LAİKLERİN ÇÖZÜMSÜZ DİLEMMASI: İSLAMCILAR (İSLAMİSTLER) DÖNSÜN İSLAMCILIK KARŞITI (ANTİ-İSLAMİST) VE "DÜZEN" YANLISI OLSUNLAR, FAKAT DÜZENİN NİMETLERİNDEN DİNDARLIK ADINA UZAK DURSUNLAR

 





Kemalistler, eski İslamcıların "düzen"e uyum sağlamalarından gayet memnunlar, fakat bu uyumun, "düzen"in nimetlerine göz dikmek ve ellerine geçirmek gibi bir yan tesirinin (iktisatçı tabiriyle dışsallığının) olmasından rahatsızlar.

İstiyorlar ki bunlar siyasal açıdan düzene uygun bir zihniyete sahip olsunlar, fakat sivil hayatta sapına kadar İslamcı ve dindar kalıp harama dönüp bakmasınlar.

Hatta bu noktada “bir lokma, bir hırka” zihniyetini benimseyen zühd ehli insanlar haline gelsinler.

Dünyayı, dünyalığı, dünya nimetlerini, makam ve mevkileri, siyaseti, ekonomiyi kendilerine bıraksınlar.

İslam Şeriati'ne sırt çevirsinler, fakat İslam ahlâkıyla ahlâklanıp yardımsever, sabırlı, merhametli, affedici, kanaatkâr, mütevazı, boynu bükük vatandaşlar olsunlar.

*

Bir başka deyişle, İslam devleti idealinden vazgeçsinler, vazgeçmekle de yetinmeyip onun (Mehmet Metiner gibi fırıldakların yaptığı şekilde) aleyhinde bulunsunlar, fakat Türkiye Cumhurriyeti söz konusu olduğunda devletçilikten taviz vermesinler.

İslam'a devleti çok görsünler, fakat ırkçı laiklik (siyasal dinsizlik) ya da laik (siyasal dinsiz) ırkçılık söz konusu olduğunda devletleşmeyi onun en doğal hakkı kabul etsinler.

Şeriat'i aşağılasınlar, mesela Allahu Teala'nın "kısas" emrini tarihseldir filan diyerek kaldırıp atsınlar, "İslam'ı güncelliyoruz, hayatın bir parçası haline getiriyoruz" diyerek kendi heva ve heveslerinin güncel tezahürlerini İslam diye pazarlasınlar, bu tür konuları laik demokrasinin parlamentosunun keyfine bıraksınlar, fakat şapka için adam astıran önderlerinin bu tarihsel vahşeti için tek kelime etmesinler.

Dindarlar ahlâk adına dövene elsiz, sövene dilsiz olsunlar, "Allah'ın askerleriyiz, mücahitleriz" demeyi İslâm ahlâkı adına yanlış kabul etsinler, fakat laikler "Mustafa Kemal'in askerleriyiz" dedikleri zaman bunu yine ahlâk adına saygıyla karşılasınlar.

Eski İslamcı yeni anti-İslamcı anasının gözü ahlâk ve irfan pazarlamacıları "Her inanca saygı duymalıyız" desinler (Ki diyorlar), fakat laikler "Şeriat, İslam inancının bir parçası, dolayısıyla bir inanç olduğu için her inanç gibi ona da saygı duyuyoruz, ona da saygısızlık yapmayız" demeye tenezzül etmesinler, ve kendini dindar zanneden müseccel sahtekârlar "Bunların inancı da böyle, Şeriat'i aşağılamalarına saygı duymalıyız" diye düşünsünler, yani yüzlerine tükürüldüğünde "Yağmur yağdı, ya Rabbi çok şükür" diye karşılık versinler. 

Cihad ve mücahid kelimelerini unutsunlar, fî sebîlillah cihad (Allah yolunda cihat) anlayışının yerini seküler-laik-ırkçı nitelikte "vatan için savaş" alsın, Allah yolunda savaşmayı vahşet, devlet için ölmeyi ise kutsal vazife kabul etsinler, şehitliği Allah için cihat edenlere değil de (isterse ateist olsun) devleti için savaşanlara yakıştırsınlar.

