"BÜYÜK KUTLAMALARI BÜYÜK YIKIMLAR İZLER"

 

("BİZ KUTLAMIYORMUŞUZ, KUTLAMA YAPANLARI HABER YAPIYORMUŞUZ GİBİ ÇEK PANPA!")


Erdoğan'ın seçim zaferi: Eğlence durmuyor... Yurtdışından da görüntüler gelmeye devam ediyor

30 Mayıs Salı 2023 14:52

Cumhurbaşkanı Seçimi'nin ikinci turunda, Cumhur İttifakı'nın adayı Recep Tayyip Erdoğan rakibi Kemal Kılıçaroğlu'nun önünde seçimi kazandı.

Tayyip Erdoğan, Cumhurbaşkanlığı Külliyesi'nin önünde bir konuşma yaptı.

Külliye'nin önünde vatandaşlar Erdoğan'a sevgi gösterisinde bulundu.

Yurdun dört bir yanından gelen görüntülere Almanya başta olmak üzere dünyanın bir çok yerinden kutlama görüntüleri gelmeye devam ediyor. 


Almanlar, seçimi kutlamak için sokaklara dökülen Türkler karşısında şaşkınlığını gizleyemiyor.

Odatv.com

(https://www.odatv4.com/guncel/erdogan-in-secim-zaferi-eglence-durmuyor-yurtdisindan-da-goruntuler-gelemeye-devam-ediyor-30656044)

*

SAVAŞ SANATI'NDAN ALINTILAR 

(Sun Tzu, Savaş Sanatı, çev. Adil Demir, İstanbul: Kastaş Y., 2008.)


...  açgözlülükten kaçınmak, zaferi kutlamamak yapılacak en iyi şeydir. Zaferi kutlayanların gözünü kan bürümüştür ve bu tür insanların dünyaya yararı olamaz

... kazanan savaşçı, duygusallıktan uzak, soğukkanlı, kararlı savaşçıdır. Öfkeli, kızgın, öç alma peşinde olan savaşçı kaybetmeye mahkumdur. 

Askerlikte başarılı olanlar askercilik yapmazlar, savaşta iyi olanlar kızmazlar, düşmanlarına karşı galip gelenler, düşmanlarına karşı herhangi bir duygu beslemezler.

*

Elimde tuttuğum ve ödüllendirdiğim üç hazinem var. Birisi şefkat, ikincisi tutumluluk, üçüncüsü ise başkaları üzerinde öncelik iddia etmemek

Şefkatten cesaret doğar, tutumluluk bize görüş sahası sağlar, başkaları üzerinde öncelik iddiasından kaçınma da yaşam güvenliği getirir. 

Şefkati, cesareti ve tutumluluğu bırakan, alçakgönüllülüğü terk ederek saldırganlığı tercih eden kısa zamanda yok olur. 

Savaşta şefkat zafere ulaştırır, savunmada şefkat ise güvenliği sağlar.

*

Yüce bilgelik açık olmaz. Yüksek kazancın reklamı yapılmaz. 

Sorun ortaya çıkmadan çözüldüğünde kim buna akıllılık der? Zafer, savaşılmadan kazanıldığında cesaretten kim söz eder?


“ZAMANIN İMAMI” VE ŞİÎLEŞEN TARİKATÇILIK







Evet, “zamamın imamı” meselesini ayet ve hadîsler çerçevesinde ve fıkıh usulünün yol göstericiliğine başvurarak değerlendirmek gerekiyor.

Bu tabirin yer aldığı bir ayet yok, fakat hadîsler var.

O halde öncelikle konuyla ilgili hadîsleri bilmek gerekiyor.

Bu yapılırken de, istismarcı bir yaklaşımla işe gelenlerin alınıp, gelmeyenlerin göz ardı edilmesi gibi (Tevrat’ın mesajını bozup çarpıtan, bazı hakikatleri gizleyen Yahudilere yakışan) bir tutumdan sakınılması önem taşıyor.

İkinci olarak, rivayet edilen hadîslerin sahih olanları ile zayıf olanlarını aynı kefeye koymaktan, bunları aynı değerde görmekten sakınmak gerekiyor.

*

Durum buyken, “zamanın imamı” kavramını istismar edenlerin bir taraftan “sahih kaynak” ve “sahih İslam” edebiyatı yaparken diğer taraftan zayıf rivayetleri sahih olanlara tercih edebildiklerini görüyoruz.

