LAİK (SİYASAL DİNSİZ) DEVLETİN DİYANET’İ HZ. İSA’YI ÖLDÜRMEYE, CİNAYET İŞLEMEYE NEDEN BU KADAR MERAKLI?

 











Birçokları, laik (siyasal dinsiz) Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin örtülü (gizli) bir “İslam’ı güncelleme” programının bulunduğunu düşünüyor.

Bu yönde karîne ve emareler mevcut bulunduğu için onları yalanlamak kolay değil.

Nitekim Erdoğan, 2018 yılının 8 Mart’ında İslam’ın güncellenmesi gereğinden söz etme gafletinde bulunmuştu.

Sözleri şöyleydi:

“… Son günlerde bakıyorsunuz din adamı olarak ortaya çıkıp da ne yazık ki kadınla ilgili çok farklı açıklamalarda bulunup, dinimizde kesinlikle yeri olmayan bazı kendine göre içtihatta bulunan kişiler çıkıyor ortaya. Anlamak mümkün değil. Bunlar ya bu asırda yaşamıyorlar çok farklı bir zamanda yaşıyorlar. Çünkü İslam'ın güncellenmesinin gerektiğini bilmeyecek kadar da aciz bunlar. İslam'ın hükümlerinin güncellenmesi vardır. Siz İslam'ı 14-15 asır öncesi hükümleriyle bugün uygulayamazsınız. Böyle bir şey yok. Onun için de bugün İslam'ın uygulanması yer, zaman koşullar her şeyiyle değişiyor. ...  Geçenlerde Diyanet’ten sorumlu olan başbakan yardımcıma da söyledim. Bizim Diyanet Teşkilatımızın Din İşleri Yüksek Kurulu var. Çok çok vasıflı bütün ilim dallarında yetki sahibi olan hocalarımız var. Tefsirde hadiste fıkıhta birçok. Hocalarımız ne iş yapıyorlar? Niye sessiz kalıyorlar? Sessiz kalıp bu alanı niçin bu adamlara kaptırıyorlar?”

(https://tv.haberturk.com/tv/gundem/video/erdogandan-kadinlar-gunu-mesaji-islamin-guncellenmesi-gerek/459501)

Erdoğan’ın bunları söylediği tarihten 19 yıl önce ise, zamanın cumhurbaşkanı Demirel, Kasım 1999’da şunları söylemiş bulunuyordu:

"Dünyevi ve uhrevi [ahiretle ilgili] alanlar dinin tanzim ettiği alanlardır. Yalnız, Türkiye Cumhuriyeti kurulduğu zaman, dinle devleti ayırmıştır; yani dünyevi olan kısmıyla, uhrevi olan kısmını ayırmıştır. Şöyle yapmıştır: Şeriat hukukunda devlet de dinin bir kurumudur. Devlet ile dini ayırdığınız zaman, devlet dinin kurumu olmaktan çıkıyor, çağdaş anlamda devlet [siyasal dinsiz devlet] haline geliyor; [Türkiye tipi] Cumhuriyet budur. Cumhuriyet, bir büyük hukuk reformudur [Batı’dan yamalı bohça gibi hukuk ithalidir]. Yani, şeriat hukuku ile pozitif [yürürlükte olan, mevcut olan] hukuku ayıran [Şeriat’i pozitif hukuk olmaktan çıkaran] bir olaydır.

“6666 adet ayet vardır Kuran'da. Bunun içinde bir rivayete göre 30, bir rivayete göre 230; ama değişik şekilde ‘ahkam ayetleri denen, dünyayı tanzim eden ayetler var [Ahkam, hüküm kelimesinin çoğulu; hükümler demek oluyor]. Bu ayetlerin tanzim ettiğinin yerine, Türkiye Cumhuriyeti, pozitif [Batı’dan alınıp yürürlüğe konulan] hukukun tanzim ettiği bir durumu getirmiş? 76 sene önce. Şimdi ne isteniyor? Bir kısım kimseler, bunun dine aykırı olduğunu, binaenaleyh şeriat hukukuna dönülmesi lazım geldiğini söylüyorlar. İşte, irtica budur.

‘Ahkam ayetleri’nin yerini pozitif hukuk almıştır. Ve ‘Bu nedir?’ dediğiniz zaman; bu, hukuk devrimidir.

