DİYANET’İN KUR'AN AYETLERİNİ SANSÜRLEYEN MÜSLÜMANLIĞI: "SİZ ALLAH'A DİNİNİZİ Mİ ÖĞRETİYORSUNUZ?"

 




Prof. Hayrettin Karaman, Yeni Şafak gazetesinde yayınlanan 1 Nisan 2018 tarihli şaka gibi yazısında “Diyanet doğru yolda, destek olalım” diyordu.

Evet, Diyanet İşleri Başkanlığı’nın önemli hizmetleri var. Yaptıklarının büyük çoğunluğu da doğru ve gerekli..

Fakat bu, Diyanet İşleri Başkanlığı’nın mutlak anlamda doğru yolda olduğunu söylemek için yeterli değil.

Bir defa, Diyanet İşleri Başkanlığı, Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’na ve kendisiyle ilgili kanun hükümlerine tâbi..

Şöyle bir misalle anlatalım: Bizim Hasan bir gemide, gayesi Mekke‘ye gitmek.. Gayet iyi niyetli..

Fakat gemi, rotasını bir hristiyan birliğinin merkezi olan Brüksel‘e çevirmiş..

Kıblesi Brüksel..

Ya da, kıbleler arasında tarafsız kalmayı seçmiş.. Kendisini rüzgârın akışına bırakmış.. 

Zaman (çağdaşlık) bizi nereye götürürse oraya gidelim, kıble diye birşey tanımıyoruz” demiş..

*

Kaptanın elindeki kural ve talimatnameler kitapçığı ise, ilke ve inkılaplarına bağlı kalınacağına yemin edilen Atakaptan‘dan kalmış.

O kitapçık, kendisindeki rotaya ilişkin temel talimatların değiştirilmesinin teklif dahi edilemeyeceğini ilk sayfasında belirtmiş.

Böyle bir gemide, bizim Mekke yolcusu, Mekke’ye gittiğini iddia eden Şaşkın Hasan, nereye gidebilir?

Böyle biri için “Hasan doğru yolda, Mekke’ye gidiyor, destek olalım arkadaşlar” diyen Karaman koyunları, verdikleri bu “gaz”la gerçekte kimlere destek oluyordur?

Son tahlilde Atakaptan’ın kurduğu “düzen”e mi hizmet ediyordur, yoksa Mekke idealine mi?

Bu Karaman koyunlarının pratikteki kazanımları, kaptanın has adamları olarak ulufeye nail olmak mıdır, yoksa “doğru yol”u göstermek, Hasan’ın Mekke’ye ulaşmasını sağlamak mı?

*

İmam Matüridî‘nin, yaşadığı devirdeki müslüman yöneticiler için adil diyenleri tekfir ettiği biliniyor.

Çünkü, zulme adalet demek, batılı hak, haramı helal kabul etmektir.

Diyanet, genelde doğru işler yapıyor olabilir.

Fakat, tabi olduğu laik rejimi sorgulayabilen bir kurum değil.

Şeriat‘le, tağutla ilgili ayetleri de hutbelerde okuyamaz.

Maide Suresi’nin “Allah’ın indirdiği ile hükmetmeyenler kâfirlerin ta kendileridir” mealindeki ayeti sanki hiç indirilmemiş gibi davranır.

Yani, hakkı tam ve açık bir biçimde söyleyemez, ancak dolaylı olarak ifade edebilir.

Selefîlik, İslam, cihad ve terör konularında yaptığı açıklamalar ise, mevcut rejimin “dış politika”sı çerçevesinde şekillenmektedir.

O açıklamaları haklılık kırıntıları da içeriyorsa da, belirli ölçüde yanlıştır.

*

Diyanet, laik (siyasal dinsiz) devletin din istismarına da alet olmaktadır.

Olmak zorunda kalıyor.

Öyle ki, Diyanet’in bakış açısına göre, tabi olduğu laik devlet için savaşıp ölen herkes şehittir, yani savaşırken cihat etmiştir. 

Buna karşılık, farklı ülkelerdeki müslümanların cihat olarak adlandırdıkları faaliyetlerini, Batı’nın terör tanımı çerçevesine girdiği, mesela Türkiye'nin NATO'daki müttefiklerinin politikalarıyla çeliştiği zaman, açıkça değilse de dolaylı ifadelerle lanetleyebilmektedir.

Burada referans, Batı’nın terör tanımı haline gelmektedir. Kur’an ve Sünnet değil..

*

Kısacası, laik geminin uysal Hasan’ı konumundaki Diyanet‘in tam olarak doğru yolda olduğunu söylemek mümkün değildir.

İmam Matüridî sağ olsaydı, Diyanet’in doğru yolda olduğunu iddia eden adamın itikadî durumunun ne olacağını ondan sormak isterdim.

İnsanlar, ve insanlardan oluşan kurumlar hatasız ve günahsız olmaz.

“Diyanet’in güzel hizmetleri var. Bu laik düzende elinden ancak bu kadarı geliyor. Doğrularına destek olalım” demek başka birşey, “Diyanet doğru yolda” demek, ve bundan, “Diyanet’in çizgisiyle çelişen bir konumda bulunanların yanlış yolda olduğunun” anlaşılmasını istemek başka birşeydir.

