Cemaat konulu önceki yazılarımızda şunu
anlatmaya çalışmıştık:
Hadîs-i şerîflerde geçen cemaat
tabirinden kasıt, (halifenin/imamın idaresi altındaki, İslam Şeriati
ile yönetilen ve) ümmet-i Muhammed’in (s.a.s.) siyasal birliğini ifade
eden İslam devletidir.
Bu devlet için, (günümüzde Uluslararası
İlişkiler ve siyaset bilim literatüründe kullanılan “ulus-devlet” kavramından
hareketle) “ümmet-devlet” tabirini kullanmak mümkün olabilir.
Ümmet, esas itibariyle (bir lideri/imamı bulunan) topluluk/toplum anlamına gelir.
Yani “ümmet-devlet”; “toplum-devlet”
veya “halk-devlet” demek olur.
Bir başka deyişle ümmet-devlet, cumhur-devlettir,
“cumhur”iyettir.
Ancak bu cumhuriyet, (gerçekte diktatörlük
olan) günümüz cumhuriyetlerinden farklı bir cumhuriyettir.
Çünkü İslam devletinde cumhur, (mesela Türkiye’de
olduğu gibi) ırk unsuru esas alınarak tanımlanmaz.
İslam devletinde cumhur, Müslümanlar’dır..
Bununla birlikte İslam devleti farklılıkları
tanıyan, özgürlükçü ve çoğulcu (çoğunlukçu değil) bir devlettir.
Gayrimüslimlerin (müslüman olmayanların) varlığını/kimliğini kabul eder.
Onları, İslam devletinin vatandaşları
olmalarından hareketle İslam’ı kabule ve kendilerini müslüman olarak tanıtmaya,
müslüman kimliğini benimsemeye zorlamaz.
*
Bugünkü laik (siyasal dinsiz) Türkiye
Cumhuriyeti’nde ise bütün vatandaşlar (Ermeni, Yahudi, Rum, Süryani vs.
de olsa) Türk olarak tanımlanıyor.
Türk
kimliği dışındaki kimlikler “resmen” yok sayılıyor.
Onların farklılığı (gayriresmî olarak tanınsa
da) yasal/resmî düzeyde görmezden geliniyor.
Bu noktada en büyük mağduriyeti Kürtler’in
yaşamış olduğunu kabul etmek gerekiyor..
Memlekette İngilizce, Almanca ve Fransızca
öğretim yapan okullar varken, Galatasaray Lisesi Fransızca’sıyla, Robert
Kolej İngilizce’siyle övünürken, Kürtçe, Kürt’ün dili bu ülkede, Firavun’un
Mısır’ında İsrailoğulları’nın gördüğü muameleyi gördü.
*
Bu devletin “derin” zalimlerinin
şunu anlamaları gerekiyor:
Allahu Teala’nın kaderinde ceza
(karşılık) çoğu kere amelin cinsinden gelir.
İsrailoğulları’nın erkek
çocuklarını öldüren Firavun’un, erkeklerden oluşan ordusuyla birlikte denizde
helak olması tesadüf değildir.
Kim ne yaparsa son tahlilde
kendisine yapar. “Zâlim yine bir zulme giriftâr olur âhir / Elbette olur ev yıkanın
hânesi vîrân.”
Hz. Ali ile ashabı arasında şöyle bir konuşma
geçtiği rivayet edilir: “Ben hiç kimseye bir iyilik ve kötülük yapmadım!”
demiş, “Kötülük yapmadığınız doğru, fakat hiç kimseye bir iyilik de mi
yapmadınız, çok iyiliğinizi gördük!’ diye karşılık vermişler. Bunun üzerine “Ne
yaptımsa kendime yaptım” diyerek şu ayeti okumuş: “Kim iyi bir amel yaparsa
bu onun kendi faydasınadır. Kim de kötü bir amel yaparsa zararı kendi
nefsinedir. Nihayet dönüşünüz Rabbinizedir.” (Câsiye, 45/15)
*
Bu böyle olduğu gibi, ahlâkın ve iyi insan
olmanın temel ölçütü de insanın, kendisine yapılmasını istemediği şeyi
başkasına yapmayı hoş görmemesidir.
Ancak kendisi için istediğini (haset ve bencillikten
uzak durarak) başkaları için de isteyebilenler kâmil insandırlar.
Peygamberler böyledir, onlar, başkalarının
elindekine haset etmezler, Allahu Teala’nın kendileri için takdir ettiğine
razı olur, kendileri için hayırlı olanın o olduğunu düşünürler.