Kur'an'ın şeriat (hukuk ve adalet) anlamına gelen hükümlerine (dolaylı ifadelerle ya da açıkça) karşı çıksınlar, İslam'ın güzel ahlâk kategorisine giren tavsiyelerini ise benimsesinler, öyle ki, güzel ahlâk adına munis, itaatkâr, hakkından vazgeçmeyi fazilet bilen zahid insanlar olsunlar, dünyalıklardan, dünya nimetlerinden uzak durarak bunları laik-seküler ya da ateist vatandaşlara terk etsinler.

*

Kazın ayağı öyle değil işte..

Adam İslam Şeriati'nden vazgeçtiği zaman ahlâklı olmuyor, ahlâk istismarcısı bir sahtekâr oluyor.

Çünkü böylesinde ahlâk olsa önce Allahu Teala'ya karşı ihlaslı ve samimi olur, onun dinini olduğu gibi kabul eder, kesip biçmez.

Ancak "derin düzen" ya da derin devletin böylesi ahlâk ve irfan işportacısı ahlâksızlara ihtiyacı var. Şiddetle..

Bu tür irfan ve ahlâk edebiyatçısı ahlâksızlar sayesinde düzen muhalifi müslüman kitleyi içeriden çökertiyor, suret-i haktan gelen ajanları marifetiyle dindar insanların aklını ve gönlünü çeliyor.

Müslüman camiaya hitap eden nüfuz (tesir/etki) ajanı durumundaki birtakım edebiyatçı, şair, hikâyeci, romancı, vaiz, hoca, köşe yazarı, gazeteci, kanaat önderi, sivil toplum aktivisti şahıslar bu tür masalları bozuk plak gibi durup dinlenmeden tekrarlıyorlar.

Tekrarladılar.

Ve geldiğimiz noktada Türkiye'de maalesef ortaya bir İslam'sız müslümanlık çıktı.

Bu İslam'sız müslümanlığın pazarladığı ahlâk ve irfana gelince.. Bunlar aslında müslümana özgü bir ahlâk değil, ateistlerin, mecusilerin, Hristiyanlar'ın ve Yahudiler'in alkışlayacağı türden içi boş "evrensel" lafazanlıklar.. 

Büyük ölçüde nefs-i emmare sahtekârlık ve riyakârlıkları..

*

Durum bu olunca, "derin düzen"in, anti-kapitalist fakat "düzen"baz müslüman tipinin reklamını yapacak insanlara şiddetle ihtiyaç duymakta olduğu kendiliğinden ortaya çıkıyor.

Mesela, İhsan Eliaçık adlı boş adamın lüzumsuz saçmalıklarının birileri tarafından sürekli gündeme getirilmesi, onun ömrünü bu ihtiyaca cevap verecek şekilde heder etmesiyle ilintili gibi görünüyor.

Bu aykırı ve ilginç tipin gündeme gelmek için her fırsattan yararlanıp sokak şovları vs. sergileyerek seyyar açık hava tiyatrocusu gibi anlamsız gösteriler yapmasını, söylemlerindeki anti-kapitalist sadelik, doğallık, denge, ölçülülük ve dürüstlük vurgusuyla uzlaştırmak zor. 

Anti-kapitalist fakat nasılsa "Reklamın iyisi kötüsü olmaz" mantığıyla kapitalist reklamcı uyanıklığının destanını yazmaktan, reklamı beleşe getirip siyasal pazarlamacılığın tüm numaralarını hayata geçirmekten geri kalmıyor. 

Tam bu noktada başka birileri devreye giriyor, onu müslüman kitleye "rol model" olarak sunuyorlar: "İhsan gibi olun, anti-kapitalist müslüman olarak dünyadan elinizi eteğinizi çekin, 'düzen'i benimseyin, zinhar Şeriatçı, İslamcı olmayın! İslam'ın ahlâk kısmını alın, şeriat (hukuk düzeni) kısmını atın! Ahlâk siz müslümanlarda, kanun yapma imtiyazı ise biz laiklerde (siyasal dinsizlikçi ayrıcalıklı birinci sınıf vatandaşlarda) olmalı. Adalet ve hakça paylaşım bunu gerektiriyor."