*

Diyanet İşleri Başkanlığı’nın 16 Şubat 2018 Cuma günü okuttuğu hutbe şöyleydi:

Bir sahabî, Peygamberimizin huzuruna gelerek, “Hem sevap hem de şöhret kazanmak için savaşan bir adam hakkında ne dersiniz? Böyle birisinin kazancı nedir?” diye sordu. Allah’ın Resûlü, “Hiçbir şey kazanamaz.” cevabını verdi. Ancak adam, sorusunu ısrarla üç defa tekrarladı. Bunun üzerine Peygamberimiz, “Hiç şüphe yok ki Allah, sadece kendi rızasını kazanma niyetiyle yapılan samimi amelleri kabul eder.” (Nesâî, Cihâd, 24) buyurdu.

Cihâd, Allah yolunda harcanan emeğin, Hak uğrunda verilen mücadelenin adıdır. Cihâd, müminin, bütün varlığını seferber ederek Yüce Rabbinin rızasını kazanma çabasıdır. Cihâd, mukaddesatı korumak için beden, dil, fikir ve gönülle kararlılık göstermektir.  

Haksız bir saldırı, yok etme, sömürme ya da zulmetme mücadelesi değildir cihâd. Aksine Müslüman’ın, vatanında şerefi, kimliği ve özgürlüğüyle var olma; imanını, bayrağını, istiklâlini ve haysiyetini muhafaza etme azmidir. Cihâd, zulme ve zalime karşı, bir milletin hukukunu savunma gayretidir. Hakkı tutup kaldırma, yeryüzünde barış, huzur, adalet ve iyiliği yayma gayesidir.

Yüce Rabbimiz, Kur’ân-ı Kerim’de Allah’a ve Resûlüne iman eden kimselerin mallarıyla ve canlarıyla Allah yolunda cihâd ettiklerini anlatmaktadır. (Saff, 61/11) Peygamberimiz de “Ellerinizle, dillerinizle ve mallarınızla cihâd ediniz!” (Nesâî, Cihâd, 48) buyurmaktadır. Bu âyet ve hadis göstermektedir ki; cihâd, sadece canı feda etmekle değil, kimi zaman elle, kimi zaman dille, kimi zaman da malla hakka hizmet etmekle olur.

“Mücâhid, nefsiyle cihâd eden kişidir” (Tirmizî, Fezâilü’l-cihâd, 2) hadis-i şerifi gereği hepimizin cihâdı öncelikle kendi nefsimizde başlar. Nefsin kötülüğe, hataya ve isyana teşvik eden vesvesesi ile mücadele etmek de cihâddır.  Allah’ın dinini en doğru kaynaktan öğrenip en güzel şekilde yaşamak da cihâddır. Bizi fıtratımızdan uzaklaştıracak, uçurumlara sürükleyecek arzu ve isteklere karşı durmak da cihâddır. Ve mümin, eğer kendi nefsi ile olan cihâdında başarılı olabilirse, o zaman İslâm düşmanlarına karşı cihâdında da zafer elde edebilir.

İslam’ın hayat veren ilkelerini yeryüzünde yaymak, haksızlıkların sona ermesini sağlamak için yapılan cihâd, kimi zaman kalemle kimi zaman da kelâmla olur. Mümin, an gelir eliyle, gün olur malıyla Allah yolunda, kelime-i Hak için çalışır, çabalar. Doğruyu anlatmak, iyiye davet etmek, güzelliklere vesile olmak için gecesini gündüzüne katar. İnancı, varlığı, vatanı, bekası ve hürriyeti için silahlı mücadeleye girmesi ise, cihâdın en üst seviyesidir. Daha dün Doğusuyla Batısıyla, Kuzeyiyle Güneyiyle bu aziz vatanı korumak uğruna verdiğimiz mücadele, cihadın en canlı şahididir. Allah’ın yardımıyla muzaffer çıktığımız Çanakkale, varoluş destanının, iman, cesaret ve azmin adıdır.

Cihâd, eline silahı alıp körü körüne masum canlara kıymak değildir. Son yıllarda insaf ve vicdanını yitirmiş cinayet şebekelerinin yaptığı ve Müslümanlara mal edilmeye çalışılan intihar saldırılarının, vahşet ve şiddetin İslâm’ın cihâd anlayışı ile yakından uzaktan alakası yoktur. Çünkü İslam’da cihad öldürmenin değil, yaşatmanın; yok etmenin değil, diriltme çabasının adıdır. Cihâd, ancak insanı yaratılış amacından saptıran her türlü kötülüğü ortadan kaldırmak için yapılır.  Kime karşı ve hangi gerekçeyle yapılırsa yapılsın, masum insanlara yönelik saldırılar, İslâm’ın cihâda yüklediği yüce ruh ve ideallerle asla bağdaşmaz. Bunlar, insanlığa karşı hunharca işlenmiş büyük cinayet girişimleridir.