“ ‘İrtica dediğiniz olay ne? Aman geriye gidelim. Bütün kanunları bir kenara bırakalım, yeniden ‘ahkam ayetleri’nin usulüne göre gidelim. Bu mümkün değildir. Ben vatandaşıma diyorum ki; işte görüyorsunuz, [Türkiye’de] Kuran'ın ‘ahkam ayleri’ne göre dünya tanzim edilmemiştir. Gelin gene eski günlere dönelim diyorsanız, bu irticadır; dönemezsiniz.”

(https://www.hurriyet.com.tr/gundem/demirel-ahkam-ayetlerine-donusu-onermek-irticadir-39112375)

Böylece Nurcu kardeşlerimizden bir kesiminin Nurlu Süleyman’ı, münafıklıktan küfre yatay (veya belki de dikey) geçiş yapmış oluyordu.

*

Dikkat edilirse Erdoğan ile Demirel’in sözlerinde bir paralellik var.

Demirel, Batı’dan yamalı bohça gibi çalınıp çırpılarak pozitif (yürürlükte olan) hukuk olma tahtına oturtulan mevcut yasalardan vazgeçilip Şeriat’e (İslam hukukuna) dönülemeyeceğini, bunun irtica olduğunu söylüyor. (İrtica, rücu etmek, dönmek demek.)

Erdoğan da “Siz İslam'ı 14-15 asır öncesi hükümleriyle bugün uygulayamazsınız” diyerek İslam’a ayar vermiş durumda.

Demirel, münafıkıktan açık küfre geçiş yapma cesaretini, öyle görünüyor ki, bin yıl süreceği iddia edilen 28 Şubat katakullisi sayesinde kazanmıştı.. Erdoğan’ın 19 yıl sonra söylediklerine bakılırsa, 28 Şubat’ın 2018’de 21’inci yılına erişme bahtiyarlığını yaşamış olduğu söylenebilir.

Ancak, Demirel’in lafları ile Erdoğan’ınkiler arasında bir mahiyet farkı var.

Demirel, Şeriat’e el sürmüyor, dokunmuyor, onu alıp bir kenara koyuyor.. Erdoğan ise, onları güncelleyip değiştirme derdinde.

Erdoğan’ın söylemi, Yahudi ve Hristiyanlar’ın dinlerini tahrif, tahrip ve tağyir geleneğini akla getiriyor.

*

Evet, laik (siyasal dinsiz) Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin örtülü (gizli) bir “İslam’ı güncelleme” programının (ya da hedefinin) bulunduğunu düşünenler, tümden desteksiz konuşuyor değiller.

Erdoğan’ın Diyanet’ten sorumlu başbakan yardımcısına söyledikleri de gösteriyor ki, Türkiye’de Diyanet kurumu siyasî baskı altında.. Hür ve bağımsız değil.

Fikri hür, vicdanı hür, irfanı hür” olmaktan uzak.

Bununla birlikte, içindeki hamiyyet ve salabet sahibi, ahiret hesabından korkan kişiler sayesinde tümden zıvanadan çıkmıyor, belli bir ciddiyeti muhafaza ediyor.

Fakat “özel diyanet” sayılabilecek tarikatlar, cemaatler ve grupların bir kısmı için aynı şeyi söylemek mümkün değil.

Bunlardaki savrulma ve bozulma, akla hayale gelmeyecek boyutlarda.

*

Mesela Kadirî tarikatı şeyhi diye bilinen Haydar Baş belasını alalım.

Bu soytarı sözde Abdülkadir-i Geylanî rh. a.’in izinden gidiyordu, gerçekteyse tarikatı Atatürkizm’di.

Selanikli “çok yalancı” şahsı “Hz. Ali’nin vekili, Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem efendimizin soyundan gelen (Ehl-i Beyt’ten) bir seyyid, kutbu’l-aktab (kutuplar kutubu) bir velî, sekiz yaşında Kur’an’ı ezberlemiş bir hafız” ilan etmişti.. Yalanın bini bir paraydı.

Böylece bu sahtekâr şeyhtan, tarihin gelmiş geçmiş en büyük yalancılarından (deccallerinden ya da deccal yamaklarından) biri olduğunu ispat etmişti.

