KOMPLO “TEORİ”Sİ DEĞİL, İSTİHBARAT “YASA”SI: ÜMİT ÖZDAĞ OPERASYONUNUN ŞİFRELERİ

(SİYASET, SAVAŞ VE KOMPLO)




























Bu yazı son cumhurbaşkanlığı seçimine, Erdoğan’a, Kılıçdaroğlu’na ve Zafer Partisi Genel Başkanı Ümit Özdağ’a dairdir.

Erdoğan’ın Altılı Masa’yı nasıl alt ettiğine ve bu süreçte Ümit Özdağ’ın oynadığı istihbaratçılara özgü role ilişkindir.

*

Önce teori ve yasa kavramları üzerinde duralım.

Aslında doğa bilimlerinde yasa diye birşey yoktur. Hepsi teoridir. (Sosyal bilimlerde de öyle)

Yasa diye “inanılan” tespitlerin kesin doğru olduklarını söylemek mantıken mümkün değildir.

Bunun nedeni, gözlem ve deneylerden hareketle yapılan ve yasa adı verilen çıkarımların tümevarım yöntemiyle yapılmış genellemeler olmasıdır.

Kesin olan sadece o gözlemlerle elde edilen doğruudan bilgidir. Fakat onlardan hareketle yapılan çıkarımın bir kesinliği yoktur. (Mesela ağaçtan düşen elmanın düşmesiyle ilgili gözlem kesindir, fakat düşmenin mekanizmasıyla ilgili "açıklama modeli" ya da kuram kesin değildir.)

Fakat dilerseniz kurama inanabilir, iman edebilirsiniz.

Ki bugün (epistemolojiden, bilim felsefesinden, mantık biliminden habersiz olan) herkesin durumu budur, körlemesine inanmaktadırlar.

Ord. Prof. Dr. Ali Fuat Başgil’in Din ve Laiklik kitabında ifade ettiği gibi, son tahlilde bilim de, (din gibi) bir inanç sistemidir.

Aradaki farkın kavramsal çerçeve farklılığı olduğunu söylemek mümkündür.

Mesela, modern fiziğe göre, yağmurun yağması, yağmur damlalarının düşmesi, yerçekimi olgusu sayesinde olur. (Yani olay yerçekimi diye bir kavramla açıklanır, mesela melek kavramı kullanılmaz.)

Peki, yerçekimi (gravitasyon) nedir?..

Aslında, içi boş bir adlandırmadan ibarettir.

Newton, nesneler arası hareketin kendince bir matematiksel formülünü vermişti, fakat yerçekiminin nasıl birşey olduğu konusunda hiçbir şey söylememişti. 

Söyleyememişti.

Meşhur fizikçi Feynman, bu hususu şöyle açıklıyor:

… Başlangıçta Newton, teorisi konusunda sorgulanmıştı: “Ama bu birşey ifade etmiyor; bize birşey anlatmıyor.” O da “Size nasıl hareket ettiğini söylüyor; bu yeterli olmalı. Ben de size nasıl hareket ettiğini söyledim, neden öyle olduğunu değil” yanıtını vermişti.

(Richard Feynman, Fizik Yasaları Üzerine, çev. Nermin Arık, 2. b., Ankara: TÜBİTAK, 1995, s. 35)

Kısacası, ortada sadece bir matematiksel formül var, yerçekiminin (Feynman’ın tabiriyle) mekanizması hakkında ise, Newton da dahil, hiç kimsenin birşey bildiği yok.

Yine Feynman’ı dinleyelim:

“Newton’dan bugüne kadar hiç kimse bu yasanın gerisinde yatan, matematiksel mekanizma yerine geçebilecek … sonuçları bazı olaylarla çelişmeyen teorik bir anlatım bulmayı başaramamıştır.”

(Feynman, s. 37)

Evet, çelişen bazı olaylar var.