Bugün de millet olarak canımızla ve malımızla bir beka mücadelesi veriyoruz. Mehmetçiğimiz, inancımız, bayrağımız, vatan toprağımız uğrunda hiç çekinmeden varlığımızı feda edebileceğimizi bütün dünyaya bir kere daha gösteriyor. Ömrünün baharında şehadet şerbetini yudumlayan her bir vatan evladı, adeta bizlere Rabbimizin şu müjdesini haykırıyor: “Allah yolunda öldürülenlere sakın ‘ölü’ demeyin. Onlar diridirler. Ancak siz bunu idrak edemezsiniz.” (Bakara, 2/154)

Bu varlık mücadelesinde hepimize sorumluluk düşüyor. Bu sorumluluğun bir gereği olarak geliniz bu mübarek Cuma vaktinde hep birlikte Allah Teâlâ’ya gönülden şöyle niyaz edelim:

Allah’ım! İstiklal ve istikbalimiz, birlik ve beraberliğimiz uğrunda mücadele eden kahraman ordumuzu muzaffer eyle! Huzurumuz ve değerlerimiz uğrunda canlarını feda eden aziz şehitlerimize rahmet, gazilerimize şifalar ihsan eyle! Fitne, fesat ve bozgunculuk peşinde koşanlara, milletimize ve ümmet-i Muhammed’e hile ve tuzak kuranlara karşı bize feraset, basiret, kuvvet ve dirayet lütfeyle! Bizleri cihâdın gerçek anlamını kavrayan, senin yolunda mücahede ve mücadeleden kaçmayan samimi müminler eyle!

Rabbimiz! Sana inandık, sana güvendik, sana tevekkül ettik. Bizleri sensiz, sahipsiz, inayetsiz bırakma!

*

Görüldüğü gibi, hutbenin başı ile sonu birbirinden ayrı telde çalıyor.

Başta, yalnız Allah yolunda savaşmanın şehadeti kazandıracak cihad olacağı belirtiliyor, sonra ise işin içine devlet yetkililerinin “dili” dahil ediliyor.

Böylece vatan, varlık ve beka da denklemde yerlerini alıyor. Hem de baş köşede..

Beka ile, Allahu Teala’nın zâtî sıfatlarından “beka” sıfatına iman değil, devletin ve milletin bekasına iman kastediliyor.

Sanki, İslam’a göre bunlar için beka mümkünmüş ve savunulabilirmiş gibi.

İşte bu, din dilinin laikleştirilmesi, istimlak edilip kamulaştırılması, devletleştirilmesidir.

*

Cihadın en üst seviyesi meselesine gelelim..

Diyanet hutbesi bu noktada da sorunlu.

Resulullah s.a.s., Ebû Saîd el-Hudrî’nin (r.a.) rivayetine göre, şöyle buyurdu:

“Cihadın en üstünü zulmeden devlet başkanına karşı hakkı söylemektir.”

(Ebû Davud, Melahim 17; bk. Tirmizî, Fiten 13; Nesâî, Bey’at 37; İbn Mâce, Fiten 20; Ahmed b. Hanbel, Müsned, III, 19, 61; IV, 314, 315; V, 251, 256. Beyhakî, es-Sünenu’l-kübrâ, X, 91; Beğavî, Şerhu’s-sünne, X, 65-66),

Hep söylüyoruz, Diyanet maalesef, ayet ve hadîslere, mevcut rejimin hassasiyetleri çerçevesinde sansür uyguluyor.

İslam’ı tam ve doğru anlatmıyor. Eksik, hatta bazen çarpık anlatıyor. Çarpıtıyor.

Onun için, Türkiye’de asla Şeriat konulu bir hutbe duyamazsınız.

Tağutla ilgili ayetleri hutbede işitemezsiniz.

Maide Suresi’nin “Allah’ın indirdiği ile hükmetmeyenler” hakkındaki ayetlerini dinleyemezsiniz.

Bu tür ayetlere sansür uygulanır.

Cihatla ilgili ayetleri artık okuyorlar, çünkü laik (siyasal dinsiz) devletin âlî menfaatleri bunu gerektiriyor.

*

Evet, eskiden cihad konulu hutbe de duyamazdınız, ama şimdilerde “milli ve yerli” ihtiyaç hasıl oldu..

Cihad kavramını Türkiye Cumhuriyeti’nin “ulusal çıkar”larına göre istismar ihtiyacı doğdu.

İşte onun için, Diyanet kendi kafasından “cihadın en üst seviyesi” icat ediyor.

Eğer Diyanet’te gerçek bir İslamî hassasiyet varsa, bu hatasını düzeltir, bir başka hutbede, “Cihadın en üst seviyesi, zalim, cevr ü cefada bulunan sultana karşı hakkı ve doğruyu söylemektir. Bunu Resulullah s.a.s. haber vermiştir. Biz de kendi kafamızdan daha önce birşey söylemiştik, ama yanlış oldu, Allahu Teala’dan af, halkımızdan özür diliyoruz” der.

Der mi?..

Diyanet, devlete ve devlet başkanına ayet ve hadîslerle “ayar” veren hutbe okuyabilir mi?

*

Erdoğan’ın “rabia”sının (dörtlüsünün) ne olduğunu biliyoruz: “Tek millet, tek devlet, tek vatan, tek bayrak.”

Buradaki tek millete, Türkiye Cumhuriyeti sınırları içinde yaşayan (yahudi, hıristiyan, müslüman, ateist, satanist vs.) herkes dahil.