Tabiî İhsan bir "rol model" olarak biraz uç noktada duruyor, durmak zorunda.. Halihazırda kapitalist olmayı başarmış, kapitalist "düzen"bazlığın tadı damağında kalmış müslümanlara "anti-kapitalist" müslümanlığı beğendirmek, bu uyanık tüccar taifesine onu pazarlamak biraz zor.

Fakat dert değil, raflarda her zevke, her keyfe, her yaşa ve başa göre ürün var. Kapitalist müslümana da Şeriat'siz ahlâk, "düzen"baz irfan, İslamcılık düşmanı müslümanlık, ince zevk sahibi şehirlilik, rafine sanatçı ruhu sunuluyor. 

Seçenek bol..

*

Evet, Ebu Zer edebiyatçısı İhsan Eliaçık‘ın eylem ve söylemleri eski solcuların, sosyalistlerin, laiklerin ve (eski İslamcıların çağdaşlığa intibak ederek düzenin nimetlerinden yararlandıklarını görüp kahırlanan) Kemalistlerin hoşuna gidiyor 

Ancak, bu şahsın görüşlerine bakıldığında, Ebu Zer-i Gıfarî r. a.’in çizgisi ile bir ilgisinin bulunmadığı görülüyor.

Bir röportajında “Türkiye’de İslamcılık miadını doldurdu mu? ‘Devlet kurma hayali’ akamete mi uğradı?” şeklindeki bir soruya, bu şahıs şöyle cevap vermiş:

“… İslamcılık İslam’ın bir şekilde yorumudur, kendisi değil. Bu yorum daha çok siyasallık, yani din-devlet ilişkileri üzerinde yoğunlaşır. Burada bana göre eski-İslamcılık yani 1930-90 yılları arasında vücut bulmuş İslamcı yorum İslam devleti veya şeriat devleti şeklinde bir kavram üretmiştir. Bununla kastedilen ‘Allah’ın hükümlerini hayata hakim kılma’ veya ‘şeriatı getirmek’ diye ifade edilen argümandır. Ben bu anlayışın evrim geçirerek daha rafine hale doğru ilerlediğini, yani dönüştüğünü düşünüyorum. Bunu bozulma veya savrulma olarak görmüyorum.”

(http://ihsaneliacik.blogspot.com/2005/04/soylesi-mili-gazete.html)

Böylece, işi getirip rafine (laikleştirilmiş) müslümanlığa bağlıyor.

Beyefendi bunu bozulma ve savrulma olarak görmüyormuş. 

Düzenin rafinerisinde imbikten geçirilmiş bu İslamcılığın nasıl birşey olduğunu daha sonraki ifadeleri ortaya koyuyor:

“Bunun tipik göstergesi şudur; 1979 İran devriminde ön safta; ‘Hükümet-i İslami, Cumhur-i İslami’ sloganları ile yürüyen, ABD elçiliğini basan öğrenciler, 1999’da 7 kişinin öldüğü Tahran Üniversitesi’nin önündeki gösteride ‘Ya adalet devleti ya da yeniden devrim’ diye bağırdılar. Bunlar devrimin çocukları. Eski İslamcılık ile Yeni İslamcılık arasındaki farkın simgesel göstergesi işte budur. Devlet talebinden vazgeçmek diye bir şey yok. Eğer bir yerde haksızlık, adaletsizlik, vurgun, soygun, haram yiyicilik, rüşvet, ahlaksızlık varsa devlet talebi de olacak tabi. Meydanı bunlara mı bırakacağız? Burada neyi istediğin önemli. İslamcı talepler artık giderek, namaz, oruç, Kur’an’da geçen hükümleri aynen uygulama olmaktan çıkıyor. Dinin özündeki şeyi istemeye doğru dönüşüyor.”

