1) || Asıllar” başlıklı bir video ile açmaya çalışmış..
Kullandığı kavram ve
terimleri açıklamış.. Meramını daha iyi anlatmış.
*
Söylediklerine bakıldığında, Hz. Ali
radiyallahu anh’in Haricîler için kullandığı “Hak bir söz ile batılı
kastediyorlar” tespitine benzer bir durumdan söz edilebilir mi?
Yani, doğruya/hakka vasıl olmak için
kullanılması gereken usul ilkelerini, bu tartışmada, batıla dolaylı destek
olmak için istismar etmeye çalıştığı sonucuna varılabilir mi?
Bu konu üzerinde durmak gerekiyor.
*
Mesela, Gezenler ile tartışmasında
sarfettiği şu sözlerine bakalım:
“Akaid zanna
bina edilmez. Kat’î olan şey de kat’î delil ister. Zannî delil üzerine kat’î
olan birşeyi ikame edemezsiniz. … Biz bir önceki konuşmamızda da, görüşünü
yanlış bilmiyorsam, bu meseleyi, özellikle bu parlamentoya girme meselesini
aslî küfür olarak gördüğünü söylediğini duymuştum. … Örnek vermek gerekirse
icma, normalde bizim fıkıh usulümüzde kat’î bir delildir, fakat aklen kat’î bir
delil değildir. Mesela Hristiyanlar tesliste icma ederler, fakat biz onların
icmasını bağlayıcı bulmayız… İcma bizim [Müslümanlar olarak] birbirimize karşı
kullanacağımız bir delildir. Fakat akaid şöyle bir mevzu: Burda konuştuğumuz
konu aslında ne İslam’dır, ne değildir. Yani biz aslında İslam’ın sınır
çizgilerini çizmeye çalışıyoruz. O yüzden pekçok zaman ayağımızı bu sınırın
dışına basmamız lazım ki dışardan bakalım. Çünkü İslam ve İslam değil hakkında
konuşuyorsak, mesela bu din kime hitap ediyor diye sorduğumuzda şunu
söyleyebilirim ben: Dil bilmeyen, aptal, cahil, usul bilmeyen bir Japon’a hitap
eder bu din. Yani burda getirilen akaidin aslî küfür olduğunu ispatlayacağı
düşünülen delillerin, böyle bir insanın anlayabileceği deliller olması lazım.
Zannî olmaması, böyle bir insanın anlayabileceği deliller olması gerekir. Çünkü
böyle bir insan mükelleftir. Ya da böyle bir insan mükellef değilse, insanların
yüzde 99’u mükellef değildir.”
*
Usulden anladığın buysa, usul namına
hiçbir şey öğrenmemiş olsan daha iyiymiş.
Bir taraftan “Akaid zanna bina
edilmez” diyorsun, diğer taraftan, “dil bilmeyen, aptal, cahil, usul
bilmeyen” bir Japon’un benimseyeceği “akaid”den söz ediyorsun.
Adam cahilse, aptalsa, usul
bilmiyorsa, kat’î ile zannîyi nasıl ayıracaktır?
Böyle biri, İslam hakkında birşey
duyduğunda, ne kadarının kat’î delillere dayandığını, ne kadarının zannî
olduğunu nasıl anlayacaktır?
“Böyle bir insanın anlayabileceği deliller”den söz ediyor.. Böyle birine deliller anlatılmaz, ona delillerden çıkan sonuç anlatılır.
Ne yapacaksın, adama Kelam dersi mi
vereceksin?
*
Böyle biri, mesela, “Allah’ın
indirdiği ile hükmetmeyenler kâfirlerin ta kendileridir” ayetinin neye
delalet ettiğini anlayamaz mı?!
Bunu da anlayamıyorsa, Kur’an’ın
hiçbir ayetini anlayamaz.
İslam’ı tebliğ ettiğin kişiye,
müslümanın Allah’ın indirdiği ile hükmetmek, onları uygulamak zorunda olduğunu
açıklamak zorundasın.
Bunu söylediğinde, en aptal adam
bile, bu emrin, kişiye (mükellefe, yükümlüye) gücü ölçüsünde sorumluluk yüklediğini
anlar.
Ne diyeceksin adama, "Allah emir ve
yasaklar getirmiş ama, bunlarla hükmetme konusu tartışmalı, zannî bir
mesele, dolayısıyla itikadımızda bu yok, bunu önemseme" mi diyeceksin?!
*
Kur’an ayetleri birbirini tefsir eder,
açıklar.. Sünnet de hakeza..
Söz konusu ayeti diğer ayetlerle
birlikte ele aldığımızda şunu anlarız: Allah’ın indirdiği ile, beğenmeyerek,
küçümseyerek, inkar ederek hükmetmeyen kimse, kâfirin ta kendisidir.
İnkâr etmediği, kabul ettiği halde
hükmetmeyen ise, kâfir değilse de, diğer ayetlerde belirtildiği üzere, zalimin
ve fasığın ta kendisidir.