İsmailağa Cemaati’nden olduğunu söyleyen Cübbeli Zahmet bu hususta biraz daha mütevaziydi, “Atatürk aleyhinde konuşmak caiz değildir (haramdır)” fetvasını işkembe-i kübrasından vererek İslam’ın haramlar listesinde güncelleme yapmakla yetindi.

Benzer şekilde Develili defolu Darwin Mustafa İsyanoğlu da mugalata ve safsata alanındaki maharetini sergileyip “Atatürk’ü tapılacak biri yapan ile Şeytan yapanın arasında hiçbir fark yok” diyerek “Gel ne tapılan ilah olsun, ne de Allah’a baş kaldırmış bir günahkâr, orta yolu bulup melek yapalım” mesajını vermişti.

İş bölümü işlevseldi, Cübbeli ve İsyanoğlu gibiler savunmada bekliyor ve Selanikli’yi dokunulmaz ve sorgulanamaz (lâ yüs’el) yapıyor, böylece araziyi Haydar Baş belası gibi tiplerin hücumuna hazır hale getiriyorlardı.

Şimdilerde Hakyolcular diye adlandırılan İskenderpaşa Cemaati’ni atlarsak onlara haksızlık etmiş oluruz.. Onlar, doğrudan Selanikli'den bahsetmek yerine onun yoz boz kurtunu yüceltmeyi, Sağduyu adlı bir parti kurup “İslam’a karşı laiklik ve demokrasiyi” savunmayı, Selanikli’nin şahsına değil de Atatürkizm’in hedeflerine odaklanmayı tercih ettiler.

(Daha doğrusu bunu merhum Prof. Dr. Mahmud Esad Coşan hocanın oğlu Nureddin yaptı, cemaatin geri kalanı da onunla “papaz olmamak” için sustu, itiraz etmedi, “Sükut ikrardan gelir” fehvasının hakkında cari olmasına izin verdi. Ahirette onlara bu suskunlukları sorulacaktır.)

FETÖ’yü (Fethullahçı Takiyye Örgütü’nü) unutmuş değiliz.. Onlar da (sanki kendileri İslam’ı temsil etme konumundalarmış gibi) “dinler (hinler) arası diyalog” dalaveresini ortaya atmışlardı.

Ve (sanki Yahudi ve Hristiyanlar da “İbrahim’in milletinden” [Nahl, 16/123] imişler gibi) “İbrahimî dinler”den söz ederek “dinde güncelleme” yaptılar.

*

Burada cevap aranması gereken soru şu:

Özel diyanet”lerdeki bu tefessüh kendiliğinden mi ortaya çıkan bir bozulma, yoksa ardında “derin” güçlerin hile ve oyunları mı var?

Bu soru üzerinde derin derin düşünülmesi faydalı olur gibi görünüyor.

Ancak, “resmî diyanet”teki, yani Diyanet İşleri Başkanlığı’ndaki bazı ilginçliklerin ardında siyasetin baskısının bulunduğunu, Erdoğan’ın yukarıya aldığımız sözleri de ortaya koyuyor.

Diyanet’in durumunu anlamak açısından, 1997 yılında, yani 28 Şubat döneminde Albay Oğuz Kalelioğlu’nun bu kurumda danışman olarak görev yaptığını hatırlamak yararlı olabilir.

Vikipedi’ninOğuz Kalelioğlu” maddesinde şu bilgiler yer alıyor:

“Yurtdışında değişik ihtisas kurslarına katılan Oğuz Kalelioğlu daha sonra NATO Karargahı'nda Daire Başkanlığı ve Millî Güvenlik Kurulu Genel Sekreterliği koordinatörlüğü yapmıştır. 1990 yılında 105 nci Topçu Alay Komutanı olmuş ve 1997 yılında Türkiye Cumhuriyeti Genelkurmay Başkanlığı'nda Psikolojik Harp Daire Başkanlığını kurarak dönemin dış tehdidi Yunanistan ve iç tehdidi PKK üzerine demoralize çalışmaları yapmıştır. 1997 yılında kadrosuzluk sebebi ile emekli olmuştur.”