İşte meselenin püf noktası burası.

İş dönüp dolaşıp geliyor, “dinin özü” noktasına bağlanıyor.

Bu “dinin özü” öyle bereketli bir tarla ki, orada ne istersen yetişiyor.

Mesela “Anadolu müslümanlığı”nı savunanlara göre “dinin özü” insan sevgisi. Allah’ın kulun ibadetine ihtiyacı yok.

Şeriat’in uygulanmasına ise hiç ihtiyacı yok.

*

Gerçekte dinin özü tevhidden ve Allahu Teala’ya şirk koşmamaktan ibaretken, böylesi “dinin özü” edebiyatçıları bize çok farklı şeyler söylüyorlar.

Lafları ilk anda kulağa hoş geliyor. Fakat sahte bir “dinin özü” edebiyatı ile dinin gerçek özünü bulandırmaktan ve sulandırmaktan başka birşey yapmıyorlar.

Eliaçık’ın “dinin özü” tarifi de buna benzer birşey. Bize dinin özünün ne olduğunu şöyle açıklıyor: “Nedir dinin özü; iyilik, adalet, ahlak, doğruluk, dürüstlük…”

Görüldüğü gibi Eliaçık kaşla göz arasında işi Şeriat devleti talebinden alıp iyilik ve ahlâka getiriyor. 

Sanki Şeriat bunları zaten içermiyormuş gibi. 

Ve devam ediyor:

“Devlet bu ilkeleri esas almasın mı? Bunlara dayalı bir devlet kurulmasın mı? Eğer devlet varsa bu doğrultuda dönüştürülmesi için çalışılmasın mı? ‘Allah adaleti emreder’ ayetini meclisin duvarına asmanın ne sakıncası var? Dinin evrensel ahlak değerlerine en çok devlet adamlarının ihtiyacı var. Hatta ekonominin temelinde bu ‘haram’ ve ‘helal’ kavramları yer almalı.”

Buraya kadar iyi.. Bu sözlerin altına kim imza atmaz ki..

Fakat ardından facia geliyor:

Adalet Devleti çalışmamda bu konuları uzun uzun anlattım… Formül şöyle olabilir; Dinin itikad ve ibadet hükümleri tümüyle halka bırakılır. Ahlak hükümleri devletin manevi temeli olur. Hukuk hükümleri de zamanın gelişimine ve evrimine bırakılır.

*

Görüldüğü gibi, Şeriat devletinden “adalet devleti”ne yatay geçiş yapmış bulunuyoruz. 

Sanki gerçek adalet devleti Şeriat devleti değilmiş gibi.. 

Şeriat devletinin kaynağı belli, bu “adalet devleti” ise, bize İhsan Eliaçık’ın hediyesi.

Bu adalet devletinde itikad ve ibadet hükümleri tamamen halka bırakılıyor. İsteyen inanıyor isteyen inanmıyor. İsteyen ibadet ediyor isteyen etmiyor.

Tam laiklik. 

Bu devlette ahlak hükümleri devletin manevî temeli oluyormuş. Maddî temeli bile değil. 

Yani gerçekte böyle birşey yok, işin lafı var.

Peki fıkhî hükümler, Şeriat, İslam hukuku?…

Eliaçık’a göre, “hukuk hükümleri zamanın gelişimine ve evrimine bırakılır”mış..

Gerçekteyse Şeriat, Bediüzzaman'ın dile getirdiği gibi "adalet-i mahz"dır. 

Saf, pür, katışıksız, lekesiz, arı duru, tertemiz adalet..

Şeriat karşıtlığının olduğu yerde ise zulüm vardır.

Bu iki yönden zulümdür: Birincisi, yeri gökleri, herşeyi yaratan, atomlardan yıldızlara kadar herşeye bir düzen ve intizam veren Allahu Teala’yı topluma ve devlete düzen vermekten aciz kabul etmektir. Bu, en büyük zulümdür.

