HRİSTİYAN YA DA ATEİST BATILININ HAYAT TARZINI "İSLAM'IN RUHU" SOSUYLA YEDİRMEK, LAİK (SİYASAL DİNSİZ) ZİHNİYETİ "ŞEHİRLİ (MEDİNELİ/MEDENÎ, UYGAR) İSLAM"" ETİKETİYLE YUTTURMAK

 



Prof. Yasin Aktay’ın Yeni Şafak’ta yazdığına göre, Diyanet İşleri eski başkanı Prof. Mehmet Görmezmakasıt çalışmaları” yapıyormuş.

Ayrıntıya girmemiş, dolayısıyla yeni makasıd mı keşfetmeye çalışıyormuş, onu öğrenemiyoruz.

Makasıddan (maksatlardan) kasıt, dinin gayeleri..

Bilindiği gibi ulema dinin (Şeriat’in) beş temel gayesinin bulunduğunu söylemektedirler: Dini, canı, malı, nesli ve aklı koruma.

*

Dini korumadan maksad, ed-Dîn’i, yani Allah indinde makbul olan dini korumaktır. Küfür olan inançlar buna dahil değildir.

Canı koruma, Allahu Teala’nın izin verdiği durumlar dışında (müslüman olsun, kâfir olsun) hiçbir insanın hayatına son verilememesini ifade eder.

Malı koruma, mülkiyet hakkının tanınmasını, insanların helal kazançlarına el konulmamasını, hırsızlık ve gasbın engellenmesini, ve faiz gibi uygulamalarla insanların sömürülmemesini tazammun eder.

Neslin korunması, zinanın engellenmesi ve nesebin nikâhla sahih biçimde devam etmesi anlamına gelmektedir.

Aklın korunması ise, alkol ve uyuşturucularla insan aklının dumura uğratılmasını engellemeyi gerektirmektedir.

*

Makasıd denilince ilk akla gelen isim İmam Şâtıbî, ve ilk akla gelen eser de onun el-Muvafakat (çev. Prof. Dr. Mehmet Erdoğan) adlı kitabı olmaktadır.

Bu kitabı Türkiye’de (mütercimi dışında) kaç kişi okumuştur bilmiyorum, fakat ona atıfta bulunan pekçok kişinin aslında onu okumamış oldukları, yazılarındaki saçmalıklardan anlaşılmaktadır.

Söz konusu kitabı baştan sona okuyan kişi, Şeriat’in değerini anlar, ve tarihselci modernist soytarıların hezeyanlarının sapıklıktan değilse devasız ahmaklıktan kaynaklandığını görür.

*

Mesela, İmam’ın şu ifadelerini okuyan bir kişi, edille-i şer’iyyeye “İslam’ın ruhu” adı altında bir beşincisini ekleyerek İslam’ı güncelleme küstahlığına kalkışan cahiller ile tarihselci modernist soytarıların kendi kafalarından ürettikleri uydurmaların dinde yerinin olmadığını öğrenmiş olur:

Bu ilimde [fıkıh usulünde] kullanılan mukaddimeler [öncüller, temel önermeler] ve kendisine dayanılan deliller mutlaka kesin olmak durumundadır. Çünkü, eğer bunlar zannî olurlarsa, o takdirde istenilen [onlardan çıkarılan] neticeler de kesinlik ifade etmezler [zannî kalırlar]. …

Bunlar [bu mukaddimeler] ya vâcib [zorunlu], caiz [mümkün] ve muhal [imkânsız] gibi üç hükümde ifâdesini bulan aklî mukaddimelerdir; ya da yine aynı şekilde bu üç hükme dönük bulunan örfî (âdete dayalı) [hayatın olağan akışına dayalı] mukaddimelerdir. Zira âdete dayalı olan delil ve mukaddimelerin de vâcib, caiz ve muhal olanları vardır.