Feynman şunu da söylemektedir: 

“… eğer kuantum teorisi doğru ise yerçekiminde de parçacık gibi davranan bir tür dalga olması gerekir; bu parçacıklara graviton diyoruz. Eğer buna inanyorsanız yerçekimi deyip geçebilirsiniz.”

(Feynman, s. 177.)

Bu alıntıda olduğu gibi “Eğer kuantum teorisi doğru ise” demek gerekiyor. Çünkü herhangi bir teorinin gerçekten doğru olduğunu söylemek “bilimsel” olarak mümkün değildir.

Evet, parçacık kuramına (parçacık gibi davranan dalga kuramına) inanıyor ya da inanmıyor olabilirsiniz. Çünkü, bilim de aslında inanç meselesi..

İsterseniz, ne olduğunu bilmediğiniz, nasıl birşey olduğu konusunda hiçbir fikrinizin bulunmadığı bir yerçekimi kavramına (içi boş adlandırmaya, takılmış isme) inanmayı (gökten gelmiş vahiy gibi iman etmeyi) sürdürebilirsiniz.

Ancak, fizikçiler öyle yapmıyorlar, sorgusuz sualsiz inanmak yerine, kendi yöntemleri çerçevesinde makul bir izah tarzı bulmaya çalışıyorlar. Teorilerini sürekli sorguluyor ve yeniliyorlar.

O yüzden, Stephen Hawking şöyle demektedir:

“Klasik kuram artık, evrenin iyi bir betimlemesi değildir. O halde evrenin ilk aşamalarını tartışırken kütlesel çekimin [yerçekiminin] tanecik kuramı kullanılmalıdır.”

(Stephen W. Hawking, Zamanın Kısa Tarihi, çev. Sabit Say ve Murat Uraz, İstanbul: Milliyet, 1998, s. 173-4.)

Olay sadece sihirli değnekvari çekim (yerçekimi) ise, tanecikten bahsetmemek gerekir, fakat durum öyle değil.

Tanecik kuramının (teorisinin) kullanılması gerekiyor. (Evet, teori; yasa değil.. Olayı açıklamak için “teori içinde teori” icat etmek icap ediyor.)

Tanecik teorisinin (tanecik gibi davranan dalga teorisinin) kullanılması neden gerekiyor peki?..

Sebebi, gözlemlerden ulaşılan veriler (Evet, işin sabit olan kısmı, gözlemler.. Mesela gelgit olayının kendisi kesindir, onunla ilgili “açıklama model”i ise “kesin doğru” olduğunu ispatlayamayacağımız bir teoriden ibarettir):

… Bu olasılıkların hiçbiri gözlemlerimizle uyuşmuyor…. Evrenin nasıl başladığının anlaşılması için çekimin tanecik kuramı kullanılmalıdır.

(Hawking, s. 189.)

Yani gözlemlerinizden hareketle bir kuram geliştiriyorsunuz, fakat yeni gözlemler, diktiğiniz bu kuram gömleğine sığmıyor, onu yırtıp parçalıyor.

Bir teoriyi (kuramı) kurtarmak için başka bir kuramla onu desteklemek zorunda kalıyorsunuz. Fakat sonuçta o da kuram, “kesin doğru” olduğunu söyleyebileceğiniz bir "yasa" değil.

Peki, tanecik kuramı çerçevesinde yerçekimini gerçekleştirdiğini varsayacağımız bu (dalga gibi davranan, kanatlı melekleri hatırlatan) tanecikler ya da parçacıklar, nasıl birşeydir?

İşte bu noktada fizik, metafiziğe (fizikötesine) dönüşmeye başlıyor. Meleklere imanla yerçekimine iman arasında bir fark kalmıyor.

Sadece yerçekimini sağlayan (ve dalga gibi davranan) taneciklerin değil, modern fizikte sözü edilen pekçok parçacığın, melekler gibi gözlemlenemeyen, sadece var oldukları sezilen şeyler oldukları kabul ediliyor.

Hawking, şöyle diyor:

“Kapatma ilkesinin kuvark ya da gluonların yalın biçimde gözlemlenmesine izin vermemesi, kuvark ve gluon parçacıkları kavramının tümünü biraz fizikötesi yapıyor.”