Ve bu milletin adı da, Anayasa’ya göre, “Türk“..

Ve, Türkiye Cumhuriyeti, Anayasa’ya göre “laikdemokratik, sosyal bir hukuk devleti” olma iddiasında..

1924 Anayasası’ndaki “Devletin dini, din-i İslam’dır” maddesinin yerinde yeller esiyor.

(Kendilerini çok zeki, müslümanları da salak zanneden bazıları “Devlet insan mı ki dini olsun?” diyebiliyorlar. A geri zekâlı, devlet insan mı ki dili var?)

*

Evet, bugün Türkiye Cumhuriyeti Devleti için savaşıp ölenler, laik Türkiye Cumhuriyeti Anayasası içinAtatürk ilke ve inkılapları için, Erdoğan’ın “tek millet”i için savaşıyorlar.

Savaşabilirler.. Bizden izin isteyecek halleri yok.

Devletler ve milletler, haklı veya haksız, kimi zaman savaşa girebilir, savaş hali yaşayabilirler.

Diyelim ki haklı bir savaşı sürdürüyorlar ve bazı askerlerini bu yolda kaybettiler.. İstiyorlarsa onları “ulusal kahraman, yiğit asker, fedakârlık abidesi” filan gibi tumturaklı sıfatlarla anabilir, haklarında Dombıravari şiirler destanlar yazabilir, sağa sola adlarını verebilir, yaralanıp sağ kalan askerleri vs. de “üstün cesaret madalyası” türünden parlak adlar taşıyan nişanlarla donatabilirler.

Fakat laikliği benimsemiş (bütün dinlere eşit mesafede), tek derdi kendisinin bekası olan, “tek millet”inin “milli iradesi”ni Allahu Teala’nın emir, irade ve fermanına alenen üstün tutan bir devlet, sanki Şeriat‘le yönetilen (Allah’ın emir ve yasaklarını değişmez, değiştirilmesi teklif dahi edilemez ilkeler kabul eden) bir devletmiş gibi, savaşta ölenlerini müslümanlara özgü cenaze törenlerinde İslam’ın şehadet kavramı ile kabrine uğurlarsa, işte o zaman, dini istismar etmeye başlamış demektir.

*

Böyle bir devlet adına konuşan siyaset esnafının ve bürokratik ensesi kalınların birtakım kesimlere “din istismarı” suçlaması yöneltmesi ise, perhiz edebiyatı ile lahana turşusunu birlikte götürme uyanıklığı sergilemeleri anlamına gelir.

Daha açıkçası bu, “devletin din istismarını tekeline alma” dayatmasından başka birşey olarak görülemez. “Din istismar edilecekse, onu da biz yaparız netekim” hesabı..

İşin aslına bakılırsa, Türkiye’de “din istismarının kamulaştırılması, devletleştirilmesi ve millileştirilmesi” yönünde ciddi bir mesafe alınmış durumda.

Ancak devlet, bu kamulaştırma faaliyeti sırasında alabildiğine seçici/eklektik, menfaatçi (“ulusal menfaat” hesabı yaparak), pragmatik, oportünist ve esnek (ya da çifte) standartlı davranıyor.

*

Mesela, askerlerinin şehit payesini kazanmasından büyük keyif alıyor, fakat yaşarken mücahit olmalarına, cihadın İslamî hükümlerini kılavuz edinmelerine razı değil.

Bu çelişkiyi aşmak için de “İslam’ın güncellenmesi”ne ihtiyaçları var. Mesela mücahit olmadan şehit olmayı sağlayan bir güncelleme..

Zaten “fiilen” güncellemişler..

İslam’ı “güncellenmiş” haliyle benimsiyor ve savunuyorlar

(İş, bu güncellemeyi resmiyete dökmeye kalmış. Rutin bir işlem.. Yeni MİT yasasını çıkardıkları sırada Beşir Atalay, “Bunlar zaten fiilen yapılan şeyler, sadece yasal düzenleme haline getiriyoruz, resmîleştiriyoruz” demişti.)

Fakat, bu arada birtakım “yobazlar” devreye giriyor (“milli ve yerli dalkavuklar” böyle adlandırıyor), aykırı sesler çıkarıyor, devletluların keyfini kaçırıyorlar.

Laik demokrasilerde çare tükenmez netekim.. Onları yola getirmek için de sağlam meşeden “din istismarı sopası” hazırlanıyor.

Ya susacaklar ya da kafa göz gidecek.. İhtimal bazı kafalar yarılacak.. Devletlular da bu hürriyet ortamında  İslam’ı keyiflerine göre “fikri hür, vicdanı hür” biçimde güncelleyecekler..

*

Şu laik devlet için şehit olma mevzuuna tekrar dönelim.

Resulullah s.a.s. şöyle buyuruyor: “İslâm, câhiliyetten kalma ırkçılık ve kabileciliği ortadan kaldırmıştır.” (Buharî, Ahkâm: 4)

Türkiye Cumhuriyeti Devleti davası gütmek, devleti (Allahu Teala’nın dinine hizmet ve insanlar arasında adaleti hakim kılmak gibi) daha yüce amaçlar için araç değil de bizatihî amaç haline getirmek (böylece putlaştırmak, Allahu Teala yerine kulluk edilen bir mercîe dönüştürmek), bunu da “devletin bekası” gibi süslü laflar eşliğinde savunmak, ve de Türkiye Cumhuriyeti’nin “tek millet”çiliğini ilke edinmek, işte bu, cahiliyyet ırkçılık ve kabileciliğidir.

