Prof.
Mahmut Erol Kılıç’ın, TDV İslâm Ansiklopedisi’nin “İbnü’l-Arabî, Muhyiddin” maddesinde keşf
kalpazanının “Üslubu”na dair yazdıkları üzerinde duruyorduk.
Kılıç, sözlerini şöyle sürdürüyor:
“Eserlerinin şeklî özelliklerinin yanı sıra
muhtevaları konusuna da temas eden İbnü’l-Arabî, verdiği bilgileri bazı
kişilerin söz ve görüşlerinden veya kitaplardan aktarmadığını söylemiştir.
Kendisinin başkasına ait sözleri tekrarlayanlardan, bir başka eseri veya
herhangi bir müellifin yolunu izleyenlerden, filozofların veya benzeri
düşünürlerin sözlerini ve görüşlerini nakledip duranlardan olmadığını,
kitaplarının sadece Hakk’ın kendisine keşif yoluyla verdiği ve imlâ
ettirdiği şeyleri içerdiğini (a.g.e., I, 64; II, 432, 479), sahip
olduğu ilmin vecd sultanının veya vücutta ["varlık"ta, yani Allah'ta] fâni olma halinin
kendisinde galebe ettiğinde kalbinde tecelli eden şeylerden ibaret
olduğunu ileri sürer (Kitâbü’l-Mesâʾil, s. 6).”
Soytarı öyle böyle değil, büyük yalancı.. Tarihin en büyük şarlatan ve
madrabazlarından..
*
Bir defa, yazdıklarının bir bölümünün Eski Yunan filozoflarının
(özellikle de Plotinus’un) ve de İhvan-ı Safa Risaleleri’ndeki
hurafelerin bir tekrarı olduğu biliniyor.
Tasavvufî kavramlar etrafında söyledikleri de ister istemez (büyük
ölçüde) daha önce yaşamış mutasavvıfların sözlerinin tekrarından ibaret.
“Verdiği bilgileri bazı kişilerin söz ve görüşlerinden veya kitaplardan
aktarmadığını” söylemesi,
kişiliği hakkında bilgi veriyor.
Bu, ne ayıp birşeydir, ne de bir alim ya da mütefekkirin değerini
düşürecek bir kusurdur.
İlim, üstadlardan, daha önce yaşamış alimlerden ve hikmet sahiplerinden
öğrenilir.
Allahu Teala’nın doğrudan ilim verdiği kimseler ise, peygamberlerdir.
Bu sözü, soytarının kişiliği hakkında bilgi veriyor.. Gurur,
kibir ve enaniyet heykeli.. Kendini beğenmişlik ve hodbinliğin cisimleşmiş hali..
*
Bırakın “kamil” bir mutasavvıfı, aklı başında sıradan bir müslüman bile
böyle çirkin bir “üslup”la konuşmaz.
Soytarının yalanını, Kılıç’ın şu sözleri de ortaya koyuyor:
“Başlangıçta kendisine dertlerini açacağı
hiçbir rehberi olmadığını söyleyen İbnü’l-Arabî sonraları gerek zâhir
gerekse bâtın ehli birçok üstattan istifade etmiş; büyük bir kadirşinaslık
örneği olarak kendilerinden faydalandığı 300’ü aşkın kişinin mânevî
hallerine ve hikmetli sözlerine yeri geldikçe el-Fütûḥât, Kitâbü’l-Ḳuṭb, Dürretü’l-fâḫire ve Rûḥu’l-ḳuds gibi eserlerinde isimlerini de
vererek temas etmiştir.”
Şarlatan soytarının kendisinden de, yazdıklarından da haberi yok.
Ağzından çıkanı kulağı duymuyor.
İşte, isim vererek başkalarının sözlerini aktarmışsın..
İsim vermeden (ya da kimden duyduğunu unutarak) çalıp yazdığın sözler
ise kim bilir ne kadardır!