(Hawking, s. 102.)

Bu tür parçacıkların özelliği ise (kurama göre) şu:

… Bunlar, güneşin çekim kuvvetini taşıyan parçacıklar gibi sezilgen parçacıklardır: gerçek parçacıklardan farklı olarak parçacık detektörü ile doğrudan algılanamazlar.

(Hawking, s. 141.)

Yani, mantık aynı.. Ha (kanatlı) melek demişsiniz, ha (dalga gibi davranan) parçacık.. Melekler de doğrudan algılanamıyor, bunlar da..

Ama olayı izah için (ve de bilimin karizmasını çizdirmemek için) bu parçacığın varlığına "inanmak" zorundasınız.

Modern fizikçilere göre, gözlemlediğimiz olayları izah için, bunların varlığına inanmamız gerekiyor.

Yoksa boşlukta kalıyoruz.

Bir başkası da bu izahı meleklerle yapıyor.

Peki bu yerçekimini sağlayan parçacıkları zihnimizde nasıl canlandırabiliriz? Canlandırabilir miyiz?

Hawking’in cevabı şöyle:

“Çekim alanına tanecik gözlükleri arkasından bakarsak, iki madde parçacığı arasındaki çekim kuvvetinin graviton denen 2-dönmeli bir parçacık tarafından taşındığını zihnimizde canlandırabiliriz…. Dünya ile güneş arasındaki çekim kuvveti, bu iki cismi oluşturan parçacıkların aralarında graviton değiş tokuşu olarak görülebilir. Değiş tokuş edilen parçacıklar gerçek olmamalarına karşın ölçülebilir bir etki yaratırlar, dünyanın güneş çevresinde dönmesine neden olurlar. Gerçek gravitonlar [tanecikler] klasik fizikçi deyimiyle çekim alanlarının doğururlar. Bunlar o kadar zayıftır ki henüz algılanamamışlardır.”

(Hawking, s. 98.)

Yani yerçekimini yapan gravitonlar, tıpkı melekler gibi, tarafımızdan algılanamıyorlar.

Ama madem ki Güneş ile Dünya birbirini çekiyor (Daha doğrusu birbirini bırakıp gitmiyor), bunu yapan birşeylerin olması gerekiyor.

Yine, gelgit diye birşey varsa onun da bir sebebi olmalı.. Üzümü gören tilkinin ağzının sulanması gibi Ay'ı görünce duruşuna çekidüzen verip başını dikerek kabaran denizin böyle yapmasının ardındaki etken ne?

Son beste, bunların hepsinin (dalga gibi davranan) parçacıkların başının altından çıktığını söylüyor. 

Ancak, gözlemle değil sezgi ile var olduklarına hükmettiğimiz bu tanecik ya da parçacıklarla ilgili teori de, bütün sorulara cevap vermiyor.

Hatta, meseleyi bütünüyle gayb (metafizik) haline getiriyor.

Hawking’in ifadesiyle, ortaya şu sonuç çıkıyor:

“Tanecik mekaniğinin ortaya çıkışıyla, olayların tam bir doğrulukla bilinmeyeceğini, her zaman bir miktar belirsizlik bulunacağını anlar olduk. İstenirse, belirsizlik içindeki bu gelişigüzellik Tanrı‘dan bilinebilir.”

(Hawking, s. 210.)

Yani iş dönüp dolaşıp yine Tanrı'ya (Allahu Teala'ya) geliyor.

Hawking’in ifadesiyle, durum şu:

 “… tanecik mekaniğinin belirsizlik ilkesinin [olayları] kestirme gücümüze getirdiği sınırlamadır. Bunu ortadan kaldırmamızın hiçbir yolu yok…. İkincisi, kuramın denklemlerini, çok basit durumlar dışında, tam olarak çözemememiz gerçeğinden kaynaklanıyor. [Daha önceki] Newton’un kütlesel çekim kuramında bile, üç cismin devinimini tam olarak hesaplayamıyoruz; cisimlerin sayısı ve kuramın karmaşıklığıyla zorluk daha da artıyor.”