Zalimlik ve fasıklık da herhalde bir
meziyet değildir.
Allah’ın indirdiği ile, buna gücü
yetmediği için hükmetmeyen ise mazurdur.
*
Ayrıca, Allah’ın indirdiği ile
hükmetmeme mevzuunda başka bazı ihtimallerin bulunması, söz konusu ayeti
delalet açısından sorunlu hale getirmez.
Ayetin delaleti açık.. Fakat konuyla
ilgili tahsis edici yahut kayıt getirici başka ayetler bulunduğu için, onları
dikkate almak gerekir.
Söz konusu ayete anlam verirken başka
ihtimalleri gözönünde bulundurmamız, delaletteki zannîlikten kaynaklanmıyor.
Eğer böyle herşeye bir zannîlik kulpu
takarsan, söz konusu ayeti tahsis eden, ona kayıt getiren ayeti de delalet bakımından zannî kabul
edip, “Buradaki tahsis ve takyid de zannî, dolayısıyla söz konusu ayetin hükmü
hakkında dikkate alınamaz” demek zorunda kalırsın.
*
Meriç, icma meselesini de
anlamamış.
Bir defa, Hristiyanlar’ın teslis
(üçleme) inancı (bizim anladığımız anlamda) icma üzerine kurulu değildir.
Teslis, Hristiyanlar arasında
sonradan ortaya çıkmış (küfür niteliği taşıyan) bir bid’attir.
İznik Konsili sonrasında bile birçok
hristiyan alim, saintliği kendisinden menkul St. Augustinus gibi teslisçi
sapıklara muhalefet ettiler ve sonraki konsiller tarafından aforoz edildiler.
[Gotlar 400’lü yıllarda hristiyan olduklarında tevhidçi Aryüs mezhebini
benimsemişlerdi. Britanyalı rahip Pelagius (ö. 420), St. Augustine’in
(ö. 430) görüşlerini 405 yılı civarında okumuş ve onun tezlerine karşı “Özgür
İrade Üzerine” (On Free Will) ve “Tabiat Üstüne” (On Nature)
adlı eserlerini kaleme almıştı. Bununla birlikte Kilise, Augustine’in tarafını
tutmuş, Kartaca Konsili (412) ve Efes Konsili (431) Pelagius’un görüşlerinin
savunulmasını yasaklamıştı. Bunun sonucunda Hıristiyanlık geleneğinde
Pelagius’un yaklaşımları sapkınlık olarak nitelendirilmiştir. Ayasofya’yı inşa
ettiren Jüstinyen, 500’lü yıllarda Kuzey Afrika ve Avrupa’da muvahhid
hristiyanlara zulmetmiş, takibata uğratmıştır.]
*
İcma’nın aklen kat’î bir delil olup olmaması
meselesine gelince.. Yerine göre “aklen” kat’î bir delildir.
Mesela, bir kelimeden kastın ne
olduğu konusunda icma teşekkül etmişse, “aklen”, insanların o kavrama o anlamı
vermekte oldukları kesin olarak ortaya çıkar.
İnsanların hakaret olarak
kullandıkları kelimeleri alalım.. Bu konuda hüküm verirken başvurduğumuz kaynak,
ayet ve hadîsler değil, insanların “aklı”.. Ortada bir kesinlik/katiyet
bulunduğu için (Ki aptal Japon için de durum bu) mahkemeler böylesi bir konuda
(ayet ve hadislere değil, akla dayanarak) hüküm veriyorlar.
Bu noktada Müslümanların icması,
müslüman olmayanlar için de (İslam'ın ne olup olmadığı, sınırları konusunda) aklî bir delil durumundadır.. Mesela,
Müslümanlar’ın Kur’an’daki salat kelimesinin namaza
delalet etmekte olduğu konusunda görüş birliğine varmış (icma etmiş) oldukları
hususu, müslüman olmayan için de aklî kesinlik taşır. (Yani akıl, Müslümanlar’ın
salattan neyi anladıkları konusunun kesinlik taşıdığını söyler.)
Bu hem “aklen”, hem de icmanın
bağlayıcılığı konusundaki ayet gereğince böyledir.
*
Vatandaş şunu da diyor:
“Burda
konuştuğumuz konu aslında ne İslam’dır, ne değildir. Yani biz aslında İslam’ın
sınır çizgilerini çizmeye çalışıyoruz.”
Ne İslam’dır, ne değildirse, hiçbir
şey değil demektir.
Boş konuşuyorsundur.
İslam’ın sınır çizgilerini çizmeye
gelince, bu, salt akılla yapılabilecek birşey değildir, ayet ve hadîslerden
hareketle sınır çizebilirsin.
Ve bu noktada icma devreye girer.
Mesela bir ayetin delaletinin kat’î
mi zannî mi olduğu konusunda icma varsa, bunu dikkate almak zorundayız.. Şu
ayetteki şu kelime şuna delalet ediyor diye icma oluşmuşsa, artık orada katiyet
var demektir.