Ve kendileri için istediklerini (Allahu Teala’nın
rahmetine nail olup Cennet’e gitmeyi) herkes için isterler.
Şeytanlaşmış insanlar ise, İblis’in Hz. Adem a. s.’ı kıskanması gibi,
başkalarının nimet içinde olmasından rahatsızlık duyarlar.
İmdi, fertler için durum bu olduğu gibi, milletler
için de durum böyledir. Gerçekten asil ve necip, üstün ahlâk sahibi milletler,
kendileri için istediklerini başka kavimler için de isterler.
Onlara farklı muamele yapmanın zulüm ve ahlâksızlık
olduğunu bilirler.
(Ne tuhaftır ki, günümüz Türkiye’sinde sözde tasavvuf
ve ahlâk adına konuşan ve sanki Şeriat ahlâkın teminatı değil
de onun zıddıymış gibi ahlâk adına Şeriat’ı / İslam hukukunu
itibarsızlaştırmaya çalışan [Yeni Şafak gazetesi eski yazarı]
Prof. Mahmut Erol Kılıç gibi “tasavvuf yolunun haramileri”,
halihazırdaki laik [siyasal dinsiz] devleti “ahlâk” adına sorgulamak
yerine “devletçilik” yapıyor, devlet kurumunu putlaştırıyorlar. Bunların
ahlâksız ve şeytanî ahlâkçılığı, İslam Şeriati’ne olan [içlerinde
gizleyemedikleri, ağızlarından taşan] düşmanlıklarını kamufle eden bir maskeden
ibaret.)
*
Günümüzün milliyetçiliğine/ırkçılığına
gelince, bu, bir tür sıla-i rahim sayılacak şekilde insanın kendi soydaşlarına
ya da vatandaşlarına karşı (başka kavimlere zulmetmeksizin) hayırhah olması
anlamına gelmiyor.
Zamanımızda milliyetçilik (ırkçılık), Isaiah
Berlin’in ifade ettiği gibi “yaralı ulusal bilincin patolojik
alevlenmesi” niteliği taşıyor. Çünkü kişi, kendisindeki karaktersizlik
ve değersizliği görüyor ve biliyor, sonra da ait olduğu millete (topluluğa,
cemaate) bir yücelik atfederek o yücelikten kendisine bir pay çıkarıyor.
Sorun şurada ki, bu yücelik düşüncesi, ancak başka
kavimleri aşağı görme ve aşağılama, hatta yok sayma sayesinde inşa edilip kurulabiliyor.
Şunu bilmek gerekiyor: Necip, ahlâklı ve asil
bir milletin sonraki kuşakları ahlâksız, aşağılık ve adi hale gelebilirler. Değişim
yasası burada da geçerlidir.
İsrailoğulları bunun tipik örneğidir.
Her nesil ve her birey kendi asaletini ve ahlâkını kendisi
inşa eder.
*
Evet, ceza amelin cinsinden gelir.
Bu topraklardaki (çağdaşlık ve uygarlık
virüsüyle enfekte olmuş) Kemalist derin devlet aklı da (Kürtçe’yi yok
etmeye çalıştığı için) ceza olarak (farkına varmadan veya farkında olsa bile
çaresizce) kendi eliyle Türkçe’yi katletmeye, İngilizce’yi öne çıkarmaya koyuldu..
Kendisinden habersiz, körlemesine giden,
deneme yanılma yoluyla mesafe katetmeye çalışan akılsızlıktan beter bir Kemalist
derin devlet aklı Türkçe’nin canına okudu..
Niye şimdi Türkiye’de Boğaziçililer’e,
ODTÜ’lülere seçilmiş (birinci sınıf) insan muamelesi yapılıyor? (Bu
kurumların tutulmalarını ve giriş puanlarının yüksek olmasını, öğretimin İngilizce
olması dışında ne sağlıyor?! Prof. Oktay Sinanoğlu bu zihniyetle
mücadele için çok gayret sarfetti, fakat sesini duyuramadı.)
Bu dil politikası; kültürel sömürge haline
gelme, kendi kendini sömürgeleştirme, aşağılık duygusuyla kendi kimliğinden ve
dilinden utanç duyma, kendi diline örtülü savaş açma değilse nedir?
*
İmdi, Kürtçe ne kadar serbest olursa
olsun Türkçe’ye zarar veremez..
Çünkü Türkiye’de yaşayıp da Kürtçe konuşan her
Kürt, elinden geliyorsa mutlaka Türkçe’yi öğrenir ve kullanır..
Kürtçe,
literatürü ve kütüphanesi Türkçe’den daha zengin bir dil değil ki Türk dilinin
önünü kapatsın ya da onunla rekabet etsin..