(Hawking, s. 213.)

Bütün bunlardan hareketle varılan son hüküm ise şu:

“… kuramlar kanıtlanamayacağı için gerçekten doğru kuramı bulduğumuzdan hiçbir zaman emin olamayacağız. Ama kuram matematik açıdan tutarlı ve gözlemlere uyan kestirimler veriyorsa, aradığımız kuram olduğuna akla uygun ölçülerde inanabiliriz.”

(Hawking, s. 212.)

Böylece, başladığımız noktaya dönmüş olduk: Bilim de, sonuçta, bir inanç sistemidir.

Feynman şöyle diyor:

"… çekim yasasının söz ettiğimiz diğer bazı yasalarla ortak özelliklerini vurgulamak istiyorum. İlk olarak, ifade ediliş tarzı matematikseldir; diğerleri de öyledir. İkincisi, tam doğru değildir. Einstein onu değiştirmek zorunda kaldı; yine de tam doğru olmadığını biliyoruz…. Bunlar bütün diğer yasalarımız için de geçerlidir; hiçbiri tam doğru değildir."

(Feynman, s. 30)

Peki, madem öyle, teori ya da kuram, ne işe yarar?

Yine Hawking’i dinleyelim:

"… bir kuramı, evrenin ya da onun sınırlı bir parçasının modeli ve gözlemlerimizi bu modeldeki niceliklere bağlayan [zihinde oluşturulmuş] kurallar takımı olarak tanımlayacağım. Kuramın varlığı yalnızca aklımızın içindedir ve başkaca hiçbir gerçekliği (herhangi bir anlamda) yoktur." 

(Hawking, s. 26.)

Daha kısa bir anlatımla:

"… bilimsel bir kuram, yalnızca gözlemlerimizi betimleyebilmek için kurduğumuz matematiksel bir modeldir: salt kafamızda vardır."

(Hawking, s. 181.)

Kısacası, gözlemlenen nesne ve olaylar, vardır, mevcuttur, onların gerisinde olduğu düşünülen doğa yasaları ise, gerçekte yoktur. 

Kafanızdan uydurduğunuz, kesin doğru olduğunu hiçbir zaman bilemeyeceğiniz “inanç”lardır.

Feynman’la noktayı koyalım:

“Bu, bilimin kesin olmadığı anlamına gelmektedir…. Eğer daha önce bilimin çok kesin olduğunu düşündüyseniz, siz hata yaptınız.”

(Feynman, s. 84-5.)

*

İsteyenler bu meseleleri Kemal Sunal’ın oğlu Ali’nin Güldür Güldür skeçlerinden öğrenmeyi deneyebilirler.

Herhangi birşey öğrenemeseler de zihin konforları bozulmaz, rahat ederler.

Modern bilimle aydınlanmış olmanın hazzını yaşarlar.

Ronald David Laing diye birinin şöyle bir sözü var:

Öldüğünüzde ölü olduğunuzu bilmezsiniz, bu sadece başkaları için zordur. Aynı şey salak olduğunuzda da geçerlidir."

İlk cümle yanlış, ikincisi doğru.

Salak olduğunu bilmeden bilim hakkında skeçler hazırlayan ve bu mevzuları gerçekten bilenleri sarakaya alanların mutluluğuna gıpta etmemek mümkün değil.

Üstelik, salaklıkları para ve şöhretle de ödüllendiriliyor.

İşin acı tarafı ise şu: Türkiye’de akademisyenlerin çoğu da söz konusu tiyatro kumpanyası boşboğazlarından daha donanımlı değiller.

Sözde bilim adamı olarak vatana millete hizmet ediyorlar, fakat önemli bir bölümü “bilim”in gerçekte ne olduğundan bile habersiz salak durumundalar.

