Türkiye’deki derin küfür, cepheden saldırarak
mağlup edemediği İslam’ı, savunuyormuş gibi yaparak içeriden bozmaya,
tahrif etmeye ve reforme etmeye (yeniden biçimlendirmeye, laik rejimin
hassasiyetleri doğrultusunda güncellemeye) çalışıyor.
Aparatlarından birisi mevcut AK Parti iktidarının dümeninde yer alan "gizli gündem"liler.
(Bir başka aparat Fethullahçı Takiyye Örgütü idi,
fakat onlar mahalli ligde değil küresel ligde oynamaya kalkışınca
kavga çıktı.)
Mustafa
Özcan’ın “Niçin Batı’nın gerisinde
kaldık?” başlıklı yazısının ortaya koyduğu gibi,
“yandaş yazarlar”, devletin laikliğine (siyasal dinsizliğine) uygun bir
İslam yorumu üretmek için kendilerini paralıyorlar.
Ve bunu yaparken bütün bir İslam tarihini aşağılayabiliyor, Hayrettin
Karaman gibi Müslümanlar’ın kâffesini dini anlamamakla
suçlayabiliyorlar.
Ve bu hengâmede “Nuh’un keleği” olduğu iddia edilen Soner Yalçın’ın
(sanki İslam’ın doğru anlaşılması çok umurundaymış gibi) Tağut adıyla
kitap yazdığını görüyoruz.
*
Maksat, Kur’an’da geçen “tağut”
kavramının içini boşaltmak, bu kavramı laikliğin (siyasal dinsizliğin) emrine
vermekten ibaret.
İşin içinde Nuh’ların bulunması ihtimali yüksek.
(Bu tür işler genelde Nuh’suz, ihalesiz, "görevlendirme"siz olmaz.. Birileri Celal Bayar gibi amatörce hevese kapılıp, "Ben de Yazdım" diyebilmek, "Ben de yazarım" diye hava atabilmek, netameli konulara girip dikkat çekebilmek için bir ya da iki kitap yazabilirler de, heveslerini alınca, ya da kimsenin kendilerini umursamadığını görünce usanırlar.. Devam edemezler.. Bir devamlılık, istikrar ve ısrar varsa, yazarın arkasında sponsorların bulunuyor olması ihtimali yüksektir.. Sponsorsuz idealist binde bir çıkar.)
Evet, Soner'in amacı, "tağut" kavramını sulandırmak, içini boşaltmaktan ibaret.
*
Geçmişte millet ve milliyetçilik kelimeleri laik (siyasal
dinsiz) rejimin ideologları tarafından bu şekilde gasbedilmiş durumda.
Millet aslında ümmete karşılık gelir.. Kur’an’daki
anlamı böyledir.. Milliyetçilik de “dinselcilik, dincilik”
demektir.
Bu yüzden Türkiye’de birileri ırk ve ırkçılık
anlamında milletten, milliyetçilikten bahsetmeye başladığında ulema ve okumuş
müslümanlar uyanamamış, bunu zararsız birşey zannetmişler, işin içyüzü ortaya
çıktığında ise artık iş işten geçmiştir.
Soner eliyle “tağut” kavramı da böyle bir işlemden geçirilip gasb edilmeye, veya en azından işlevsiz hale getirilmeye çalışılıyor.
Kusura bakma ama, eğer sen, Türkiye’deki en büyük tağutun
Selanikli Mustafa Atatürk olduğunu söyleyemiyorsan, söylemiyorsan, tağuttan
bahsetmeye hakkın yoktur.
Niyetin, “Canbaza bak canbaza!” numarasıyla dikkatleri başka bir tağuta çekerek, turp heybesindeki asıl büyük tağutu gözlerden saklamak değilse, ne?
*
Odatv.com, Soner’in kitabının reklam
mahiyetinde tanıtımını da yapmış.
İlknur Altıntaş imzalı (Neden Sonnur Gümüştaş değil, Soner?)
yazıda şu söyleniyor:
“…Buhari yaşamında kitap yazmadı. Buhari'nin kitabı diye
bilinen Sahih-i Buhari adlı eseri İbni Hacer derledi. Buhari ile Hacer arasında
596 yıl var! Bu söylendiği zaman kimi ulema der ki, İbni Hacer'in derlemesini
bir diğer hadisçi olan El-Khushaymani'ye dayanarak yazmıştır. Yani, Hacer ile
Khushaymani arasındaki yıl farkını, 463 yıla düşürürler. Buhari ile Khushaymani
arasındaki yıl farkı da 133 yıl. Sonuçta, İbni Hacer'den önce hadis kitabı yok.”
Yazı, Sahîh-i Buharî’nin sahihliğine saldırarak
işe başlıyor.