Görüldüğü gibi asayiş de, CV de berkemâl.

Sıradan biri değil, Genelkurmay’da Psikolojik Harp Daire Başkanlığı’nı kurmuş.. Psikolojik harp..

Dönemin iç tehdidi PKK üzerine demoralize çalışmaları da yapmış.

Ancak, 28 Şubat sürecinin yaşandığı o günlerde “irtica”nın PKK’dan daha tehlikeli ve öncelikli iç tehdit olarak sunulduğunu biliyoruz.. Peki bunda Oğuz Kalelioğlu’nun da bir katkısı var mıydı?

Yine, o dönemde yaşanan Aczimendeburi şeyhtan Müslüm Gündüz ile Fadime macerası yüzünden Türkiye’deki bütün dindarların acayip şekilde demoralize olduklarını hatırlıyoruz.

Tabiî aklımıza hemen psikolojik harpçi albayımız geliyor.

Gelmesinin tek nedeni psikolojik harpçiliği değil.. Nurettin Şirin yönetimindeki Selam gazetesi 28 Şubat sürecinin yaşandığı günlerde Aczimendeburilerle ilgili bir haber yayınlamış, onların marifetlerinin arkasında Emniyet Teşkilatı’ndan C. S. ile TSK’dan Albay O. K.’nın bulunduğunu yazmıştı.. Evet, haberde isimlerin sadece baş harfleri vardı..

O Albay O. K., bu Albay Oğuz Kalelioğlu muydu?

*

Bu yazıya Albay’ı misafir etmemizin nedeni başka..

Vikipedi’nin onunla ilgili maddesinde şu da söyleniyor:

1997 yılında kadrosuzluk sebebi ile emekli olmuştur. Türk Silahlı Kuvvetleri (TSK)'dan emekli olduktan sonra, 1997 yılında dönemin Diyanet İşleri Başkanı Mehmet Nuri Yılmaz'ın daveti üzerine Diyanet İşleri Başkanlığı'nda danışman olmuştur. 12 Nisan 2002 tarihinde Eyüp Müftülüğü Konferans Salonu'nda, İstanbul Müftüleri ve din adamlarına "Türkiye'nin Jeopolitik Konumu ve Dünyadaki Yeri" konulu konferans vermiştir.”

Kadrosuzluk yüzünden emekli oluyor ve derhal Diyanet’te kadroya yerleşiyor.. Diyanet’te kadro bol.

Soru şu: Diyanet İşleri Başkanı’na niçin, nasıl ve hangi konularda danışmanlık yapıyordu?.. Verdiği akıllar fikirler nelerdi?

*

Durum böyle olunca, Hz. İsa aleyhisselam ve Mehdi konusunda saçmalayan Ali Erbaş gibi Diyanet İşleri Başkanlarının tuhaf açıklamalarıyla karşılaştığımızda aklımıza (söz konusu Albay gibi) görünen (ve de derin oldukları için görünmeyen) danışmanlar geliyor.

Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem “Mehdî ile müjdelenin” buyuruyor, Ali efendi hazretleri ise “Mehdî beklemiyoruz” diyor. 

(Hadîs uzun.. İmam Suyutî’nin Câmi’u’l-Kebîr adıyla da bilinen Cem’u’l-Cevâmî’sinin Ezher tarafından yapılan 2005 tarihli yeni Arapça baskısının birinci cildinin 70-71’inci sayfalarında, Ahmed bin Hanbel ve el-Bâverdî kaynak gösterilerek aktarılmış.. Ravîlerin güvenilir olduğu belirtiliyor.. Ayrıca hadîsin Tirmizî, Ebu Ya’lâ ve başka bazı kaynaklarda muhtasar halde yer aldığı bildiriliyor.)

Evet, Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem “Mehdî ile müjdelenin” buyuruyor, Ali efendi hazretleri ise “İstemez, müjdeyi biz almayalım, kalsın!” diyor.

Çok akıllı ya!.. Beğenmiyor.

*

Gerçek neden başka..

Gerçek neden, “derin Türkiye”nin Mehdîsinin zaten gelmiş olması..

Onların Mehdîsi, Haydar Baş belasının demeye getirdiği gibi, Selanikli Mustafa Atatürk.. Hatta o, Mehdî’den de fazla bir şey, Mehdî’ye ihtiyaç bırakmayan kurtarıcı.. Ebedî şef..