İslam’a göre böyle.. Ama, devlet laik olduğu için, İslam’ın bu değerlendirmelerine itibar etmek zorunda değil. Bütün bunlar, onun kabul ettiği “çağdaş uygarlık düzeyi” hedefi çerçevesinde aydınlanma, ilerleme, çağdaşlaşma ve uygarlaşma anlamına geliyor.

Gelsin.. Devlet, çağdaşlaşmasını da alsın ve gitsin, dinden elini çeksin, güncellemeye kalkışmasın.

Devlet nasıl kendisinin dine uydurulmasına razı değilse, İslam da kendisinin güncelleme adı altında devlete uydurulmasına razı olmaz.

*

Şehitlik bahsine devam edelim.

Hadîs-i şerîf şöyle: 

“Irkçılığa (asabiyyeye) çağıran bizden değildir; ırkçılık için savaşan bizden değildir; ırkçılık üzere, asabiyye uğruna ölen bizden değildir.” 

(Müslim, İmare: 53.)

Mesela PKK‘nın durumunu ele alalım.

Davaları ırkçılık (Kürtçülük) olduğu için, bizzat kendilerinin de itirafı ile, İslam’la bir ilgileri bulunmamaktadır. Ve ölüleri, İslam nazarında şehit kabul edilmez. Batıl bir davanın savunucularıdırlar.

Fakat, aynı şey, bozkurt işareti eşliğinde Türk milleti için savaşma davası güdenler için de geçerlidir. Kürşat vs. gibi “ulusal kahraman” ilan edilebilirler, madalyaya layık görülebilirler. Fakat şehit değildirler. İslam açısından, cahiliye ölümü ile hayata veda etmişlerdir.

Bir başka hadîs-i şerîf: 

“Kim hevâsına uyarak bâtıl yolda cenk eder, kavmiyetçiliğe (asabiyet) çağrıda bulunur veya kavmiyetçiliğin sevkiyle öfke ve tehevvüre kapılırsa, câhiliyye ölümü üzere (kâfir olarak) ölür.” 

(İbn Mâce, Fiten: 7.)

İsteyen Kürtçülük, isteyen Türkçülük, isteyen de Arapçılık için ölebilir. Kendi keyifleri bilir.

Ancak bu, İslam Şeriati (kanunları) nazarında şehitlik değil, cahiliyye ölümüdür.

 

“… O (Allah) sizi, gerek yerden yarattığı zaman, gerekse siz analarınızın karnında bir cenin iken en iyi bilendir. O hâlde nefislerinizi temize çıkarmayın! O, takvâ sâhibi olanı en iyi bilendir.” (Necm, 53/32)

“Kendilerini temize çıkarıp duranları görmedin mi? Bilakis Allah dilediğini temize çıkarır ve (onlar) kıl kadar haksızlığa uğratılmazlar.” (Nisa, 4/49)

“De ki: Siz Allah’a dininizi mi öğretiyorsunuz? Allah, göklerde olanları ve yerde bulunanları bilir. Allah, herşeyi hakkıyla bilendir.” (Hucurat, 49/16)


SİZ TAKİYYECİ OLMAYANLAR, SİZ NEYE İMAN EDİYORSUNUZ?








CHP lideri Kemal Kılıçdaroğlu tarafından Aralık 2016'da ziyaret edilen Diyanet İşleri Başkanı Mehmet Görmez şöyle demişti:

“Özellikle Diyanet İşleri Başkanlığı dinimizin yeni nesillere doğru aktarılması noktasında önemli bir işlev görüyor. Bugün yaşadığımız dünyaya baktığımızda Diyanet İşleri Başkanlığı’nı kuran Mustafa Kemal Atatürk’ün 100 yıl ileriyi gördüğüne tanık oluyoruz.”

Bu sözlerden anlıyoruz ki, Atatürk'ün 100 yıl ileriyi görme "keramet"i ile Diyanet'i kurması (Şeyhülislamlık kurumunu Diyanet haline getirmesi) arasında bir ilişki var.

Yüz yıl ileriyi görmüş, diyanet (dindarlık) hizmetlerine o doğrultuda bir düzen ve şekil vermiş.

Ülkemizin bugünkü manzarasına bakınca ve Mehmet Görmez’in Diyanet İşleri Başkanı sıfatıyla konuştuklarına kulak verince, Atatürk’ün gerçekten 100 yıl ileriyi görmüş ve bunun için Diyanet’i kurmuş olduğunu kabul etmekten insan kendisini alamıyor.

*

"Yüz yıl ileriyi gören adam"ın, 1 Kasım 1937 tarihinde yaptığı TBMM açış konuşmasında şunları söylediği biliniyor:

“Dünyaca bilinmektedir ki, bizim devlet yönetimimizdeki ana programımız, Cumhuriyet Halk Partisi programıdır. Bunun kapsadığı prensipler, yönetimde ve politikada bizi aydınlatıcı ana çizgilerdir. Fakat bu prensipleri, gökten indiği sanılan kitapların dogmalarıyla asla bir tutmamalıdır. Biz, ilhamlarımızı, gökten ve gaipten değil, doğrudan doğruya yaşamdan almış bulunuyoruz.”