Dangalak, utanmadan bir de “başkalarına ait sözleri tekrarlayanlardan
olmadığını” da söylüyor.
Dedik ya, maneviyat kalpazanının kendisinden ve ağzından çıkanlardan
haberi yok.
*
“Bir başka eseri veya herhangi bir müellifin yolunu izleyenlerden” de değilmiş..
Yani eser vermiş herhangi bir alimin ya da mutasavvıfın yolunu
izlememişmiş..
"Şeyhi olmayanın şeyhi şeytandır" lafı da bildiğim kadarıyla bu soytarıya ait.. Böylece, şeyhinin Şeytan olduğunu söylemiş oluyor, haberi yok.
Bununla birlikte, Kılıç’ın aktardığına göre, Mekke’de vatandaşın birine İmam
Gazzalî’nin İhya’sını okutmuş.
Alimin yolunu izlemek başka nedir, dangalak?!
Birinin yolunu izlemiyorsan, dönüp kitaplarına da bakmazsın..
Filistin’in Halîl kasabasında İbrâhim Camii’nin imamı Zâhir
el-İsfahânî’den Hakîm et-Tirmizî’nin eserlerini niçin okudun?
Yine Kılıç’ın aktardığına göre, “Ebû Medyen’in ruhaniyetinden hayatı
boyunca istifade ettiğini sık sık belirtmiş”..
İstifade ediyorsan, yolunu şu veya bu düzeyde izliyorsun demektir.. Ya
da hiç istifade etmiyor, yolunu izlemiyorsundur.
Evet, dangalağın ne yazdığından haberi yok..
Bu beyinsizin
palavralarına önem veren ve inananlara şaşırmamak mümkün değil.
*
Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem “ümmî” idi, okuma yazma
bilmiyordu, sonradan da öğrenmedi. (İslam uleması, Rasulullah s.a.s. için
ümmîliğin olumlu bir haslet ve meziyet olduğunu, fakat başka insanlar söz
konusu olduğunda ümmîliğin bir kusur durumunda bulunduğunu söylemektedir.)
Eline herhangi bir kitabı alıp okumuş değil.
Yahudilik ve Hristiyanlık hakkında da bilgisi yoktu.. O kadar ki,
Cebrail aleyhisselam kendisine ilk geldiğinde olayın mahiyetini kavrayamamış,
ancak Varaka bin Nevfel’in verdiği bilgi sayesinde meseleyi anlamaya
başlamıştı.
İbn Arabî denilen sahtekâr soytarıya gelince, Kılıç’ın hayatıyla ilgili
olarak yazdıklarının da gösterdiği gibi, hem gençliğinde hem de daha sonra
birtakım alimlerin kitaplarını okumuş ve okutmuş, şurda burda ders halkalarına
katılmış.
Madem herşeyi keşf yoluyla öğreniyordun, bu kitaplarla ve ders
halkarıyla niye boş yere vakit öldürüyorsun?
*
Diyelim ki sen bilgi bakımından kendini diğer insanlardan daha iyi
durumda buluyorsun, gidip şuna buna talebelik yapar mısın?!
Herşeyi bildiğini düşünüyorsan, başkalarının kitaplarıyla vakit
öldürmeye razı olur musun?!
Kendi içindeki keşf hazineleri kalbini yarıyor ve ciğerlerini
parçalıyorsa onları anlatmak varken tutup İhya okutur musun?!
Hayır, adam büyük dolandırıcı, sıradışı evsafta şarlatan, eşine az
rastlanır cinsten kalpazan.
*
Kılıç’ın heybesinde daha büyük turplar da var (Hepsi büyük de, bazıları
daha büyük, heybeye sığmayacak kadar).