Şu halde bu ilimde [fıkıh usulünde] söz konusu olan hükümler üçü aşmayacaktır: vâcib, caiz ve muhal [Yani fıkıh usulü çerçevesinde bazı şeyler için vacib, bazı şeyler için muhal, bazı şeyler de için de caiz hükmü verilebilecektir]. Bunlara vuku ve adem-i vuku [hakkında hüküm verilecek olan şeyin gerçekleşmiş olması veya olmaması] da ilâve edilebilir. … Bir şeyin sahih [doğru, geçerli] ya da gayr-i sahih [yanlış, geçersiz, batıl] olması ise ilk üç hükme yöneliktir [vuku bulup bulmamasına, vaki olup olmamasına değil].

Bir şeyin [amel açısından] farz, vâcib, mendûb, mübâh, mekruh ya da haram olması ise usûl meseleleri içerisinde yer almaz [Bu hükümler, usûl ilkelerinin cüz’i meselelere uygulanması ile ortaya çıkar]. Bunları da usûl meseleleri içerisinde zikredenler, ilimleri birbirlerine karıştırmaları sonucunda bu hatayı yapmaktadırlar.

Bilindiği gibi, tarihselci reformistler, kendi “akıl”larını kullanarak İslam’da güncelleme yapabileceklerini iddia etmektedirler.

Böylece, Kur’an’da belirtilen “akletmeyenler” taifesi içinde olduklarını ortaya koymaktadırlar.

Akılları yok değil, fakat kullanmıyorlar. Heva ve heveslerine tabi oluyor ve bunlara akıl adını verme sahtekârlığı yapıyorlar.

İslam’ı kendi kafalarına göre güncelleyebileceklerini, hükümleri değiştirebileceklerini ileri sürenlerin dalaletinden şüphe edilemez.

İmam Şâtıbî’nin şu sözlerini anlasalardı, böyle bir şeye yeltenemezlerdi:

Bu ilimde [fıkıh usulünde] aklî deliller kullanıldığı zaman mutlaka naklî deliller [Kur’an ve Sünnet] üzerine terkip edilmiş olarak, yahut onun tarîkini belirlemede veya menâtini (dayanağını, illetini) ortaya koymada ve buna benzer durumlarda
kullanılır, [Kur’an ve Sünnet’ten] bağımsız delîl olarak kullanılmaz. Çünkü yapılan iş, şer’î [Şeriat’le, hukuk sistemi ile ilgili] bir konuda düşünmek ve bir neticeye varmak için çalışmaktır; akıl ise şâri’ (hüküm vaz’ına salahiyetli [kanun koyucu, yasa yapıcı]) değildir.

Yani akıl (ve dolayısıyla o aklın sahibi olan insan), Allahu Teala tarafından vaz’ edilmiş (konulmuş) olan Şeriat’ın maksatlarını (makasıd-ı şerîa’yı) anlamaya çalışma ve şer’î delillerden çıkan sonuca göre hüküm verme konumundadır.

Yoksa, Kitap ve Sünnet'in açık bir biçimde bildirdiği konularda kendisi kanun/yasa vaz’ etme, vahiyden bağımsız olarak kendi başına yasama faaliyetinde bulunma, hüküm verme, şâri’ (şeriat/kanun koyucu) olarak hareket etme mevkîinde değildir. 

Hukukun (hakların) çerçevesini ve sınırlarını insanlar değil Allahu Teala belirler.

Aksi takdirde, yasa koyma (vaz’ etme) pozisyonunda bulunan insanlar, diğer insanları kendilerine kul ve köle etmiş, onlara tanrılık/rablik taslamış olurlar.

Hukuku/şeriati vaz’ edenin Allahu Teala olması ise, insanların eşitliğinin sağlanması ve birbirlerinin kulu kölesi olma zilletinden kurtulup aziz olmaları, izzet sahibi olmaları demektir.