İskenderpaşa Cemaati’ne ait zinde.info adlı sitede yayınlanmış olan “Kavramları Yeniden Anlamak” başlıklı yazıda geçen “Peygamberlere uymayan insanların helak olması gibi, zamanının din önderini, vazifeli insanını bilmeden, onu tanımadan ölmesi de o kişinin helakine, sanki islamdan önce ölmüş gibi imansız gitmesine sebep olabilir” şeklindeki ifadenin durumu bu.

Buradaki bir başka sakatlık, sanki hadîslerde sözü edilen “imam”larda manevî (ya da ruhanî) bir boyut söz konusuymuş gibi onların “din önderi, vazifeli kişi” kabul edilmeleri.

Burası, birilerinin Ehl-i Sünnet yolunu terk edilip Şia’nın şaşkınlık denizinin yutucu girdaplarına yelken açtıkları iskele durumunda.

*

Şiîlere özgü bir anlayışın savunulduğu, söz konusu yazıdaki şu ifadelerden de anlaşılmaktadır:

“Her peygamber varisi veli de, aynı şekilde kendisine verilen yetkileri ve görevleri kendi zamanında peygamberden sonra hakkıyla yerine getirir ve rabbinin davetine, görevini kendinden sonraki vazifeliye devrederek icabet eder.”

İşte bu “imam” anlayışı tam da Şiîlere özgüdür.

Hakkıyla yerine getirme” iddiası Şiîlerdeki “masumiyet” düşüncesinin muadili kabul edilebilir.

“Yetki ve görevleri” ifadesindeki “yetki” lafı da sorunlu.. Sorumlulukları/mükellefiyetleri (Ki Şeriat’le kayıtlıdır) anladık, fakat yetkiler ne demek oluyor?

“Görevini kendinden sonraki vazifeliye devretme” lafı da bir başka tuhaflık.. (Velî kelimesi tarikat kurumunu akla getirdiği için, burada, bir şeyhin birilerine mutlaka icazet vermesinin gerekmediğini hatırlamak gerekiyor. Ayrıca birden fazla kişiyi de vazifelendirebilir, mesela Yusuf-u Hemedanî k. s.’nun dört halifesi mevcuttu, onlardan Abdülhalık Gücdüvanî rh. a. Nakşbendiye tarikatı tarafından pîr kabul edilir, diğer halife Ahmed Yesevî k. s.’nun silsilesinden ise Bektaşîlik gibi tarikatlar zuhur etmiştir.)

Gerçekte, ilgili hadiste “Peygamber varisi” değil, “peygamberlerin varisleri” ifadesi geçer:

“ Muhakkak, âlimler peygamberlerin mirasçılarıdır. Şüphesiz peygamberler ne altın ne de gümüşü miras bırakırlar. Peygamberler miras olarak ancak ilim bırakırlar. Bu itibarla kim peygamberlerin mirası olan ilmi elde ederse tam bir hisse almış olur.”

(Hüseyin Akyüz, “ ‘Âlimler Peygamberlerin Vârisleridir’ İbaresinin Yer Aldığı Bir Hadisin Mutâbaat ve Şevâhid Açısından Değerlendirilmesi”, Sakarya Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, Cilt: XV, Sayı: 28 (2013/2), s. 115)

Söz konusu varisler için velî tabiri kullanılmaz, onların alimler oldukları belirtilir.

Peygamberlerin varisleri olmak için özel görevlendirme gerekmiyor, yapacağınız tek şey, ilim öğrenmek.

Bunu nasib eden de Allahu Teala’dır.

Bu varisliğin gereğini yerine getirirseniz ne iyi, getirmezseniz sorumlu olursunuz:

“Sonra o kitâbı, kullarımızdan seçtiğimiz kimselere mîras kıldık. Onlardan nefsine zulmeden de var, orta yolda giden de var. Bir de onlardan Allah'ın izniyle hayırlarda öne geçen var. İşte büyük lütûf budur!” (Fatır, 35/32)

*

“Zamanın imamı” tabirinin geçtiği hadislerden hareketle oluşturulan “imamet” düşüncesi, Ehl-i Sünnet ile Şia arasındaki temel ihtilaf noktasını oluşturuyor.

Konuyla ilgili bir doktora tezi yazmış olan Prof. Abdullah Ünalan’ın ifadesiyle “Şîa’ 15 kadar temel konuda Ehl-i Sünnet’ten ayrılmaktadır ki, esasta bunlar da İmamet’i farklı yorumlamalara dayanmaktadır”. (Abdullah Ünalan, Ehl-i Sünnet ve Şîa’nın İmâmet’te Dayandığı Hadisler, doktora tezi, Şanlıurfa: Harran Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, 1998, s. 4.)