Osmanlı
döneminde Kürtçe serbestti de ne oldu, Kürt alimler ve aydınlar “İlla da
Kürtçe, sakın kimse Türkçe konuşmasın” mı dediler?!
Geçmişteki Kürtçe serbestisi Türkçe’ye ne
zarar vermiştir?!
Bunu Arapça ve Farsça bile yapamadı,
fakat ecdad böyle bir paranoya ve Firavun tipi uygulama içine girmediği
için o diller vasıtasıyla Türkçe daha da zenginleşti.
Bugünün İngilizceciliği ise Türkçe’nin kökünü
kazıyor, yok ediyor.
*
Konuya dönelim.
Devlet Arapça bir kelime olmakla birlikte,
Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem zamanında bugünkü anlamda
kullanılmıyordu.
O dönemde Araplar devlet kurumunu ifade için “mülk”,
devlet başkanları için de “melik” tabirini kullanıyorlardı.. (Hz. Ömer’e
ait olan “Adalet mülkün temelidir” vecizesi “Adalet devletin / devlet
egemenliğinin temelidir” anlamına gelmektedir.)
Yani Araplar için İran’ın kisrası,
Bizans’ın kayzeri, Türkler’in hakanı/kağanı birer melikti.
Yine, o dönemde devlet için “saltanat”,
devlet başkanları için “sultan” tabiri de kullanılmaktaydı.
İslam devleti belirli bir şahsın veya sülalenin
hakimiyeti/egemenliği/saltanatı/melikliği demek olmadığı, İslam toplumunun
(cemaatin), Şeriat’e ittiba şartı ve kaydıyla biat ederek (sözleşme
yoluyla atama yaparak, “sözleşmeli/mukaveleli/kontratlı seçim”le)
seçtiği bir halife tarafından yönetilen “cemaat/ümmet” devleti olduğu için,
hadîs-i şerîflerde İslam devletini ifade için “mülk” ve/veya “saltanat”
tabiri değil, daha kapsayıcı bir kavram olarak “cemaat” kelimesi
kullanılmıştır.
Rasulullah
s.a.s., İslam devleti için (kapsayıcı genel bir adlandırma olarak) “mülk”
ve “saltanat” tabirlerini kullanmış değildir.
Nitekim,
Ahmed bin Hanbel r. a.’in Müsned’inde yer alan bir hadîste
“Peygamberlikten sonra “peygamberlik yolu üzere bir hilafet”
(hilâfetün ‘alâ minhâci’n-Nübüvveti) geleceği, onu ısırıcı
bir melikliğin (mülkün ‘âddün) izleyeceği, ardından zorba/diktatör/zorlayıcı/baskıcı
bir melikliğin (mülkün cebriyyetün) ortaya çıkacağı, daha sonra
da tekrar “peygamberlik yolu üzere bir hilafet” (hilâfetün ‘alâ
minhâci’n-Nübüvveti) kurulacağı” bildiriliyor. (Bkz. https://dorar.net/h/R7HZBi1v)
Bir başka deyişle, Müslümanlar’a (ümmet-i
Muhammed’e s.a.s.) ait bir devletten söz edilebilmesi için, onun illa da
(dünyadaki diğer devletlerde olduğu gibi) “mülk” karakteri göstermesi,
klasik devlet tipine uygunluk arzetmesi gerekmemektedir.
*
Müsned’de yer alan hadîs, Müslümanlar’ın siyasal
organizasyonlarının (devletlerinin) nasıl kategorize edilmeleri ve
tasnife tabi tutulmaları gerektiğini ortaya koymaktadır: Devlet ya nebevî hilafettir
(peygamberlik yolu üzere hilafet), ya da mülk halini almıştır.
Burada mülk ile “babadan oğula geçen
saltanat” kastedilmiyor.. Devlet başkanlığı makamı (günümüz
cumhuriyetlerinde olduğu gibi) babadan oğula geçmiyor olsa bile, “peygamberlik
yolu üzere hilafet” olmayan her rejim, mülk tipi devlet anlamına
gelmektedir.
Ve “mülk tarzı devlet”in iki farklı modelinden söz ediliyor: Adûd (ısırıcı) olan, cebrî (zorba/baskıcı/zorlayıcı) olan.
Öyle anlaşılıyor ki, “adûd mülk” (devlet),
zorba ve zorlayıcı/baskıcı olmasa da, ona çok yaklaştığınızda veya onun ilgi
alanına girip dikkatini üzerinize çektiğinizde sizi “ısırabiliyor”, “nebevî hilafet”in
aksine ondan emin olamıyorsunuz.