Artık orada ölçütümüz, dil bilmeyen
aptal bir Japon’un beğenisi ya da yarım aklı olamaz.
*
Vatandaş sözlerinin devamında şunu
diyor:
“Çünkü İslam
ve İslam değil hakkında konuşuyorsak, mesela bu din kime hitap ediyor diye
sorduğumuzda şunu söyleyebilirim ben: Dil bilmeyen, aptal, cahil, usul bilmeyen
bir Japon’a hitap eder bu din.”
Böylece, usul hakkında bütün
söylediklerini yıkmış oldu.
Peki bu din, usul bilmeyen Türkiyeli
bir selefîye hitap etmiyor mu?!
Burada mesele şu:
Merhum Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır Hoca’nın ifadesiyle, “Îmân mucibe-i külliyedir,
bunun zıddı olan küfür ise, sâlibe-i cüz’iyye ile meydana gelir”.
Yani iman, inanılması
gereken hususların tamamına (küll) inanmayı icab ettirir (mucibe).
Bir kimsenin bütün Kur’an ayetlerini bilmesi
gerekmiyor, fakat şunu demek zorundadır: “Kur’an’da olan hiçbir
şeyi inkar etmem.. Birşey Kur’an’da bildirilmişse, mesele
kapanmıştır, tartışmaya yer yoktur.”
Buna karşılık küfür, inanılması gereken
hususların tek bir parçasının (cüz) bile selbi,
inkârı ve yokluğu (salibe) ile ortaya çıkar.
Yani kâfir olmak için herşeyi toptan inkâr etmek gerekmiyor.
Usul bilmeyen aptal bir Japon,
“Allah’ın kitabı Kur’an’a ve peygamberi Hz. Muhammed sallallahu
aleyhi ve sellem’e iman ettim.. Her emirleri başımın üstünde” dediğinde, iman etmiş
olur.. Teferruatı bilmesi şart değildir.. Yani inanılacak herşeyi bilmesi
gerekmez.
Buna karşılık, böyle bir kimse, “Ben
de müslümanım, fakat Kur’an’daki şu ayet benim kafama uymuyor,
kabul etmiyorum.. Filan hadîsi de kabul etmiyorum. Sahih diyorlar ama bence
sahih olamaz.. Şayet gerçekten Peygamber bunu söylemişse ben böyle bir
müslümanlığı onaylamıyorum. Ama, bu mesele dışındaki bütün ayet ve hadîsleri
kabul ediyorum” diye konuştuğunda, sadece cüz’î bir meseleyi inkâr etmiş
olmakla birlikte, kâfir olur.
Böyle bir durumda, “Eğer bunu gerçekten
Peygamber söylemişse, başımın üstünde yeri var” demesi gerekir.
*
Allahu Teala, Yahudiler hakkında
şöyle buyuruyor:
“Peki içinde Allah'ın hükmü (recim emri) bulunan Tevrât
yanlarında olduğu hâlde, nasıl seni hakem yapıyorlar da sonra bunun ardından
(senin Tevrat’a göre verdiğin hükmünden) yüz çeviriyorlar? Onlar mü'min (iman
etmiş) kimseler değillerdir.” (Maide, 5/43)
Bu ayet-i kerime, hem tarihselci
soytarılar, hem de Altay Cem gibi usul istismarcısı çenebazlar aleyhine kat’î
bir delildir.
Altay Cem o dönemde yaşasa
ve Yahudilerden biri olsaydı, şu şekilde laga luga yapar mıydı:
“Tevrat’taki hüküm
kesin değil, delaleti zannî.. Ey Muhammed, biz Tevrat’a
inandığımız, onu tasdik ettiğimiz halde sen ayet diye okuduğun laflarınla bizi tekfir
ediyor, dinimizden atıyorsun.. Önce usul öğren, usul!.. Sen usul nedir biliyor
musun?.. Bilmiyorsun tabiî.. Ümmî bir Arap’sın.. Tevrat'ın bu ayetinde belirtilen husus bir
sürü ihtimale açık, kesin bir delalet yok, ortada zannîlik var. Bizim dinimizi
bize mi öğretiyorsun?.. Kitabımızın nasıl yorumlanacağını senden mi
öğreneceğiz?! Dolayısıyla bizim inanmamış, iman etmemiş kimseler olduğumuzu söyleyemezsin.. Hakkında
ancak “farz, vacip vs.” diye konuşulabilecek fıkhî bir meseleyi “delaleti kat’î”
ayetle sabit olacak bir “itikad” konusu haline getirip bizi mümin (iman etmiş)
olmamakla suçluyorsun.. Kendi zannınla bizim hakkımızda hüküm veriyorsun..
Böylesi delaleti zannî ayetler, bizim itikadımızda delil olmaz.. Yahudi Kelamı’nın
sizin kelamsız bedevîliğinize üstünlüğü böylece tebeyyün etmiş oldu.”
*
Parlamento meselesini ayrıca ele
alacağız inşaallah.