Dolayısıyla, Şia’nın imamet (zamanın imamı) yorumunun, onların alâmet-i farikası durumunda olduğunu söylemek gerekiyor. Çünkü bu imamet düşüncesi, diğer ayırıcı ön kabul ve varsayımlarının temelini oluşturmaktadır.

*

[Bu noktada Safevîler’i hatırlamakta yarar var.

Eşrefoğlu Rumî rh. a., Müzekki’n-Nüfûs adlı tasavvufî eserinde Şeyh Safî’den çok sık alıntı yapar.

Şeyh Safî, Şah İsmail’in büyük dedesi olup, Somuncu Baba (Hamideddin-i Aksarayî), Hacı Bayram-ı Velî, Akşemseddin, Aziz Mahmud Hüdayî ve İsmail Hakkı Bursevî gibi zatların tarikat silsilesi ona dayanır.

Bugün nasıl Mevlana Türkiye’de herkesin saygı duyduğu bir isimse, o gün de Şeyh Safî (Safiyyüddin Erdebilî) Anadolu’da öyle bir saygınlığa sahipti. Osmanlı Devleti nezdinde de durum buydu, İstanbul’dan her yıl tarikatın Erdebil’deki merkezine hediyeler gönderilirdi, tıpkı Mekke’ye giden Sürre alayları gibi. O gün için Şeyh Safî’nin şöhreti yanında Mevlana’nınki önemsiz sayılırdı.

Ancak tarikatın merkezinde postnişinlik Şeyh Safî’nin soyundan gelenlerin tekelindeydi, şeyhlik babadan oğula geçer hale gelmişti.

Bu torunlardan Şeyh Cüneyt Şia mezhebini benimsedi ve siyasî emellerine ulaşmak için Akkoyunlular’ın hükümdarı Uzun Hasan’ın kız kardeşi ile evlendi.

Bu evlilikten doğan Şeyh Haydar, kızılbaşlığın mucididir, Çünkü müritlerinin kendilerine özgü bir alâmet/simge olarak kızıl başlık giymelerini istiyordu.

Böylece o dönemin sofu tarikatçıları kızıl başlık giymeye başladılar ve halk onlara “kızılbaş” demeye başladı.

Büyük çoğunluğunu Türkmen aşiretlerinin oluşturduğu bu cahil kızılbaşlar, eskiden Sünnî oldukları halde, Şeyh Cüneyt’e ve oğlu Şeyh Haydar’a uyarak Şiîleştiler.

Şeyh Haydar, dayısı Uzun Hasan’ın kızı ile evlenmişti, bu evlilikten dünyaya gelen Şeyh (Şah) İsmail, hem Şeyh Safî gibi bir efsanenin, hem de Akkoyunlular’ın en büyük padişahının torunu olarak büyük bir karizmaya sahipti, doğuştan liderdi, adam lider olarak doğmuştu.

İsmail’in doğuştan muazzam olan hırslarına devasa gaddarlığı da eklenince gözünü Osmanlı topraklarına dikmekte gecikmedi, Anadolu’da Şahkulu (Şah’ın Kulu) isyanları gibi isyanlar başgösterdi. Yavuz Sultan Selim onunla hesaplaşmak zorunda kaldı.

 O dönemden sonra Sünnî mutasavvıflar, Şah İsmail’in “laneti” yüzünden (gerçekte salih bir zat olan) Şeyh Safî’yi eserlerinde anmayı bıraktılar.

Safevî devletinin adı Şeyh Safî’den gelir, Alevî kelimesinin Ali isminden türemiş olması gibi. Evliya Çelebi Seyahatname’sinde İran parasının “Şeyh Safî akçesi”, burada uygulanan kanunların da “Şeyh Safî kanunu” diye adlandırıldığını söylemektedir.

Kısacası, Safevî devleti, Şiîleşen bir tarikatın devletiydi.]

*

Şia’nın “zamanın imamı” anlayışını kısmen revize ederek benimseyen tasavvufî nitelikteki gruplar ve tarikatlar, bu anlayışlarını savunabilmek için Ehl-i Sünnet’le yollarını başka konularda da ayırmak zorunda kalmaktadırlar.

İmameti Hz. Hüseyin’in soyundan gelen “masum imamlara” tahsis eden Şia’dan farkları ise, Hz. Hüseyin’in soyu yerine “görevli veli”den söz ediyor olmaları. İttifak ettikleri husus ise, imamın insanlar tarafından seçilen bir lider olmayıp, “manen görevli” bir insan olmasıdır.