İmam sözlerini şöyle sürdürüyor:

Bu husus [insanın sırf kendi aklıyla yasa koyma, yasama faaliyetinde bulunma hakkının olmayışı] kelam ilmi (akâid) bahislerinde açıklanmış ve ortaya konulmuştur. 

Bu, salt amelî değil, itikadî bir meseledir.

İşte, laik veya dinsiz devletlerin yasalarının baskısı altında lafı eğip büken, hakkı açıkça söylemek yerine “Ne şiş yansın ne kebap!” fehvasınca “Anlarsın ya!” makamından muğlak ifadelerin ardına sığınan devlet memuru (devlete karşı sorumlu) “din görevlileri” ve ilahiyatçıların aksine Şeyhülislam Mustafa Sabri Efendi ve Zahidü’l-Kevserî gibi hür ve bağımsız ulemanın laikliğe razı olup kalben benimsemenin küfür olduğunu söylemelerinin nedeni budur.

İmam’ın sözlerine dönelim:

Durum böyle olunca, aslî kasıtla dayanılan şey, [sadece] şer’î deliller (edille-i şer’iyye) olacaktır. …

…, akıl [akıl sahibi insan] ancak şeriatin arkasından bakar [peşi sıra gitmek zorundadır]. Dolayısıyla usûlle ilgili delillerin incelenmesi sırasında bu noktanın akıldan çıkarılmaması gerekir. Ümmet, hatta sâir milletler, şeriatin [hukuk sistemlerinin] şu zarurî beş esasın korunması için konulmuş olduğunda ittifak etmişlerdir. Bunlar: din, nefis (can güvenliği), nesil, mal ve akıldır. Bütün ümmete [bütün müslümanlara] göre bunlar [bunların korunması], dinden olduğu zorunlu olarak bilinen şeylerdendir [Bunlar, makasıd-ı şerîa(t) durumundadır]. …

Şer’î deliller ise Kitap, Sünnet, icma (aynı devirde yaşamış ulemanın bir konuda ittifakı, görüş birliği) ve (Kitap ve Sünnet’ten hareketle yapılan) kıyastan ibarettir.

İslam’ın ruhu” diye beşinci bir delil söz konusu değildir.

Erbakan, (Süleyman Karagülle ve Arif Ersoy gibi isimlerin fikir babalığını yaptığı “adil düzen” teorisi çerçevesinde) bu beş esası “doğuştan gelen haklar” olarak adlandırıyordu, yani temel insan hakları ya da insanın insan olması hasebiyle sahip olduğu haklar. Ancak, konunun “adil düzen” teorisi çerçevesinde yorumlanışı bir laikleştirmeyi de içeriyordu. Fıkıh usulü çerçevesinde “dinin korunması”, ed-Din’in (İslam’ın, tevhid akidesinin) korunmasıyken, insanların hak dini benimsemelerinin önündeki bütün engellerin kaldırılmasıyken (ki bu da ancak İslam’ın hakim olmasıyla sağlanabilir) “adil düzen”de bu hedef laikliğe paralel bir “din hürriyeti” oluyordu.

İmam Şatıbî, eserinin başka bir yerinde, hemen hemen bütün toplumlarda bu beş esasın hepsinin veya çoğunun korunmasına çalışılmakla birlikte bunu sadece İslam Şeriati’nin tam ve eksiksiz biçimde sağlayabileceğini belirtmektedir.

Nitekim hemen her toplum, insanların can güvenliğini sağlamaya çalışır, fakat “kısas”ın yer bulmadığı bir hukuk sisteminin bunu yeterli düzeyde sağlaması imkânsızdır.

*

Mesela Türkiye'nin budalalarının kadın cinayetlerine karşı İstanbul Sözleşmesi'ni savundukları görülüyor. Sanki cinayet işlemeye karar veren adam, "Bu yaptığım İstanbul Sözleşmesi'ne aykırı, ayıp olur, yapmayayım" diyecek. Yaptığı iş mevcut kanunlar çerçevesinde de zaten suç ve adam cezaî yaptırımları umursamıyor. Şeriat'ın kısas hükmü uygulanmadıkça da bu böyle devam edecektir. Gel gör ki, bu budalalar taifesi (kendilerini potansiyel caniler ya da geleceğin canileri gibi görüyor olsalar gerek ki) Şeriat'in hükmüne de razı olmazlar.