Mehmet Görmez bilmese de olur, fakat gerçekten dünyaca bilinmelidir ki, Mustafa Kemal Atatürk’ün devlet yönetimindeki ana programı, Cumhuriyet Halk Partisi’nin programıydı.

Kendisinin yazdığı ya da yazdırdığı program..

Atatürk’ün benimsediği prensipler, ya da ilke veya umdeler, “gökten indiği sanılan kitapların dogmaları” değildi.. Kendi "prensip"lerini birilerine program adı altında yazdırmıştı.

Doğal olarak, Mustafa Kemal, Diyanet İşleri Başkanlığı’nı da, CHP ilkeleri adını verdiği kendi prensipleri çerçevesinde yönetiyordu.

“Gökten indiği sanılan” dediği kitaplara (Kur'an'a) bakarak ya da uyarak değil..

*

“Gökten indiği sanılan kitaplar” ve “dogma” bahsi önemli.

Gökten inmiş olan kitaplar, bilindiği gibi, Tevrat, Zebur, İncil ve Kur’an’dır.

Bunlara “gökten indiği sanılan kitaplar” diyen, “gökten ve gaipten ilham almamak”tan söz eden birinin, mesela tutup Kur’an’ı (ve Kur’an’da Casiye Suresi’nin 18’inci ayetiyle emredilen Şeriat’i) devlet yönetiminde uygulaması beklenemez.

O, kendi "prensip"lerine bağlı kalır.

Dolayısıyla, son tahlilde "Bizim uyduğumuz prensipler, bize ait olan prensiplerdir" demek anlamına gelen zekice cümlelerle nutuk atar. 

Gökten inen kitaplara ihtiyaç duymayan zekâ böyle oluyor.

*

Evet, o “kitap”ların “dogma”lar içerdiği doğrudur.

Felsefe tarihinde epistemoloji (bilgi felsefesi) alanında temel iki akım mevcuttur: Dogmatikler ve septikler (şüpheciler).

Vikipedi’deki ifadeyle,“… herhangi bir sistemin veya kişinin değişmez formüller, her yerde ve her zaman geçerli olduğunu ileri sürdüğü mutlak bilgiler sunması dogmatizmdir. Dogmatizmin karşıtı septisizm yani şüphecilik, kuşkuculuktur.” (https://tr.wikipedia.org/wiki/Dogmatizm)

Dogmatikler, insanın “akl”ı ve “duyular”ı sayesinde kesin bilgiye ulaşabileceğini, bunun mümkün olduğunu kabul ederler.

Kökü Eski Yunan sofistlerine (sûfestâiyye) uzanan ve günümüzde postmodernizm tarafından temsil edilen septisizm/şüphecilik ise, insan bilgisinin görece/relatif olduğunu, algılarımız sayesinde beynimizin içinde oluşan gerçeklik algısı ile dış dünyadaki gerçekliğin örtüşmekte bulunduğundan hiçbir zaman emin olunamayacağını kabul eder.

Şüpheciliğin varacağı son nokta ise, kendi varlığından bile emin olamamaktır.

Bir dogmatik olan Dekart, “Düşünüyorum, o halde varım” sözünü septiklere karşı söylemişti.

*

Evet, Diyanet İşleri Başkanı Mehmet Görmez’in “100 yıl ilerisini gören” Atatürk’ü, CHP programının kapsadığı (yani kendi kafasının ürünü olan) prensipler için, “Gökten indiği sanılan kitapların dogmalarıyla asla bir tutmamalıdır” diyordu.

Aslında o da bir dogmatikti, fakat onun dogmaları, CHP’nin prensipleriydi.

CHP'nin (yani kendisinin) prensiplerinden şüphe etmiyordu, onlara karşı tutumu “şüphecilik” değil, “dogmatizm”di.

Kendisi de bir dogmatikti, fakat bunu anlamaya hem müktesebatı (bilgi birikimi), hem de zekâsı kâfi gelmiyordu.

Ve aslında, CHP prensipleri “"Gökten indiği sanılan kitapların dogmalarıyla asla bir tutmamalıdır” derken, doğru söylüyordu.

Elbette, CHP’nin içi boş sloganları ile, Allahu Teala’nın peygamberlerine vahyettiği mutlak hakikatler bir olamazdı.

Bir tutulamazdı.

Biz de elhümdülillah bir tutmuyor, CHP’nin Atatürk’ten kalma köhne prensipleri için de, paslı ve çürümüş altı ilkesi için de “Biz almayalım, kalsın!” diyoruz.

*

Evet, birilerinin “Aziz Atatürk”ü, her ne kadar nutuklarında “dogma” kavramını kullanıyorduysa da, aslında, felsefî konuları doğru dürüst bilen biri değildi.

Bunu, sofrasının müdavimlerinden has adamı Falih Rıfkı Atay da, (Atatürkçü Emin Çölaşan tarafından ders kitabı olarak okutulması arzulanan) Çankaya’sında söylemektedir.