Sözlerini şöyle sürdürüyor:
“Elde ettiği mârifete dair fenleri velî
kullarına da öğretmesini Allah’ın kendisinden istediğini belirten
İbnü’l-Arabî bu iş için lisanına akıttığı bilgilerden dolayı Allah’a hamdeder. Önceleri
bunları yazmak gibi bir niyeti olmadığını, insanlara nasihat etme emrini
almasıyla beraber içinde bu yönde bir gayret ve şevk uyandığını, bunu da
sadece Allah’ın izniyle yapabildiğini söyler; ancak sahip olduğu bütün
bilgileri açıklamadığını, kendisine verilen izin kadar konuştuğunu
belirtir (el-Fütûḥât [nşr. Osman Yahyâ], I, 72, 264-265).”
At martini Debreli Hasan, dağlar inlesin!
Allahu Teala’nın velayet mertebesine ulaşmış kulunun senin “marifete
dair fenler”ine (zırvalarına) ne ihtiyacı olabilir, dangalak?!
Allahu Teala’yı bilmeyen (marifetullahtan nasipsiz) adam velî olabilir
mi?!
Sanki Allahu Teala “dinini tamamlamamış”, ortada Kitab (Kur’an)
ve Sünnet yok, “velîler” bunun zırvalarına muhtaçlar.
Allahu Teala bundan özel istekte bulunuyormuş.. Fenleri açıklama emrini
almış, fakat bazılarını açıklamasına izin yokmuş.. Herhalde kendisine “açıklanacak
ve açıklanmayacak marifet fenleri” diye bir liste verilmiş..
Böylece, “Bende daha ne keşfler, ne marifetler var da, açıklamaya izin
yok, benim kıymetimi burdan anlayın” demeye getiriyor soytarı.
Az buz hilekâr değil.
*
Kılıç, sözlerini şöyle sürdürüyor:
İbnü’l-Arabî,
bütün eserlerinde mârifetullahı ilimler dairesinin merkezine almış ve bu
noktadan hareketle hakikate dair ilimlerin (ilm-i hakāik) çeşitli konularına
açıklamalar getirmiştir. Tasavvuf, tefsir, hadis, fıkıh, tarih, ilm-i havâs
gibi çok geniş bir alanda yazmış olduğu yüzlerce eserinin hareket noktası hep
“mârifetullah”tır.
İbnü’l-Arabî
şiire de bu açıdan bakmıştır. Ona göre şiir şaire Zühre feleğinin ve Yûsuf
peygamberin bir hediyesidir.
Soytarının marifetullahtan anladığı işte bu!
Şiir şaire Zühre feleğinin ve Yusuf aleyhisselam’ın bir hediyesi imiş..
İşte bu tür zırvalara adam keşf ve marifetullah adını veriyor.
Mesela şairlerden İmrulkays’ı alalım, Yusuf aleyhisselam buna bol bol
hediye göndermiş, Zühre feleği durur mu, o da koşturmuş.
Mesela Nazım Hikmet, o da Yusuf aleyhisselam’dan epeyce bir hediye
almış.
Hayır, şiir hiç kimseye Zühre bilmem nenin ya da Yusuf aleyhisselam’ın
hediyesi değildir, fakat şarlatan İbn Arabî’nin bu zırvaları ona İblis’in bir
hediyesidir.
*
Soytarının sahtekârlığı, Kılıç’ın şu sözlerinden daha iyi anlaşılıyor:
“Bizim şiirlerimiz ister sevgiliyle hasbihal
ile başlasın, ister bir methiye olsun ve isterse de kadın isimleri ve
sıfatlarıyla, ırmak, yer, yıldız isimleriyle dolu olsun, hepsi de bütün bu
sûretler altındaki maârif-i ilâhiyyeden ibarettir” diyerek (a.g.e., III, 622) bu sanatların birer araç olduğuna işaret eder. Tercümânü’l-eşvâḳ adlı manzum eserinde rabbânî mârifetleri,
ilâhî nurları, kalbî ilimleri ve şeriatın hükümlerini cismanî aşk temaları
kullanarak anlatma yoluna gittiğini, zira bu tür izahların bazı
nefislerin daha çok dikkatini çektiğini söyler (Zeḫâʾir ve’l-ʿalaḳ, s. 5). Mekke’de iken İsfahanlı âlim Mekînüddin’in
Nizâm ismindeki kızının adını kullanarak yazdığı Tercümânü’l-eşvâḳ’taki şiirler, zâhir ehli tarafından ikisi
arasında bir gönül ilişkisi olduğu şeklinde yorumlanınca bu şiirlere bir
şerh yazarak meselenin iç yüzünün onların zannettiği gibi olmadığını ve
maksadının sadece ilâhî aşkı anlatmak için Nizâm’ı bir sembol olarak
kullanmaktan ibaret olduğunu, bunu onun da babasının da bildiğini
söylemiştir (a.g.e., s. 2).”