Bunların derdi doğru bilgiye ulaşmak değil de kafa
karıştırmak için dikkatleri istismara müsait noktalara çekmek olduğu için, yazılarında çok ciddi hatalar yaparlar, haberleri olmaz.
Soner gevezesinin lafları da böyle.. Baştan sona yanlış.
"İbn Hacer derledi” diyerek Himalayalar büyüklüğünde bir
yalanla işe başlamış.
İbn Hacer’in yaptığı
şey, kitabı derlemek değil, zaten elde hazır olan kitaba şerh (açıklama)
yazmaktan ibaret.
Ve allame-i cihan Soner Yalçın'ın bundan haberi yok.
Kendisinden haberi olmayan adamın bundan haberi olabilir mi?!
*
Hadîsçilerin (geçmişin muhaddislerinin) özelliği, yanlarında
hadîs kitabı diye yazılı sayfalar taşımaları, “Hadîs dersi veriyoruz” diyerek
söz konusu kitapları açıp okumaları değildi.
Hadîs kitabı mahiyetindeki metinleri ezberliyor, talebelerine de sözlü olarak ezberden aktarıyor, onlara da ezberletiyor, sonra da, ezberlemiş olana icazet (diploma; okutma, rivayette bulunma izni) veriyorlardı.. (Bu ezberleme geleneği bugün de Moritanya gibi ülkelerde devam ediyor.)
Kur’an’ın ve hadîs kitaplarının bozulmadan
bize ulaşmış olmasının nedeni bu “ezbere dayalı icazet” sistemidir.
Şayet hiç ezberleyen olmasa da yazılı nüshalara bağlı
kalınsaydı, ulaşım ve iletişim teknoloisinin bulunmadığı, sıkı kurallara
dayalı bir arşiv geleneğinin oluşmadığı, matbaanın
bilinmediği, kitapların elle çoğaltıldığı bir zamanda birileri ekleme çıkarma
yaparak kolayca yeni nüshalar üretip metinleri bozarlardı.
Ezbere dayalı icazet sistemi böylesi bir bozulmaya geçit vermemiştir.. Çünkü, “Ben
muhaddisim, hadîsçiyim” diyen adamdan binlerce hadîsi ravîleriyle beraber
hiç teklemeden ezbere okuması isteniyordu.. Ertesi gün, hafta ya da ayda,
aynı metni hiç atlamadan aynı şekilde tekrar söylemek zorundaydı.
Sahîh-i Buharî’nin durumu da budur.. İmam Buharî, kitabını kâğıda değil kafasına yazmış durumda.. Talebeleri de ondan aynen ezberleyip kendilerinden sonraki hadîsçilere ezberletmişler, böylece nesilden nesile aktarılmıştır. (Hiç yazmamış değil, fakat onun bizzat kendisinin yazdığı nüshalar günümüze ulaşmamış durumda.)
Sahîh-i Buharî’nin (yaygın biçimde) sayfalara geçirilmesi ise, cahil Soner’in (ilk nur değil, son er) iddiasının aksine, İbn Hacer’den önce oldu.
İbn Hacer'in bütün yaptığı, Sahih’e Fethu’l-bârî adlı geniş bir şerh (açıklama, izah) yazmaktan ibaret.
Nitekim, Vikipedi’nin
“Sahih-i Buhârî”
maddesinde şu söyleniyor:
“Bu kitabın dünya kütüphanelerinde
tespit edilebilen eksiksiz en eski tarihli yazma nüshası Ebû Zer
rivayetinin ‘Bâcî – Sadefî’ tarikiyle günümüze ulaşan Süleymaniye
Kütüphanesi’nde (Murad Molla, nr. 577) kayıtlı bulunan H. 550 (M.S. 1155)
tarihli yazma nüshadır.”
O tarihte, İbn Hacer’in dünyaya gelmesi için daha
217 yıl geçmesi gerekiyordu.
Nerde kaldı ki, kitabı o “derlemiş” olsun.
Evet, Türkiye’nin (fırsat bulduğunda Nuh'un keleği olmaktan kaçınmayan) araştırmacı-yazarlarının çapı ve kalitesi işte bu.
Araştırmaz, fakat yazar.
*
Görüldüğü gibi, Soner efendi El-Khushaymani’den
bahsediyor.
Elin gâvurunun kitabından isim aktarırsan böyle olur.
Senin El-Khushaymani dediğin kişi, Ebü’l-Heysem Muhammed b. Mekkî el-Küşmîhenî’dir.
El-Küşmihenî de, senin zannettiğin gibi İmam Buharî’nin
ruhuyla temas kurmuş değil.. Arada, kitabı ezberden nakleden bir başka alim var:
Sahih’te kilit isim, İmam Buharî’nin talebesi Firebrî’dir.
O, metni eksiksiz olarak ezberleyip nakletmiştir.
Ondan pekçok kişi ezberlemişse de (on kadar meşhur talebesi var) en önemlileri Müstemlî, Hamevî ve Küşmîhenî’dir.