Mesele sadece (Allah dostu olma anlamında) velayet (velilik) olarak alındığında, bunun insanların tensibi ve seçimiyle değil ancak Allahu Teala’nın takdiriyle olacağı kesinse de, ümmetin seçimi (biati) esasına dayanan “imamet”in bu velayetin bir parçası haline getirilmesi, ya da velayete (veliliğe) imamet (liderlik/başkanlık) gibi bir dünyevî taht/koltuk imtiyazının sunulması, meselenin maneviyat konusu olmaktan çıkıp maddî menfaat çarkı haline gelmesi demek oluyor.

(Şeyhlik bilinen bir vasıf olmakla birlikte, velilik için aynı şey söylenemez. Bir başka ifadeyle, şeyhlik başka, velilik başkadır, ve kimin gerçekten velî olduğunu ancak Allahu Teala bilir. O yüzden eskiler bir kimse için “O, velidir” demek yerine, “O, mazannedendir [velî olduğu zannedilenlerdendir]” diye konuşurlardı.)

*

Ehl-i Sünnet nazarında (istikamet üzere olan) bir tarikat şeyhinin konumu (İmam Gazalî’nin İhya’da ifade etmiş bulunduğu gibi) muallimlikten (eğiticilik ve öğreticilikten) ibaretken, istikameti kaybedip Şiîleşen (ve dünyevileşen) tarikatlarda şeyh, muallim olmaktan çıkıp “zamanın imamı” haline gelmektedir. (Bazılarının kullandığı “doğal lider” tabiri “zamanın imamı” olma iddiasına karşılık geliyor da olabilir, bilemiyoruz.)

İmamet meselesi ümmetin tensibi ve seçimiyle ilgili bir konu olmaktan çıkıp “ilahî” bir konu haline gelince, Ehl-i Sünnet indinde “zamanın imamı” (kendi zamanlarındaki imam) olan şahsiyetler bile Şiî zihniyetliler tarafından dalaletle/sapıklıkla suçlanan, hatta tekfir edilen kişiler olabilmektedir.

Nitekim Şia’nın büyük bir kesimi, kendi inançlarına göre nassla imam tayin edilip görevlendirilmiş olan Hz. Ali’nin imametini tanımayıp halife/imam oldukları için Hz. Ebubekir, Hz. Ömer ve Hz. Osman'ı dalaletle suçlamakta, “sahabenin büyük bir çoğunluğunun Hz. Peygamber’den sonra Hz. Ali’ye biat etmedikleri için küfre girdikleri”ni ileri sürmektedirler.  (Mehmet Ümit, Hicrî Üçüncü Asırda Şiî-Mu’tezilî İmamet Tartışmaları ve İskâfî’nin Yeri, yüksek lisans tezi, Ankara: Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, 1996, s. 37.)

Müslümanların seçimi ve biatiyle belirlenen halife/imam (lider) düşüncesinin yerini “vazifeli” imam anlayışı alınca, önce, o “vazifelilik” birisine yakıştırılıyor, sonra bu yakıştırmaya kulp takılması için ayet ve hadîsler yanlış yorumlanıyor (hatta bazen hadis uyduruluyor), sonra da bütün bu uydurmalar bir tekfir mitralyözüne dönüştürülerek insanlar manevî katliama tabi tutuluyor.

İlk düğme yanlış iliklenince gerisi de öyle geliyor, bir yanlıştan nice yanlışlar doğuyor.

Bu Şiî dalaletini tasavvuf ve tarikatlara taşıyanlar ise, fıkhî hükmü “muallimlik”ten öteye gitmeyen tarikat şeyhini “zamanın imamı” (doğal lider, doğasında liderlik olan, yaratılıştan lider olan kişi) yapıyor.

“Zamanın imamı"nı tanıyıp bilmeyenlerin tekfiri ise (Şiîleşme ile laikleşmeyi mezceden yurdum tarikatçılığında) hal diliyle “zamane tarikatçılarının” kerameti kendinden menkul irfanına havale ediliyor.

*

Konuya devam edeceğiz inşaallah.


SELANİKLİ MUSTAFA ATATÜRK’ÜN OSMANLI DEVLETİ’NE "AÇIK" İHANETİ

  UĞUR MUMCU'NUN DİLİNDEN KARABEKİR-ATATÜRK KAVGASI – 39   Bir önceki bölümde, Selanikli’nin, (Tevfik Paşa kabinesinin güvenoyu almasın...