Fakat, mutlular.. Mutlu olmalarını sağlayacak salaklık, Allah vergisi olarak onlarda hadsiz hesapsız.

Yahya Kemal haklı:

“Yalnız duyan yaşar” sözü, derler ki, doğrudur.

“Yalnız duyan çeker” derim, en doğru söz budur. 

*

Siyasetin (ve de istihbaratçılığın) teori ve yasalarına gelelim.

Nasıl bir doğa bilimcisi gözlemlenen olay ve nesnelerden hareketle onların ardındaki etkenlere (mekanizmalara) ulaşmaya çalışıyorsa, siyasette de bir gözlemlenen olaylar ve şahıslar, bir de bunlara ilişkin “kuram”lar söz konusudur.

Bu kuramlara bazıları komplo teorisi, bazıları da yasa gözüyle bakarlar.

Gerçekten de siyasal gelişmeler ve politikacılar hakkında yapılan analizlerin bazıları baştan sona (kara ve gri propaganda eksenli) komplo teorisi durumundadır, fakat bazıları da müşahhas verilerden hareketle bilimsel bir bakış açısıyla yapılmış değerlendirmelerdir. Öte yandan, evrim ve izafiyet gibi hususlara dair teorilere "evrim teorisi, izafiyet teorisi" vs. denildiği gibi, komplolara ilişkin açıklamalara da komplo(nun) teorisi demek uygun düşer. Bu açıdan bakıldığında komplo teorisi (kendisi komplo olan teori) ile komplonun teorisi (komploya dair teori) arasında da ayrım yapmak gerekir.

General Clausewitz'in "Savaş, siyasetin başka araçlarla devamıdır" (Der Krieg ist eine bloße Fortsetzung der Politik mit anderen Mitteln) şeklindeki sözü meşhurdur. Siyaset bazen açık çatışma ve savaşla, bazen de "komplo"lar (yalan, hile, dolap, aldatma, tuzak, kuyu kazma, şantaj, satın alma, suikast, sabotaj, provokasyon, ajitasyon, yüze gülüp arkadan hançerleme) ile devam eder..

Siyaset elbette her zaman komplo değildir, fakat komplosuz siyaset de (özellikle çağımızda) hemen hemen yok gibidir. 

Eski çağlarda istisnaî bir durum olan komplolar, istihbarat faaliyetlerinin ileri düzeyde kurumsallaştığı geçen asırdan beri istisna olmaktan çıkıp kural haline gelmiştir.

*

Son cumhurbaşkanlığı seçimini Erdoğan’ın nasıl kazandığı sorusuna cevap vermeyi, olayı kısmen de olsa aydınlatacak bir "açıklama modeli" bulmayı denemeye kalkışsak neler söyleyebiliriz?..

Önce şu hususun altını çizelim: Erdoğan tecrübeli bir siyasetçi.. Gençliğinden beri bu işlerin içinde.. Siyasetin içinde pişmiş, bu işin kurdu olmuş.. Ayrıca Erbakan’ın rahle-i tedrisinden geçmiş..

Bildiği şeylerden biri şu: Seçimler döneminde ortamıın biraz gerilmesi, kaçacak oyları çekecek bir yerçekimi mekanizmasının oluşturulması, bırakıp gidecek unsurların gözlerinin korkutulması gerekiyor.

2002, 2007, 2011 ve 2014 seçimlerini Türkiye’deki kutuplaşma ve askerî darbe korkusunun gölgesinde (fazla bir çaba sarfetmeden) kolayca kazanabildi.

2000’li yıllardaki Cumhuriyet mitinglerini, 2013’deki Gezi Parkı tantanasını, CHP ile ortak hareket eden MHP’nin 2014’teki saldırgan üslubunu hatırlayın..

*

15 Temmuz’dan sonra ise durum değişmeye başladı.

Bir defa, Erdoğan’ın MİT’e ve TSK’ya tamamen hakim konuma geldiği düşünülmeye başlandı. Eski "mağdur, hakkı yenen ya da yenmeye çalışılan" Erdoğan yoktu artık.