Bazılarına göre de, dünya lideri, zalimlerin korkulu rüyası Recep Tayyip Erdoğan gelmiş, Mehdî’ye ihtiyaç bırakmamıştı. (Özellikle 10 yıl önce birileri tam da bu kafadaydı.. Son zamanlarda sesleri biraz kesildi.)

Prof. Ali Erbaş bir cinayet daha işlemiş, Hz. İsa a. s.’ı da öldürmüş.. (Merhum Emin Saraç hocayla yapılan bir röportajda, Prof. Mustafa Karataş’ın da aynı cinayeti işlediği için Hoca tarafından uyarılmış olduğunu okumuştum.. Karataş aklınca hocasına itiraz etmiş.)

Bu meseleyi Şeyhülislam Mustafa Sabri Efendi, çevirisi Ketebe Yayınları tarafından “Gaybın Önünde: El-Kavlu’l-Fasl” adıyla basılan eserinde ayrıntılı bir şekilde açıklamış bulunuyor.

*

Artistliğe kalkışıp cahillik yapmanın, dinde yeni icat çıkarmanın anlamı yok.. Hz. İsa a. s.’ın Yahudiler tarafından çarmıhta öldürüldüğünü kabul eden (Kur’an ayetini inkâr etmiş olduğu için) küfre düşer, kâfir olur.

Hz. İsa’nın başka bir surette ölmüş olduğunu söyleyen ise Ehl-i Sünnet dışı bir bid’atçi sapık olmaktan kurtulamaz.

Durumu tehlikelidir, çünkü Hz. İsa’nın ölmemiş olduğunu bildiren hadîsler için “manevî tevatür”den söz edilmektedir. (Konuyla ilgili yeterli bilgiye şuradan ulaşılabilir: https://sorularlaislamiyet.com/hz-isa-as%C2%A0hakkinda-hadisler-mutevatir-midir)

Ali Erbaş’taki artistliğin bir benzerine Diyanet’in Kur’an Yolu Tefsiri’nde de rastlıyoruz

Onlar da, tıpkı Erbaş gibi Peygamber Efendimiz s.a.s.'in müjdesine burun kıvırıyor, beğenmezlik yapıyorlar:

“Bir Mehdî ve Îsâ Mesîh beklentisi, çeşitli zamanlarda birtakım sahtekârların ortaya çıkıp mehdîlik ve mesîhlik iddiasında bulunmalarına sebep olagelmiştir. Hz. Îsâ’nın, bir ıslahat vazifesiyle yani Ehl-i kitabın bozulan inançlarını İslâmî itikad esasları doğrultusunda düzeltmek ve yanlışlıkları gidermek, kötülükleri ortadan kaldırmak üzere dünyaya yeniden gelmesi mukadder ise bunun için gövdesini ölümsüz kılmak ve onu gökte bekletmek zaruri değildir; bunun ilâhî takdir ve kudretle başka şekillerde de gerçekleşmesi mümkündür. Müslümanların vazifesi de ıslahat için Mehdî’yi veya Hz. Îsâ’yı beklemek değildir; kötülüğü engellemek, iyilik ve güzellikleri yaymak, yaşamak ve yaşatmak için ellerinden geleni yapmak, canla başla çalışmaktır. Allah müminlerden, ıslahatçıyı bekleyip beklemediklerini değil, bunun için kendilerinin ne yaptıklarını soracaktır.

(https://kuran.diyanet.gov.tr/tefsir/Nis%C3%A2-suresi/648/155-161-ayet-tefsiri)

Her cümlesi aptalca..

İlk cümleden başlayalım:

“Bir Mehdî ve Îsâ Mesîh beklentisi, çeşitli zamanlarda birtakım sahtekârların ortaya çıkıp mehdîlik ve mesîhlik iddiasında bulunmalarına sebep olagelmiştir.”

Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem’in daha sağlığında sahte peygamberler zuhur etti.. Şayet Peygamber Efendimiz s.a.s. peygamberliğini ilan etmeseydi onlar da böyle bir iddia ile ortaya çıkmayacaklardı.. Dolayısıyla, Peygamber Efendimiz s.a.s. peygamber olarak hiç ortaya çıkmamalı mıydı?!