Atay, İzmir’in Yunan’dan kurtuluşunun ardından bir akşam kalabalık bir grupla birlikte Mustafa Kemal’le (O zaman henüz Atatürk değil) bir araya geldiklerini anlatmakta ve şunları dile getirmektedir:

“… Sevmek mi, acımak mı, diye bir bahis açtı. Metotlu felsefe etütleri yaptığını sanmıyorum. Sözleri terimsiz, tarifsiz ve ‘zikir’sizdi. Ama sık sık derine inen bir felsefî düşünüş, ince bir zekânın ve titiz bir sağduyunun devamlı kontrolü altında bir mantıkçılık, duyduklarını kolayca tutup kavrayan, sonra hepsini hoş bir sentez içinde yoğuran bir muhakeme, metotlu ve ilmî bir tefekkür eksikliğinin boşluğunu örtmekte idi.”

Falih Rıfkı Atay, “ama” ile durumu kurtarmaya çalışıyorduysa da, Mustafa Kemal’de “metotlu ve ilmî bir tefekkür” bulunmadığını söylemekten yine de geri kalmıyordu.

“Sözleri terimsiz, tarifsiz ve ‘zikir’sizdi” diyerek, konuştuğu konuyla ilgili uygun teknik terimleri kullanamadığını, ayrıca dile getirdiği kavramları tanımla(ya)madığını ve bu yüzden de gerçekte neyi kastettiğinin tam olarak anlaşılamadığını, tezekkür ve tefekkür konusu yapılamadığını belirtiyordu.  

Kendisinde “metotlu ve ilmî bir tefekkür” bulunmayan, “terimsiz, tarifsiz ve zikirsiz” konuşan birinin, “gökten indiği sanılan kitaplar” şeklinde boyunu ve haddini aşan laflar etmiş olması, doğal karşılanmalıdır.

Fakat, “dini yeni nesillere doğru aktarma” gibi büyük bir “iddia”da bulunan Diyanet İşleri Başkanı Mehmet Görmez'in, Falih Rıfkı Atay’ın bile “eksik”lerine dikkat çektiği biri için “100 yıl ileriyi görme” meth ü senasında bulunmasına ne demek gerekir?

Atatürk dalkavukluğunda Atay’ı bile fersah fersah geçmek her kula nasip olmaz.

*

Temel soru şudur: 

Diyanet, “gökten indirilen Kur’ana göre mi, yoksa, Atatürk’ün benimsediği “prensip”lere göre mi çalışıyor?

Çalışması gerektiğini düşünüyor?

“Dinin yeni nesillere doğru aktarılması”, Mustafa Kemal Atatürk’ün savunduğu “prensipler” açısından nereye oturuyor?

Diyanet, dini, Mustafa Kemal’in 100 yıl öncesinden gördüğü, görmek istediği gibi mi anlatıyor?

Dinin doğru anlatılması denilen şey bu mu?..

*

Bu ülkede yıllardır FETÖ’nün, takiyyecilik ve ikiyüzlülüğü nedeniyle yerden yere vurulduğunu biliyoruz.

Ancak, bu noktada FETÖ’nün, ilhamını “gökten ve gaipten” değil, Mustafa Kemal’in ifade ettiği gibi, “doğrudan doğruya yaşamdan” almış bulunduğunu kabul etmek gerekiyor.

Şayet ilhamlarını Kur’an’daki “dogma”lardan (mutlak hakikatlerden) almış olsalardı, takiyye ve ikiyüzlülük yapamaz, uydurma rüya, keramet vs. anlatamazlardı.

Ayette geçtiği üzere “emrolundukları gibi dosdoğru olmaları” gerektiğine inanır, böyle yaşamaya çalışmak, bunu hedeflemek gibi bir dertleri olurdu.

Fakat onlar, Atatürk’ün söylediği şekilde hareket ettiler, ilhamlarını “doğrudan doğruya yaşamdan” aldılar.

Yaşama baktılar, Mustafa Kemal’in neyi nasıl yapmış olduğunu incelediler, ve gördüklerini hayata geçirdiler.

Mustafa Kemal’in “prensip”lerine yapıştılar.

*

Evet, “yaşam”a bir bakalım..

Özellikle de Mustafa Kemal’in “yaşam”ına..

Ki, hayattan alınan ilham konusunda bir fikrimiz olsun.

Mustafa Kemal, Erzurum Kongresi’nin açılış konuşmasını şu ifadelerle bitirmişti:

“En son olarak niyazım şudur ki, Allahu Teala, Peygamber’i hürmetine, bu mübarek vatanın sahibi ve koruyucusu ve İslam dininin kıyamete kadar en sadık bekçisi olan necip milletimizi, ve saltanat ile büyük hilafet makamını korumak ve düşünmekle yükümlü kurulunuzu başarılı eylesin.” 

(En son olarak niyazım şudur ki, Cenab-ı Vacibu’l-amal Hazretleri Habib-i Ekremi hürmetine bu mübarek vatanın sahip ve müdafii ve diyanet-i celile-i Ahmediyye’nin ila-yevmi’l-kıyame haris-i asdakı olan millet-i necibemizi ve makam-ı saltanat ve hilafeti kübrayı masun ve düşünmekle mükellef heyetinizi muvaffak buyursun.)