“Cebrî mülk”ün (zorba/zorlayıcı/baskıcı
devletin) elinden ise uçan
kaçan kurtulamıyor.
İslam ülkelerine Peygamber Efendimiz
sallallahu aleyhi ve sellem’in gelecekten haber veren bu hadîsi çerçevesinde
baktığımızda, Emevî, Abbasî ve Osmanlı devletlerinin “ısırıcı mülk”e,
son dönemde ortaya çıkan devletlerin (cumhuriyet veya krallık, farketmiyor) ise
“zorba mülke/devlete” karşılık geldiğini söylemek mümkündür.
(Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ni kuran Selanikli
Mustafa Atatürk ve ekibi, şapka giymemek gibi akla ziyan bir suçlama ile
insanları asarak, “devrim” diye millete dayatmalarda bulunarak cebrîliğin/zorlayıcılığın
hakkını eksiksiz biçimde vermiş durumdadır.)
*
Burada bir nokta üzerinde daha durmak
gerekiyor.
Önceki yazılarımızda AK Parti’nin eski
milletvekillerinden rekortmen dönergeç (Yeni Şafak gazetesi
yazarı) Mehmet Metiner adlı siyaset fırsatçısının şu ifadelerini
aktarmıştık:
Hilafetin “İslam devlet
başkanlığı kurumu”, halifenin de “İslam devlet başkanı” biçiminde tanımlanması, modern zamanlara özgü bir tanımlamadır.
Bence siyasetin şekillendirdiği bu modern Müslüman zihnin ürettiği
kavramsallaştırma özünde sorunlu ve tartışmalıdır.
Tıpkı “İslam devleti”
tanımlamasında olduğu gibi.
Peygamberimizin
Medine’deki hayatını “devlet başkanlığı” gibi takdim eden modernist zihin,
kaçınılmaz bir biçimde İslamcılığın totaliter bir siyasal tasavvura ve
projeye dönüşmesine de öncülük etmiştir. (Ayrıntılar için bkz. Mehmet
Metiner, Siyasi Erdemler Risalesi, Sahi Yayınevi)
“Eski İslamcı” diye bilinen bu topaç, aktardığımız
laflarıyla aslında güftesi ve bestesi “derin düzen”cilere ait bir “Kemalist uzun
hava”yı seslendiriyor.
Bu kullanışlı fırıldağa (ve onu düdük olarak
kullanan derinlere) göre, İslam tarihinde devlet Hz. Muaviye ile
başlamış oluyor.. Ondan önce devlet yok..
Ne Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi ve
sellem devlet başkanı ne de raşid halifeler..
Devlet kurmayı başarmış olan kişi, Muaviye
r. a… Müslümanlar’ı bir devlet çatısı altında toplamayı o akıl etmiş..
Tabiî bu, saçmalıktan başka birşey değil.
Raşid halifeler devlet başkanı değildiyse, (savaşta esir edilmiş) İranlılar Hz. Ömer’i niçin suikastle öldürdüler?. Kendi halindeki bir vatandaşla ne alıp veremedikleri vardı?!
Niçin fasık birileri Hz. Osman’ı
adaletsizlikle suçlayıp öldürmüşlerdi?.. Devlet başkanı değildiyse
adaletsizlikle nasıl suçlanabilmiş, niçin öldürülmüştü?
Devlet başkanı değildiyse Hz. Ali k. v.
“Cemel ve Sıffîn Savaşları”nı niçin yapmıştı?!
Neydi, mafya lideri ya da terör örgütü
elebaşısı mı?! Hz. Muaviye ile neyin kavgasını vermişti, ondan ne istiyordu?
Hayır, eşeklerden daha zeki olmak gibi inkâr
edemeyeceğimiz bir meziyeti bulunan bu yazar müsveddesi ve milletvekili eskisi,
eşeklerinkinden kesinlikle üstün olan zekâsını kendisini rezil kepaze etmek
için kullanıyor değil.
Asıl maksadı, laikçi (siyasal dinsizlikçi)
“derin” efendileri için İslam devleti idealine (ve son tahlilde İslam’a)
münafıkça zarar vermeye çalışmaktan ibaret.
*
Huzeyfe r. a.’in pekçok hadîs kitabında yer alan
sahih rivayetinde “Müslümanlar’ın bir cemaatinin bulunmadığı zamanda
ağaç kökünü kemirmek zorunda kalınacak kadar zorluk çekilse bile bütün fırkalardan/gruplardan
uzaklaşılmasının” tavsiye edilmesi, “cemaat”ten kastın İslam devleti
olduğunu göstermektedir.