Sonraki dönemde Ebû Zer el-Herevî
bu üçünün rivayetlerini birleştirmiş, tek bir rivayet haline getirmiştir.. Ebû
Zer’in adı, Vikipedi’den yaptığımız alıntıda geçmişti.
İbn Hacer, şerhini işte bu rivayeti esas alarak yazmıştır.
*
Soner Yalçın ve Tağut’u üzerinde
durmaya yeri geldiğinde devam edeceğiz inşaallah.. Şimdi aynı minvalde güncel bir mevzuya geçelim.
Öyle anlaşılıyor ki, Fethullah Gülen “yaşayan ölü”
haline gelmiş durumda.. Onunki artık “bitkisel hayat” kabul edilebilir.
Bundan dolayı, Türkiye’de, “FETÖ tabanı”na yönelik bir
politika değişikliğine gidilecek gibi görünüyor.. Bu yönde zihin
jimnastiği yapılmakta olduğu anlaşılıyor.
Böylesi durumlarda, Fethullah gibi arkasında bir takipçi
kitlesi bulunan adamlar, kör bile olsalar, öldüklerinde hemen kömür
gözlü hale gelirler.
Fethullah için gelecekte derin devlet, muhtemelen, “Fethullah aslında iyi adamdı, vatanseverdi, yerliydi-milliydi, dinci değil dindardı, yanındaki satılmışlar onu aldattı, şaşırttı ve kullandılar” demeye başlayacak, “FETÖ tabanı”na zeytin dalı uzatacak, onlara “laik devletin sadık bendeleri” olma kapısını açacak.
Zaten o taban da buna yatkın.
*
Derin devlet böyle çalışır.
Mesela Nazım Hikmet ölür, ardından hemen “Böyük
şairdi, şöyleydi böyleydi, aslında çok iyi adamdı, Türkçe’ye çok hizmet etti”
derler, iade-i itibar yapar, hatta ölüsünü vatan topraklarına taşırlar.
Böylece Nazımcılar’a göz kırpılır, “Gelin
kucaklaşalım” denilir.. “Bak biz devlet olarak Nazım’ı kucaklıyoruz, siz de
devleti kucaklayın” mesajı verilir.
Derin devlet, insanı “ölü” olarak kucaklamada
uzmanlaşmıştır.
*
Türkiye’de can güvenliğinin bulunmadığını düşünerek
taa Avustralya’ya yerleşen merhum Prof. Dr. Mahmud Esad Coşan Hoca
öldüğünde de benzer bir tiyatro yaşandı.
Göstermelik bir hükümet kararnamesi çıkarılarak Süleymaniye
Camii haziresine, hocasının (Mehmed Zahid Kotku rh. a.’in) yanına
gömülmesi izni verildi, fakat bu, Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer
tarafından veto edildi.
Böylece “Devletimiz Esad Coşan Hocaefendi Hazretleri’ne
karşı değildi aslında, ama içimizde bazı aşırı din düşmanları var, herşey
onların başının altından çıkıyor” mesajı verildi.
Burada kötü polis rolü Ahmet Necdet’in payına düştü.
Onun da zaten, İskenderpaşacı iki üç tane tarikatçı
tarafından kötü bilinmeyi umursadığı yoktu.. Rolünü büyük memnuniyetle oynadı.
Onun da katkısıyla tiyatro başarıyla sergilendi,
İskenderpaşacılar’ın ağzına bir parmak bal çalındı, Esad Efendi’nin naaşı
ile birikte davasının da Eyüp Kabristanı’na gömülmesi yönünde muazzam bir
adım atıldı.
Esad Efendi’nin yokluğunda İskenderpaşa Cemaati’ne, laiklik
(siyasal dinsizlik) ve demokrasi havarisi bir Sağduyu Partisi rezaleti hediye
edilebilir, ve şaman dansı eşliğinde boş kurtçu MHP’lilik çığlıkları
attırılabilir, ırkçı ve laik (siyasal dinsiz) cezbe yaşamaları sağlanabilirdi.
*
28 Şubat sürecinde Esad Coşan Hoca sorunu, tereyağından
kıl çekilir gibi kolayca halledildi.
Ancak, Fethullah, Esad Efendi gibi "sahipsiz" değildi,
arkasında CIA vardı, Vatikan vardı, ABD vardı, dolayısıyla birilerinin
boğazına kılçık gibi oturdu.
Şimdi derinler, İskenderpaşa karşısında sergiledikleri
numarayı FETÖ karşısında da sergileme yönünde kıpırdanmaya başlamış
durumdalar.
Ancak, papaz her gün pilav yemez, yiyemez.
Dolayısıyla Doğu Perinçek gibi “deprem alarm
sistemleri” de harekete geçmiş durumda.