Kılıç’ın heybesindeki akla ziyan büyüklükteki turplardan biri bu..
Sahtekâr soytarı, bir sembole ihtiyacın varsa, yaşayan bir kızın
adını vermek zorunda mısın?!
Sözde ilahî aşkı, muhabbetullahı bir kıza olan aşk ile anlatıyor.. “Tamam,
bu kıza aşık olduğumu, onun için yanıp tutuştuğumu söyledim ama, hele bir sor, bunu niye dedim!”
Tarihte bu üçkâğıtçı Endülüslü kadar büyük şarlatan az gelmiştir.
İlahî aşk ve muhabbetullah dilde değil kalpte olmalıdır, diyelim ki
senin bu aşktan dolayı “kalbin yarılıyor, ciğerlerin parçalanıyor”, o zaman da
bunu şiirle terennüm ettiğinde komşunun kızına ilan-ı aşk etmezsin.
Ediyorsan, sen dört dörtlük, kusursuz mükemmellikte bir maneviyat
dolandırıcısı, “marifet” kalpazanısındır.
İlla da şiirinde bir kadın adı kullanacaksan niye Leyla gibi bir anonim
isim kullanmıyorsun da (Ki bu bile ilahî aşkı anlatma bahsinde akla ziyan bir
edepsizlik anlamına gelir), komşunun kızının adını veriyorsun?
Yok, sahtekâr soytarı günahına ve edepsizliğine bile “marifetullah” madalyası takıyor. (Kıza talip olup da yazsa, evlenme niyetini ortaya koysa, anlayacağız, fakat böyle birşey söz konusu olmadan yazması edepsizlik ve ahlâksızlığın ta kendisidir. Bir nevi fuhşiyattır. Buna bir de "marifetullah" etiketi yapıştırarak edepsizliğinin üstüne tüy dikiyor; bu, "fuhşiyat"tan da büyük bir cürüm. Özrü kabahatinden beter.. İmam Matüridî gibi alimler "hikmet"i "herşeyi layık olduğu yere koyma, yerli yerince yapma" olarak tarif ederler.. Şarlatanda hikmet sıfır.)
Neymiş kızın babasının da, kızın da, kastının/niyetinin başka olduğundan haberi
varmış.
“İyi niyet”, edepsizlik ve ahlâksızlığı, fuhşiyatı “fazilet” haline getirir mi, dangalak?!
Düşünün, soytarının biri çıkıyor, sizin ananıza, karınıza, bacınıza,
kızınıza şiirle ilan-ı aşk ediyor, sonra da “Ben bunu sembolik olarak
söyledim, bununla anlatmak istediğim bendeki cuş u huruşa gelmiş derin ilahî
aşk” diyor, resmen sizinle dalgasını geçiyor, ne yaparsınız?
İşin açıkçası, adam ya zır deli, ya da deccallerden bir deccal.
Küçük
deccallerden bir deccal.
*
“Artık vay o kimselerin hâline ki, kitâbı elleriyle
yazarlar da, sonra onu az bir bedele satabilmek için ’Bu, Allah
tarafındandır!’ derler. İşte ellerinin yazdıkları yüzünden onların vay
hâline! Kazanmakta olduklarından dolayı da vay onlara!” (Bakara,
2/79)