Önceki yazılarda tamamını aktardığımız söz
konusu hadîsin son kısmında Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem Huzeyfe r.
a.’in bir sorusuna karşı tavsiye/emir niteliğinde şunu söylüyor:
“Telzemü cemâate’l-müslimîne
ve imâmehüm.” (Müslümanların cemaatine ve imamına yapışırsın.)
Bu ifadeyi Mehmed Sofuoğlu şöyle
çevirmiş:
“İslam
cemaatinden ve onların imamlarından (devlet başkanlarından) hiç ayrılmaz,
onlara itaat edersin.”
Sofuoğlu’nun imam tabiri için devlet
başkanı ifadesini kullanması isabetlidir. Doğal olarak bu durumda cemaat
de “İslam devleti”ne karşılık gelmektedir. (Ancak Sofuoğlu, hadîste
tekil olarak yer alan imam kelimesini imamlar haline getirerek hata yapmış.)
Rasulullah s.a.s.’in bu tavsiyesi üzerine
Huzeyfe r. a. (Sofuoğlu’nun çevirisiyle) şunu soruyor:
“Onların cemaatleri
bulunmaz ve başlarında bir devlet reisleri de yoksa?” (Fe in lem tekün
lehüm cemâatün ve lâ imâmün?)
Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem, bu
soruya şöyle cevap veriyor (yine Sofuoğlu’nun tercümesiyle):
“O takdirde bu fırkaların
hepsinden ayrıl. Velev ki bu ayrılman bir ağaç kökünü ısırman suretiyle
(meşakkatli) olsa bile. Artık sana ölüm erişinceye kadar sen bu ayrılık
üzere bulun!”
(Sahîh-i
Muslim ve Tercemesi, C. 6, çev. Mehmed Sofuoğlu, İstanbul: İrfan
Yayımcılık, 1988, s. 47-48.)
Burada “fırka” kelimesi Arapça başka
bir kelimenin karşılığı değil, hadîsin aslında bu kelime geçiyor.
*
Evet, bu hadîsin ortaya koyduğu gibi, cemaat,
Şeriat’le yönetilen ve başında halife/imam bulunan “İslam
devleti”dir, “ümmet-devlet”tir.
Laik (siyasal dinsiz) bir devletteki (laik / siyasal dinsiz
yasalara tâbi) “örgütlü” müslüman topluluklara gelince, onlar cemaat
değil, (ümmetin birlik ve beraberliğinin önündeki engel haline gelerek tefrikaya/parçalanmaya/bölünmeye
hizmet eden) birer fırkadır.
Kendilerini cemaat olarak adlandırmaları bir
değer taşımaz.
Bu noktada şöyle bir soru akla gelebilir:
Durum böyleyse salih, arif, alim ve müttekî olduklarını bildiğimiz Şah-ı
Nakşbend, İmam-ı Rabbanî, Ahmed er-Rüfaî, Abdülkadir-i Geylanî, Halid-i
Bağdadî, Ahmed Ziyaeddin Gümüşhanevî, Abdülhakîm Arvasî gibi zatların
liderlik ettikleri tarikatların/cemaatlerin durumu nedir? Onları da terk
etmek mi gerekiyor? (Benzer bir soruyu mezhepler için de dillendirenler
olabilir.)
Bu soruya cevap aranırken, söz konusu hadîste
“cemaat” ve “fırka” kelimelerinin hangi bağlamda kullanılmış
olduğuna dikkat etmek gerekiyor.
*
Meseleye bağlam esas alınarak bakıldığında, söz
konusu fırkaların, ümmet arasında tefrikaya (bölünmeye) neden
olan (Ki tefrika, fırkalaşma demektir), ve kendilerini (Müslümanlar’ın genel
siyasal birliğini ifade eden) “cemaat”in alternatifi olarak gören, veya
kendilerini (bunu hak etmedikleri halde, IŞİD/DAEŞ gibi) o dönemdeki “gerçek
cemaat” olarak sunan, ve kendileri dışındaki Müslümanları (salt kendi
gruplarına katılmıyorlar diye tekfir eden veya sapıklığa nisbet eden)
örgütlenmeler olduğunun düşünülmesi gerekir.
Konuya bu zaviyeden bakıldığında (birer ekol/okul
olarak kabul edilmeleri gereken) tarikatların (ve mezheplerin) fırka
olarak nitelenemeyeceği ortaya çıkar.