İkincisi, Kılıçdaroğlu, selefleri gibi “Laiklik elden gidiyor, Atam sen kalk da  ben yatam” tarzı bir siyaset yürütmüyordu.

Muhafazakâr kesime karşı yumuşak ve uzlaşmacı bir üslup kullanıyordu.

Bu sayede İstanbul ve Ankara belediye başkanlıklarını AKP’nin elinden almayı başarmıştı.

Ayrıca, son cumhurbaşkanlığı seçiminde Saadet Partisi’ni ve eski AKP’li Ahmet Davutoğlu ile Ali Babacan’ı yanına çekmeyi sağlayacak bir yerçekimi hattı oluşturmuştu.

Dolayısıyla muhafazakâr tabanı “CHP gelecek, canınıza okuyacak” diye korkutmak zorlaşmıştı.

Erdoğan’ın seçimi kazanması için gereken gerilim ortamı oluşmuyordu.

*

Erdoğan ile Kılıçdaroğlu’nu karşılaştırdığımız zaman şunu görüyoruz: Erdoğan Kılıçdaroğlu'nun suya götürür susuz getirir.. Kaçın kurrası!..

Siyasetin ayak oyunlarını daha iyi (çok iyi) biliyor.. Tam bir siyaset canbazı..

Ayrıca Erdoğan, Kılıçdaroğlu ile eşit şartlarda yarışmıyordu, seçime girerken daha avantajlıydı.. Çünkü devletin başındaydı.. MİT, kendisinin emrindeydi.

Derin devletin artık Erdoğan’ın emri altında olduğunu (veya “Erdoğan – derin devlet konsorsiyumu”nun kurulduğunu) iddia edenler de var.

Türkiye’de derin devlet dediğimiz yapının ve (emekçisi ve emeklisi ile) MİT’çilerin, psikolojik savaşın da, algı operasyonunun da, provokasyonun da ustası oldukları bir gerçek.

Ortamın nasıl “gerileceğini” çok iyi biliyorlar.

28 Şubat öncesinden örnek verelim..

Erbakan çok ihtiyatlı davranıyordu.. Fakat derin devletçiler iki ayrı yapı icat ederek irtica tehdidini gündemde tutmayı ve bunun faturasını Erbakan'a çıkarmayı başardılar.

Bu yapılardan biri, domuz bağı cinayetleriyle ünlenen (sözde) Hizbullah’tı.. (Özde "hizbu derin devlet".)

İkincisi ise “uçkurist” Müslüm Gündüz’ün “şeyhliğini” yaptığı gecekondu tipi prefabrik Aczimendeburi tarikatıydı..

Erbakan istediği kadar ihtiyatlı olsun.. Türk tipi demokraside derin devlet için çareler tükenmiyordu.

Derinlerin parası da elemanı da boldu.

*

Gelelim son cumhurbaşkanlığı seçimine..

Seçim filmindeki gerilim ve korku öğesi eksikliği Zafer Partisi ve Ümit Özdağ sayesinde giderildi.

Ümit Özdağ istihbarat konulu kitapları da bulunan bir adam.. Uzmanlık alanı istihbaratçılık, gizli servisler..

İstihbaratçılığı, ajanlığı, sağ gösterip sol vurmayı, psikolojik savaş tekniklerini, algı operasyonu numaralarını, propaganda hilelerini ve de “vatana ve millete istihbaratçı tuzak ve oyunlarıyla, katakulli ve dolaplarıyla hizmet”in "önemini ve değerini" bilmeyen, bukalemunvari "istihbaratçı ahlâkı"nı özümseyemeyen, içine sindiremeyen, rahat yalan söylemeyi meslekî yetkinlik değil de düşük karakterlilik kabul eden bir adamı, gizli servis senaryolarında baş rolü üstlenmeye veya figüran olmaya razı etmek zor olabilir, fakat Ümit Özdağ gibi birinin, teorik bilgisini pratiğe aktarma fırsatı yakalamaktan keyif alması beklenir.