Şu dangalakların kurdukları aptalca cümleye bakın!.. 

Bu yazdıklarına bir de utanmadan Kur’an tefsiri diyorlar.

Gelelim ikinci cümleye:

“Hz. Îsâ’nın, bir ıslahat vazifesiyle yani Ehl-i kitabın bozulan inançlarını İslâmî itikad esasları doğrultusunda düzeltmek ve yanlışlıkları gidermek, kötülükleri ortadan kaldırmak üzere dünyaya yeniden gelmesi mukadder ise bunun için gövdesini ölümsüz kılmak ve onu gökte bekletmek zaruri değildir;…”

Ulan dangalak, Kehf Suresi’nde durumları açıklanan yedi uyurların (sonrakiler için ibret olsun diye) “gövdeleri ölmeden” uyumaları da zaruri değildi, fakat yine de gövdeleri 309 yıl ölümsüz kaldı.

Evet, zaruri değildir, fakat hadîste böyle olduğu bildiriliyorsa artık senin buna inanman zaruridir, angut cahil!

Cümle böyle bitmiyor, devamı da var, çünkü budalalık sınırsız:

“… bunun ilâhî takdir ve kudretle başka şekillerde de gerçekleşmesi mümkündür.”

Ulan angut, ulan düdük, peki o başka şekiller ne?

Neyi ispatlamaya çalışıyorsun rezil dangalak?

Sanki ayet ve hadiste “başka şekil” geçiyor, bizim de ona itirazımız var da, yerli-milli Luther bozuntusu bizi onu kabule davet ediyor, irşad için ter döküyor.

Sahtekâr soytarı, şimdi sana öküz desem öküzlere haksızlık olur, senin “başka şekil” dediğin şey, “hadîslerde bildirilen şekli” bir hiç uğruna, boş bir lafazanlık hesabına terk edip inkâr etmekten ibaret.

Bizim kepaze Luther meseleyi burada da bırakmıyor, zeytinyağı gibi suyun üstüne çıkarak coşuyor, şekil yapıyor:

“Müslümanların vazifesi de ıslahat için Mehdî’yi veya Hz. Îsâ’yı beklemek değildir; kötülüğü engellemek, iyilik ve güzellikleri yaymak, yaşamak ve yaşatmak için ellerinden geleni yapmak, canla başla çalışmaktır.”

Vay vay vay!.. Tutmayın ağayı, ıslahat için, kötülüğü engellemek için, iyilik ve güzellikleri yaymak için meydana fırlayacak, tutmayın!..

Sen bunu külahıma anlat!.. 

Böyle edebiyat paralamayı biliyorlar, bütün yaptıkları ise bu türden zırvaları yazarak Diyanet’ten yüklü telif alıp banka hesaplarını şişirmekten ibaret.

*

Gelelim son cümleye:

“Allah müminlerden, ıslahatçıyı bekleyip beklemediklerini değil, bunun için kendilerinin ne yaptıklarını soracaktır.”

Sanki Hz. İsa a.s.’ın geri geleceğine ve Mehdî’nin çıkacağına inananlar yan gelip yatıyorlar.

Ey ilahiyat sirkinin paragöz ve "düzen"baz palyaço ve soytarıları, hanginiz Hz. İsa ve Mehdî konusundaki tutumu bilinen merhum Şeyhülislam Mustafa Sabri Efendi’nin hak yolunda verdiği mücadelenin yüzde birini verdiniz, çektiği çilenin yüzde birini çektiniz?!

Hanginiz merhum Bediüzzaman’ın gösterdiği gayretin binde birini gösterdi, çektiği çilenin binde birini çekti?!

Diliniz uzun, mideniz büyük, beyniniz ise bomboş.. İşiniz gücünüz laik (siyasal dinsiz) düzenin değirmenine çaktırmadan su taşımaktan ibaret.

Aşağılıksınız.


DÜZELTME VE ÖZÜR

  "Sen Utanmazlığın ve Karaktersizliğin Resmini Yapabilir misin Abidin?" başlıklı yazımız şu satırlarla başlıyordu:  MİT’i (Milli ...