Zaten esas
itibariyle bir tarikata intisap, bir siyasal harekete katılma değil, bir
müridin (irade sahibinin), nefsini tezkiye etmek (terbiye
olunmak) üzere kâmil bir terbiyeciye öğrenci olmasıdır.
*
Nitekim İmam
Gazalî, tarikat şeyhinin muallim/öğretmen hükmünde olduğunu
söylemektedir:
“Şeyh, müridlerini ancak aralarında
bulunmakla terbiye edebilir. O, bir mürebbi [eğitmen] ve muallim [öğretmen] gibidir, [dinî] hükmü de onun hükmüdür. Şeyhe de aynı ilmi yayan
gibi riya ve benzeri afetler arız olabilir.”
(Gazâlî, İhyâu’ Ulûmi’d-dîn, C. 2, çev. A. Serdaroğlu,
İstanbul: Bedir Y., s. 608.)
Yani tarikata intisap, bir fırkaya/kliğe/gruba katılma
değil, bir mürşide öğrenci olmadan ibarettir..
Şunun gibi: Bir üniversitede bir öğretim üyesinden
ders alan öğrencilerin, sırf aynı hocadan ders alıyorlar diye, “falan
hocanın öğrencileri” adı altında bir cemaat/grup/topluluk teşkil ettikleri
düşünülemez.
*
Ayrıca, İmam-ı Rabbanî’nin bir müridin birden
fazla şeyhe intisabının caiz olduğunu söylediğini de belirtelim:
“Bu tarikat-ı aliyyede şeyhlik ve
müridlik, tarikatı öğrenmek ve öğretmekledir; külahla ve şecere [icazet
silsilesi] ile değil. Bu külah ve şecere ekseri meşayıhın tarikatında resmî bir
hal almıştır. O kadar ki, onların son gelenleri, şeyhliği ve müridliği, külah
ve şecereye inhisar ettirmiştir. Üstte anlatılan mana icabı olarak, şeyhin
müteaddid [birden fazla] olmasına cevaz vermezler. … Bu dahî, onların tam cehaletinden ve
akıllarının noksanlığındandır. Yahut bilmezler ki, onların meşayihi talim
şeyhine de, sohbet şeyhine de şeyh demişlerdir ve şeyhin müteaddid olmasına
cevaz vermişlerdir. Hatta şöyle demişlerdir: Bir mürid, irşadının bir başka
mahalde olacağı görüşüne varırsa, bir başka şeyh seçmesi caiz olur. İsterse,
birinci şeyhi hayatta olsun. Onun bu durumu inkâr edilemez. Hace Bahaeddin
Nakşibend, Buhara ulemasından bu hususta sağlam fetva almıştır.”
(Mektûbât-ı Rabbânî, C. 1, çev. A. Akçiçek, İstanbul: Merve
Yay., t.y., s. 484.)
Müridlerinin başka bir şeyhe de (söz konusu
şeyhin sahte, cahil veya saptırıcı/dâll bir şeyh olması gibi gerekçeler söz
konusu olmaksızın) intisabından rahatsız olan şeyhlerin, kendi şahıslarını
merkeze koyarak fırka üretmiş olacakları açıktır.
İmam-ı Rabbanî k. s.’nun
ifade ettiği şekilde farklı şeyhlerden de istifade etmenin mümkün olduğu bir
tasavvufî yapılanma ve tarikat örgütlenmesinde, şeyh-mürid ilişkisi fırkalaşma
boyutuna ulaşmaz.
Kısacası, tarikat bağı (ortaya çıkış nedeni, varoluş
hikmeti bakımından) şeyh ile mürid arasındaki dikey bir ilişkidir
(“nisbet”tir), bir şeyhe intisap edenler arasındaki yatay bir ilişki ve örgütlenme
değildir.. Bir öğrencinin öğrenci oluş nedeninin “bir öğrenci topluluğunun
üyesi olma”yla alâkasının bulunmayışı gibi.
Dolayısıyla tarikatlar, aslî
fonksiyonlarına bağlı kaldıkları sürece (terk edilmeleri gereken) birer fırka
olarak değerlendirilemezler.
*
Ancak, fırka halini almaları mümkündür.
Nitekim bugün Türkiye’de birçok “tarikat-cemaat”,
fırka halini almış durumda.
(Bu arada şunu da belirtelim: Türkiye’de siyasal
partiler, Osmanlı’da ve Cumhuriyet’in ilk yıllarında “fırka” olarak
adlandırılıyorlardı. Mesela Cumhuriyet Halk Partisi, Halk Fırkası adıyla
kurulmuştur.)
Türkiye’de tarikat-cemaatlerin fırkalaşma
eğilimi göstermekte olduklarını, birçoğunun partileşmiş olması da
göstermektedir.