Maiyetindekilerden Mazhar Müfit Kansu, kongre akşamı kendisine “Nutkunuzun sonunu müftü efendinin duası gibi bitirdiniz” deyince ise, asıl niyetini ve gizli gündemini şu şekilde açıklamıştı:

“Maksadını anlıyorum, anlıyorum ama, şimdi vazifemiz halkı, vatanı ve esir Padişahı kurtarmaya inandırmaktan ibarettir. Zamanında hiçbir şeyi kaçırmamak ve zamansız hiçbir şeye uzaktan yakından tevessül etmemek başlıca dikkati teşkil etmelidir.”

Aynı şekilde, Mazhar Müfit’in anlatımıyla, ona şunları not ettirmişti:

… “Pekala, yaz!..” diyerek devam etti: “Zaferden sonra hükümet şekli cumhuriyet olacaktır…. Bu bir. İki: Padişah ve hanedan hakkında zaman gelince icap eden muamele yapılacaktır. Üç: Tesettür kalkacaktır. Dört: Fes kalkacak, medeni milletler gibi şapka giyilecektir.”

Bu anda gayri ihtiyari kalem elimden düştü: Yüzüne baktım. O da benim yüzüme baktı. Bu gözlerin bir takılışta birbirlerine çok şey anlatan konuşuşuydu. Paşa ile zaman zaman senli benli konuşmaktan çekinmezdim. “Neden durakladın?” deyince, “Darılma ama Paşam, sizin de hayalperest taraflarınız var” dedim. Gülerek: “Bunu zaman tayin eder. Sen yaz!..” dedi. Yazmaya devam ettim: “Beş: Latin hurufu (harfleri) kabul edilecek.”…

Yani, Mustafa Kemal’in asıl gayesi bunları yapmaktı.      

*

Fakat necip millete bunlardan söz etmiyor, gayesinin vatanı ve “esir” padişahı kurtarmak olduğunu söylüyordu.

Niyet ile sözler, iç ile dış birbirini tutmuyordu.

Ortada, olduğu gibi görünme ve göründüğü gibi olma diye birşey yoktu.

Cumhuriyet ilan edilince, elbette bir cumhurbaşkanına da ihtiyaç duyulacaktı.

Dillerdeki “esir” padişahı kurtarma niyazı gidecek, yerini “hain” padişahı kovma şiirleri alacaktı.

Ve, Cumhuriyet’in cumhurbaşkanı, “hain” padişahın yapamayacağı şeyleri yapacak, “gökten inen” Kitap’ta emredilen tesettürü (örtüyü) kaldıracak, şapkayı necip millete dayatacak, bin yıllık harflerimize yasak koyup Latin/Hristiyan Avrupa harflerini getirecekti.

Yüz yıl ileriyi görebilen “Aziz Atatürk’ün asıl yapmak istedikleri buydu.

Vatanı kurtarmak ise, o akşamki konuşması çerçevesinde, teferruattı. 

Fakat necip millet işin farkında değildi, Mustafa Kemal Paşa’nın önderliğinde İslam için, Hilafet-i Kübra için, Şeriat için savaştığını sanıyordu.

Çünkü “Aziz Atatürk”, asıl amacını necip milletten saklıyordu.

Asıl niyetini ve gayesini, onların verdiği izinle ayrıldığı İstanbul‘dan hareket etmeden önce İngilizler’le paylaşmış olabilir miydi, bunu da kendimize sormadan edemiyoruz.

*

Evet, Mustafa Kemal bir taraftan necip milletin önünde vatanı ve “esir” padişahı kurtarmaktan söz ediyor, diğer taraftan da, “esir” padişah ile necip millete gelecekte neler yapacağının planları ile meşgul bulunuyordu.

Buradan anlıyoruz ki, takiyyeci ve ikiyüzlü FETÖ, ilhamını gökten ve gaipten, Kur’an’dan değil, Atatürk’ün dediği gibi, yaşamdan alıyordu.

Atatürk'ün yaşamından.

Fakat, mesele FETÖ ile bitmiyor..

Mehmet Görmez ile Diyanet’in de, ilhamını “Atatürk’ün yaşamı”ndan alma bakımından FETÖ’den ne kadarlık bir farkının bulunduğu sorusunun aklımıza gelmesine engel olamıyoruz.

Aynı şekilde, Mısır’a ve Tunus’a gidip, “devleti yönetme” konusunda ilhamlarını Şeriat’ten değil de Atatürk’ün necip milletimize hediyesi olan laiklikten (siyasal dinsizlikten) almaları tavsiyesinde bulunan Recep Tayyip Erdoğan’ın, FETÖ’den farkının ne ya da ne kadar olduğu sorusu zihnimizi burkuyor.


SELANİKLİ MUSTAFA ATATÜRK’ÜN OSMANLI DEVLETİ’NE "AÇIK" İHANETİ

  UĞUR MUMCU'NUN DİLİNDEN KARABEKİR-ATATÜRK KAVGASI – 39   Bir önceki bölümde, Selanikli’nin, (Tevfik Paşa kabinesinin güvenoyu almasın...