Şunu aklınıza yazın:
Perinçek birşeyi savunuyor gibi
yapıyorsa, arkasındaki güç aslında tam aksi yönde bir politika izliyor,
Perinçek ile o “savunucu” kitleyi ya aşırılığa meyettirerek çıkmaz sokağa
sürüklemek ya da kafalarını karıştırmak suretiyle çalışmalarını yürütemez,
ne yapacağını bilemez, yerinde sayar hale getirmek istiyordur.
*
Evet, derinlerin FETÖ karşısında işi, İskenderpaşa
karşısında olduğu kadar kolay değil.
Çünkü, Türkiye’nin derinleri, Esad Efendi’ye karşı ABD ve
CIA ile birlikte hareket etmişlerdi.
Daha önemli bir fark şurada: Esad Efendi yurtdışına çıkıp devletin (görünüşte) elini uzatamayacağı bir yere gitmiş idiyse de, şehzade (şeyhzade, şıhzade) Nureddin, Türkiye’de cemaate, onun namına hükmediyordu.. Devletin elinin altında..
Esad Efendi’nin Türkiye’de cemaatte olan biten hiçbir şeyden
haberi yoktu.. Nureddin ona sormadan, haber vermeden aklına eseni yapıyordu.
Mesela cemaatin bir televizyon kanalı vardı ve Nurettin
kapatmıştı, fakat Esad Efendi radyoda yayınlanan cuma vaazlarında televizyonun
başarısı için dua etmeye devam ediyordu.. Kimse de ona, “Hocam dünya aleme
rezil oluyoruz, yok böyle bir televizyon” diyemiyordu, çünkü herkes Nurettin’in
şerrinden korkuyordu.
Muhtemelen Esad Efendi, oğluyla telefonda görüştüğünde “Şu iş
ne durumda, televizyon ne halde?” filan diye sorduğunda Nureddin, “Babacığım
dualarınız sayesinde herşey güllük gülistanlık” diyor, onun yüreğine su
serpiyordu.
*
FETÖ olayında böyle bir durum yok.. Yani, Fethullah adına tam
yetkili bir şahıs yurtiçinde, devletin gözetimi ve kontrolü altında The Cemaat üzerinde hakim konuma gelmiş
değil.
Böyle biri bulunsa, derinlerin işi çok kolay olurdu.. Tıpkı İskenderpaşa’da olduğu gibi.
Böyle bir şehzadeye önce elense çeker, sonra onu sırasıyla tek çapraz ve çift çapraza alır, ardından önce tek dalma sonra çift dalma ile ayaklarını yerden keser, akabinde sarmada çoban bağı vurarak dinlendirir, ve nihayet şark kündesi ile yere yapıştırırlardı.
Evet, FETÖ olayında derinlerin işi zor.. Fethullah’ın ölmesi veya bitkisel hayata girmesi meseleyi çözmeye yetmiyor.
Sorun, Türkiye’de derin devletin sıcak kolları arasında keyfine bakan “varis”
bir şehzadenin bulunmuyor olması.
Dünya böyle, papaz her gün pilav yemez,
yiyemez.
*
Esad Efendi vefat ettiğinde önce Süleymaniye
Camii Haziresi’ne defnedilmesi için hükümet kararnamesi çıkarılması, sonra
bunun Cumhurbaşkanlığı’nca iptal edilmesi bir tiyatroydu, danışıklı
dövüştü, 28 Şubat’ın ruhuna uygun bir aldatmacaydı.
Esad Efendi’yi sevenlerin kafasını karıştırmak için
sergilenen bir iyi polis – kötü polis numarasıydı.
Proje ibne Diamond bilmem ne domuzunun oynadığı oyundan da böyle bir kötü polislik kokusu geliyor.
Bu tür “kötü domuz”lar üretilir, onlara cevap veriyor
ayağından Soner gibiler “kurtarıcı” olarak devreye konulur.
Benzer şekilde bir Cübbeli Zahmet çıkar ona yarım ağız tepki
gösterir, böylece prim yapar..
Halbuki hepsi de aynı derin devletin Atatürkist mabedinde hiç
ara vermeksizin sürdürülen Selanikli’yi kutsama ayininin müdavimi durumundalar.
Aralarında Atatürkist tüzük kardeşliği var.
Derin Millî Görüşcü Elazığlılar’ın “Bakın Diamond sapığına
karşı İslam’ı Soner abimiz nasıl da savunuyor” babından çığlıklar atmaları
sebepsiz değildir.
Aslında o Elazığlılar, Soner, Diamond vs., aynı mabedin
yaptırma ve yaşatma derneğinin üyeleri durumundalar.
Oyun icabı karşı saflarda, farklı yerlerde görünüyorlar,
fakat satranç oyunu bittiğinde anlaşılacak olan, aslında bütün taşların aynı kutuya ait
olduklarıdır.