En tipik örnek, sıkı Kemalist Haydar Baş
belasının BTP’si..
Bir başka örnek, Prof. Mahmud Esad Coşan
Hoca’nın “varis”i (oğlu) olması hasebiyle kendisini İskenderpaşa Cemaati’nin
“doğal lider”i ilan eden Muharrem Nurettin’in kurduğu Sağduyu Partisi..
(Sağduyu Partisi’nin söylemleri Kemalizm’le örtüşüyorsa da Kemalist olduklarını
ilan etmediler, fakat Muharrem Nurettin “boz kurtçuluk” yaparak “Selaikli
ile rehberimiz aynı” mesajını dolaylı yoldan vermekten geri kalmadı.)
Parti kurmayan tarikat ve cemaatlerden
bazıları da kimi partilerin kuyruğuna takılarak fırkalaşma eğilimi göstermiş
durumdalar.. Tipik örnek Nurcular’ın Demirelci Yeni Asya kolu..
Böylesi (başlangıcı itibariyle ilim talimi
veya tasavvufî terbiye faaliyeti durumundaki) örgütlenmiş grupların
bazılarının fırka haline geldiklerini gösteren bir başka husus,
kendilerinden ayrılanları (“cemaatten ayrılınmaması”nı emreden hadîslere yanlış
mana vererek ve istismar ederek) cemaatten ayrılmakla ve dolayısıyla “cahiliye
ölümü”nü hak etmekle suçlamalarıdır.
*
Burada şunu da belirtmek gerekiyor: Milli
Görüş hareketinin Refah Partisi de, lideri Prof. Erbakan’ın
kendilerine katılmayanları “patates dini”nden sayması itibariyle terk
olunması gereken “dört dörtlük bir fırka” halini almıştı.
Erbakan’ın merkeze “ilke”leri koyması
gerekirken liderliğini yaptığı “hareket”i koyması ciddi bir sapmaydı.
Böyle konuşmak yerine “Şeriat-i Garrâ’yı
(aydınlık/parlak Şeriat’i), Şer’-i Şerîf’i (şerefli/onurlu Şeriat’i) kabul
etmedikleri, istemedikleri halde müslüman olduklarını söyleyen, kendilerini
müslüman zannedenler olsa olsa patates dininden olabilirler” deseydi, ona
itiraz etmemiz gerekmezdi.
Erbakan’ın (Allah taksiratını affetsin) asıl
anlamadığı ise şuydu:
Kendisi Rasulullah s.a.s. tarafından “Müslümanlar’ın
lideri” olarak yerine bırakılmış bir kişi olmadığı, ve de partisi (fırkası),
Türkiye Cumhuriyeti’nin laik (siyasal dinsiz) yasalarına göre kurulup İslam’ını (İslamcılığını/Şeriatçılığını)
açıkça deklare edemeyen (“hukukuna malik” olmaktan uzak, yani bir tür köle) bir
oluşum olduğu için, “kendisinin hareketi içinde yer alma”yı müslüman olmayla
özdeşleştirmeye hakkı yoktu.
Laik (siyasal dinsiz) yasalara tâbisin, “kuş dili” konuşup “milli
görüş, adil düzen” filan diye lastik gibi sündürülebilen, patlıcan gibi ne
niyete yersen o olan kavramlar kullanıyorsun, sonra da kendin sanki Hz.
Ebubekir r. a. gibi “ümmetin başındaki (İslam’dan asla taviz vermeyen) bir
halife” imişsin gibi başkalarının müslümanlığı hakkında karar veriyorsun, bu,
olmaz. Olamaz.
Şayet Erbakan küresel İslam devletinin
başındaki halife (ümmetin devlet başkanı) olsaydı, kendisine tabi
olmayanlar için “Cahiliye ölümü ile ölecekler” diyebilirdi.
Fakat bu durumda onlardaki “cahillik”,
Erbakan’ın fırkasına/partisine katılmamaktan değil, “İslam cemaati”ni
terk etmelerinden, İslam devletinden kopmalarından kaynaklanıyor olurdu.
*
Burada şu hususu da belirtmek gerekiyor:
İslam ülkelerindeki (Gazi Muhammed - Şeyh
Şamil, Ömer Muhtar, Emir Abdülkadir, Afganistan’daki Molla Ömer
liderliğindeki Taliban hareketi gibi) kâfir (küfür) işgaline direnen
cihat hareketleri, mevzubahis hadîste konu edinilen “fırka”lar arasında
düşünülemezler.