Aynı şey nesil güvenliği (insanların nikâhla çoğalması) için de geçerlidir; bu ancak, İslam Şeriati’nin ilgili hükümlerinin hukuk sistemine ve toplumsal hayata hakim kılınmasıyla azami düzeyde sağlanabilir.

İnsan aklının korunması da ancak kesin bir alkol vs. yasağıyla mümkündür.

*

Öte yandan, bu beş esas arasında da bir önem sıralaması vardır; dinin (sahih itikadın, ed-Din'in, "Allah katında"ki dinin) korunması/korunabilmesi hedefi en önde gelir. 2000’li yıllarda Hayrettin Karaman, Yeni Şafak gazetesinde, hatalı olarak canı koruma hedefinin dini koruma hedefinden önce geldiğini yazabilmişti. 

Buna şaşırmamak gerekiyor, çünkü Türkiye’de nice zamandır, ulvî değerler için canını feda edebilme anlayışının yerini, dünya ve dünyalık için bütün manevî değerlerden vazgeçme ve hatta onları satma tavrı, “millî/ulusal karakter(sizlik)” katına yükseltilmiş bulunuyor.

Karaman bizim sözümüze itibar etmez, fakat İmam Şatıbî’ye saygı duyar, ona gönderdiğimiz bir e-postada, İmam’ın el-Muvafakatta iki yerde aksini savunduğunu, dinin korunması esasını en başa aldığını belirtmiştik. Karaman, herhangi bir düzeltme yapmadı. Oysa, İmam’ın belirttiği gibi, cihad, dini koruma hedefi canı korumadan öncelikli olduğu için vardır, öyle olmasaydı cihad, canı tehlikeye attığı için, ehemmi mühim için harcamak olurdu.

*

Yine, Bakara Suresi’nde fitnenin (yani insanların açık veya dolaylı yollarla küfre ve şirke zorlanmalarının, hakkı tam bir hürriyetle eksiksiz bir biçimde benimseyip savunabilmelerinin engellenmesinin) katilden/öldürmeden daha kötü olduğunun belirtilmesi sebepsiz değildir. Bu engelleme bugün camide bile yapılmakta, hutbelerde, Casiye Suresi’nin 18’inci ayeti gibi ayetler ve rejimin hoşuna gitmeyen hadîsler okunamamaktadır.

İnsanın öldürülmesi/katl salt bu sınırlı dünya hayatının kaybı demektir, ki bu er geç olacak birşeydir; küfür ve şirk ise ebedî/sonsuz felaket ve bedbahtlıktır.

İslam dışı rejimlerde “Mal canın yongasıdır” fehvasınca dinin bile değil, malın/vatanın/toprağın, maddî menfaatin, çıkarın, hele de ulusal sıfatını taşıyorsa, candan daha değerli kabul edildiği görülür; vatan/toprak için ölme keyfiyeti yüceltilir. “Kanımızın son damlasına kadar…”, “Toprak eğer uğrunda ölen varsa…” vs. edebiyatı bunun sonucudur.

Din, eğer uğrunda ölebiliyorsanız…” denilmez; o, önemsizdir.

Bununla birlikte böylesi rejimlerin İslam için değilse de kendi küfür ve şirklerinin bekası için (Ki buna bazen devletin bekası adını verirler) tehlikeli addettikleri kişileri kimi zaman “örtülü yöntemlerle” ortadan kaldırdıkları, canlarını aldıkları da olur. 

Bediüzzaman ve Es'ad Erbilî gibi zatların zehirlenmesinde olduğu gibi. 