Soru şu: (Kılıçdaroğlu’nun yol açmaktan özenle sakındığı, uzak durduğu) "Erdoğan’ı seçtirecek bir gerilimi üretme"si görevi, derin yapılar tarafından Ümit Özdağ’a verilmiş olabilir mi?

Nasıl sözde Hizbullah'ın sabıkası ve Aczimendeburiliğin sorumluluğu Erbakan’ın sırtına yüklendiyse, Ümit Özdağ’ın skandal boyutlarındaki Atatürkçü, laikçi, cumhuriyetçi, kavgacı, anti-ümmetçi sansasyonel çıkışlarının, milletteki CHP korkusunun depreşmesine yol açacağı hesaplanmış olabilir mi?

Seçimin ikinci turunda Özdağ’ın Altılı Masa’ya yanaşması, bu istihbarat uzmanının ve başında bulunduğu prefabrik tabela partisinin kademe kademe, aheste aheste, yavaş yavaş Altılı Masa'ya monte edilmesi bir tesadüf müydü?

Aynı Özdağ'ın seçimlerden önce Kılıçdaroğlu ile yapmış oldukları gizli anlaşmayı ancak istihbaratçılardan beklenebilecek kıvrak bir manevra ile CHP Kongresi’nin arefesinde açıklaması, böylece Kılıçdaroğlu’nun siyasi hayatının bitmesine sebep olması da bir tesadüf mü?

*

Evet, doğa bilimleri söz konusu olduğunda bir gözlemlenen olay ve nesneler, bir de onlardan hareketle oluşturulan kuramlar (Ki bazen yasa diye adlandırılırlar) bahis mevzuu olur.

Siyaset alanında da salt olayları gözlemlemek, “Şu gün şöyle oldu, bugün böyle oldu, falanca şöyle dedi, filanca böyle yaptı” demek yeterli değildir.

Perde arkasına, mantıksız görünen gelgit ve zikzaklara ışık tutacak kuramlarınızın, açıklama modellerinizin, teorik yaklaşımlarınızın bulunması önem taşır.

Öncelikle şu gerçeğin hep akılda tutulması gerekir: Siyasetin yerçekimi yasasında devlet en büyük çekim merkezidir. Pekçok siyasetçi (derini ve yüzeyseliyle) onun etrafında döner, onun etkisi altındadır.

Dünya’daki gelgit olayının Ay’ın (görünmeyen) çekimi ile açıklanmasına benzer şekilde, siyasetteki bazı gelgitlerin de, (ortada görünmeyen) derin devletin ve gizli servisin çekim etkisi ile birlikte düşünülmesi bazen zorunluluk haline gelir. Derin yerçekiminin bir parametre olarak denkleme dahil edilmesi, pekçok karanlık ve muğlak noktanın anlaşılır hale gelmesini sağlar.

Bu çekim, parçacıklarla (paracıklarla) mı oluyor, kuru kuruya beleş mi ortaya çıkıyor, yoksa algılarımızın ulaşamadığı başka bir mekanizma mı mevcut, o konuda kesin bir sonuca varmak zordur.

Fakat siyaset söz konusu olduğunda devletin derininin ve yüzeyselinin, ve de istihbarat teşkilatlarının (çekim diye adlandırılabilecek olan) etkisini görmezden gelmek saflık olur.

Hatta, Kemal Sunal’ın oğlunun eğlence programı gibi platformlarda bu tür konulara girilmemesi de, başka bazı konulara ise özel olarak girilmesi de bu etkiden bağımsız düşünülemez.


SELANİKLİ MUSTAFA ATATÜRK’ÜN VAHİDEDDİN'E GİZLİ İHANETİ

  UĞUR MUMCU'NUN DİLİNDEN KARABEKİR-ATATÜRK KAVGASI – 38   Önceki bölümlerde, Selanikli Mustafa Atatürk’ün mütareke döneminde 13 Kasım ...