Bu hareketler eğer İslam devletinin kurulmasını
ve İslam kanunlarının (Şeriat’in) uygulanmasını önemsemeselerdi ve de kâfir
işgali altında (işgalcilerle işbirliği ve uzlaşma içine girerek) varlıklarını
sürdürmeyi hedefleselerdi, işte o zaman “ayrılınması gereken fırka”
halini almış olurlardı.
Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş süreci bu açıdan ilginç
özellikler taşıyor. Millî Mücadele (Erzurum ve Sivas Kongrelerinde ve
TBMM’nin açılış beyannamesinde ilan edilen “Hilafet makamını kurtarma, İslam’ı
savunma” gayeleri çerçevesinde) bir cihat hareketi olarak ortaya çıkmışken
(veya öyle görünürken), sonraki süreçte gerçekleştirilen Kemalist/Atatürkçü
devrimlerle farklı bir mahiyet kazandı.
Böylece Millî Mücadele dediğimiz
hareketin (Asr-ı Saadet’teki ayette “mescid-i dırar” diye adlandırılan “sahte
mescid” gibi) sahte bir “cihat” hareketi olduğu, gerçekte onun “anti-cihat”
mahiyeti taşıdığı (İkinci Adam İsmet İnönü’nün açıkladığı gibi) “İngiliz
destekli” Osmanlı karşıtı bir hareket olduğu ortaya çıktı.
Merhum Şeyh Said işte buna isyan etti.
Bunu kabullenemedi.
*
Evet, günümüzde Türkiye, Mısır ve Pakistan
gibi ülkelerde cemaat diye adlandırılan dindar toplulukların birçoğu
gerçekte birer fırkadır.
Onların kendilerini cemaat olarak
adlandırmaları kafa karışıklığına yol açmakta, “gerçek cemaat”in (İslam
devletinin) öneminin anlaşılmasına engel olmaktadır.
Böylece, bu fırkalar, İslam devleti idealinin
önündeki engellerden biri haline gelmektedirler.
Aynı şekilde, günümüzün İslam ülkesi
diye bildiğimiz (ümmetin geneline değil de belirli milletlere/kavimlere/ırklara
ait) “ulus-devlet”leri de birer fırkadır.
Müslümanın bunlardan en azından kalbiyle
ayrılması, onlarla arasına mesafe koyması gerekmektedir.
(Türkiye gibi ülkelerde tarikat-cemaatlerin
bir kısmının fırkalaşmasının nedeni de dünyevî menfaat hesaplarına dayanan “derin”
ilişki ve bağlarla bu fırka durumundaki “ulus-devlet”lerin
güdümüne girmiş olmalarıdır.
Bu “ulus-devlet”ler kendilerindeki “fırka”lık
hastalığını söz konusu cemaatlere “derin” yöntemlerle
“bulaştırmaktadırlar”..
İstikametten sapmış olan bu tarikat-cemaatler Abdülhalık
Gücdüvanî k. s.’nun tabiriyle “din yolunun haramileri” haline
gelmektedirler.)
*
Hülasa, (bütün fırkaları terki gerektirecek
şekilde) cemaatin bulunmaması, başında Müslümanlar’ın halifesi olan,
bütün Müslümanlar’ın sığınağı ve hamisi (koruyucusu) rolünü üstlenen,
tüm ümmeti temsil eden bir İslam devletinin yokluğu anlamına gelmektedir.
Cemaatin olmaması bu demektir.
(Osmanlı Devleti, kendisini tüm dünya
Müslümanlarının sığınağı ve hamisi olarak görüyordu, kendisini bütün
Müslümanlar’dan, hatta İspanya zulmünden kurtarılan Yahudiler örneğinde
olduğu gibi bütün mazlum insanlardan sorumlu hissediyordu.
Bugün eğer Osmanlı gibi bir İslam devleti
mevcut olsaydı, Gazze’de yaşananlar yaşanır mıydı?!
Gazze halkı bu kadar sahipsiz kalır mıydı?!
Osmanlı yıkılınca, onu yıkan Selanikli
Mustafa Atatürk, İzmir İktisat Kongresi’nde yaptığı konuşmada, Portekiz
zulmü altındaki Hindistan Müslümanları’na yardım eden Kanunî Sultan Süleyman
hakkında cahilce saygısız laflar edebilmiş, hakaret ve iftiralarda
bulunabilmiştir.
Rahatsız olduğu şeye bakın!
Şapka için adam astıran bir “dinsizlik ve
namussuzluk” meddahı ve reklamcısı “İngiliz destekli” şahıstan başka ne
beklenebilir!)