Bu rejimlerin bendeleri, Allah yolunda ölmeyi değil, küfür ve şirk namına öldürmeyi seçmişlerdir.

*

Bununla birlikte, “Allah’ın hükümlerinin yürürlükte olmasına asla izin vermek istemedikleri ülkeleri için” ölenlerin, Allah yolunda ölenlere mahsus şehadet/şehitlik rütbesine sahip olduklarını ileri sürecek kadar da istismarcıdırlar.

Din istismarını da tekellerine almak istedikleri için bu noktada da “Devlet şerik kabul etmez” felsefesiyle, kendi laik (siyasal dinsiz) zihniyetleri çerçevesinde meşru kabul etmedikleri dinî hareketlere, onların çalışma tarzlarının Şeriat’e uygun olup olmadığına bakmaksızın din istismarı suçlamasını yöneltirler.

Onlara göre, kutsallık atfedilerek putlaştırılan devlet şerik kabul etmez, fakat teşrî (yasama, yasa yapma) hususunda Allahu Teala şerik kabul eder; kendileri bu konuda Allahu Teala’ya denktir, O’na ortaktır.

Hatta, Allahu Teala’ya kırıntı kabilinden bile bir ortaklık hakkı tanımazlar, teorik olarak uluslarının/milletlerinin (devletlerinin), pratikte ise politik ve bürokratik mutlu elitlerin “ortaksız” olduğunu ilan ederler, çünkü benimsedikleri laiklik (siyasal dinsizlik) bu anlama gelmektedir. 

Sonra da, utanmadan, yanar döner, omurgasız, bukalemunvari dindarlıkları ile övülmeyi beklerler.

*

İslam’ın anlaşılmasında yönteme gelince, İmam şunu demektedir:

…. usûl mutlak olarak delillerin ortaya koyduğu neticelerin istikrası neticesinde elde edilir; özel olarak teker teker ele alman delillerden alınmaz.

Doğal olarak, tarihsellik safsatasını bir usul ilkesi gibi yutturmaya çalışan modernist ve reformist soytarılar, bu konuda delil getirme zahmetine girmemektedirler.

Usulü (yani usulsüzlüğü) bizzat İbrahim Maraş (doğrusu Lavaş olmalı) adlı prof. unvanlı pırasasörün Cumhuriyet gazetesinde yayınlanan röportajında söylediği gibi Batılılardan (yani papaz ve rahiplerden) “tevarüs” ediyorlar.

Yerli ve milli kabul ettikleri bir akıl hocaları daha var: Atatürk.. Ancak o da Batılılar’ın “çağdaş uygarlığı”nın (muasır medeniyetinin, medenîliğinin/medineliliğinin/şehirliliğinin) izinden gittiği için yolları yine aynı kapıya çıkıyor.

Böylelerinin Afganistan'a önerdikleri şehirlilik de (son tahlilde) Rasulullah s.a.s.'in Medine'sine özgü (Şeriat'in tavizsiz uygulandığı) bir şehir düzeni değil, İstanbul Sözleşmesi'ni icat eden Avrupa LGBT (Lut kavmi) şehirliliği. 

Laik (siyasal dinsiz) şehirlilik.

Bunların ağzından kimse mesela bir İstanbul Sözleşmesi aleyhinde iki çift lafı kerpetenle bile alamamışken, hatta onun beleş avukatlığına soyunmuş oldukları bilinirken, Taliban'a olanca gayz, kin ve öfke ile nefret kustukları, edeblerini takınıp susmaya bir türlü razı olmadıkları görülmektedir.


SELANİKLİ MUSTAFA ATATÜRK’ÜN VAHİDEDDİN'E GİZLİ İHANETİ

  UĞUR MUMCU'NUN DİLİNDEN KARABEKİR-ATATÜRK KAVGASI – 38   Önceki bölümlerde, Selanikli Mustafa Atatürk’ün mütareke döneminde 13 Kasım ...