İkrincisi ise, Allahu Teala’nın kullarını O’nun rahmeti olan şeriat nimetinden mahrum etme şeklinde tezahür eden zulüm..

*

Yani “Zaman sana uymazsa, ki genellikle uymaz, sen zamana uy”.

Kısacası, “zamanın gelişimi ve evrimi” bizi “laik ‘adalet’ devleti”nin kapısının önüne getirip bırakıyor. Devam ediyor “adalet devleti”nin mucidi:

“Adalet devleti dediğim fikriyatın din-devlet ilişkilerine yönelik yenilikçi yorumu budur. Zira bu hem din hem devlet tarafı için birer yeniliktir.”

Bunun din için bir yenilik olduğu söylenebilir de, devlet için hiç de öyle sayılmaz.

Kayserili Eliaçık, bilinen suratı boyayıp yeniden meydana sürmekten başka birşey yapmıyor.

Bu noktada çakma Ebu Zer İhsan, “dinden yararlanma” ifadesini kullanarak (ki buna istismar ya da sömürme demek daha uygun olur), bakış açısındaki yeniliği de göstermiş bulunuyor:

“Burada dinle pazarlık yapmaktan ziyade, dinden yararlanma biçiminin yeniden ele alınması söz konusudur.”

Dinle pazarlık yapılmadığı kesin, çünkü onun gerçekte söz hakkı yok. 

Dinden yararlanma var mı peki?

Tabiî ki var..

*

Bu noktada Eliaçık, pratik zekâ bakımından Gıfarlı Ebu Zer’den (r. a.) farkını da sergiliyor:

“Mesela Kur’an’daki hayız ve nifas ayetleriyle erkeklerin neden amel etmediği sorulamaz, çünkü konu onlarla ilgili değildir.”

Böylece Eliaçık, bin yıldır sorulup da cevap bulunamamış (!), “Kur’an’daki hayız ve nifas ayetleriyle erkeklerin neden amel etmediği” sorununa çözüm getirdikten sonra bize yeni bir “sentez” öneriyor:

“Aynı şekilde dinin, devletle ilgili olan ve olmayan hükümleri var. Burada bir analiz, bir çözümleme lazım. Bunun için de din-devlet birliği ile ona tepki olarak doğan din-devlet ayrılığından ziyade ‘din-devlet diyalogu’nu, yeni sentez olarak öneriyorum.”

Böylece, önümüze üç alternatif çıkıyor: Din-devlet birliği (Şeriat devleti), din-devlet ayrılığı (pür laiklik), din-devlet diyaloğu.

Eliaçık, din-devlet birliğini abrakabadra ile devre dışı bıraktıktan sonra, din-devlet ayrılığından ürkecek olanların gönlüne su serpecek müjdeyi veriyor: Din-devlet diyaloğu.

Ancak, bu din-devlet diyaloğunda dinin “pazarlık” gücü yok.

Sadece “dinden yararlanma/kullanma” var.

Buna "istismar" da denilebilir.. Semeresinden faydalanma..

Böylece, “Türkiye tipi laiklik” yeni bir ambalaj içinde yeniden piyasaya sürülmüş oluyor.

Bu da, dönüp dolaşıp "derin düzen"in 7.7 şiddetindeki İslamcıları laikleştirme depremi projesinin merkez üssüne kamp kurmamız anlamına geliyor.

Soru şu: Kayserili müteahhit İhsan'ın tam da bu noktaya müslümanlar için çürük çarık bir gökdelen dikme işgüzârlığı sergilemesi laikler için mutlu bir tesadüften mi ibaret, yoksa ardında bir mühendislik dehası mı yer alıyor?


SELANİKLİ MUSTAFA ATATÜRK’ÜN OSMANLI DEVLETİ’NE "AÇIK" İHANETİ

  UĞUR MUMCU'NUN DİLİNDEN KARABEKİR-ATATÜRK KAVGASI – 39   Bir önceki bölümde, Selanikli’nin, (Tevfik Paşa kabinesinin güvenoyu almasın...