Zünnun-ı Mısrî k. s.’nun şöyle bir sözü var:
“Allah’tan en
uzak kalan, zahir itibariyle O’na en fazla işarette bulunandır.”
(Ferideddin Attar, Tezkiret-ül Evliya, çev. Süleyman Uludağ, Bursa:
İlim ve Kültür Yayınları, 1984, s. 196.)
Bildiğim kadarıyla, tasavvuf tarihinde Allahu Teala’ya
“vücud” mücud diyerek en fazla işarette bulunan kişi, Endülüs’ün en
büyük şarlatanı İbn Arabî.
Kendisini “velîlerin sonuncusu” ilan etmiş olan bu
soytarının “Allah’tan en uzak kalan” olup olmadığını bilemem,
daha uzak kalanlar da vardır elbette, fakat yazdığı zırvalara bakıldığında uzak
kalmış olduğu rahatlıkla söylenebilir.
Zünnun-ı Mısrî k. s. önemli bir gerçeğe işaret etmiş
durumda.
*
Prof. Mahmut Erol Kılıç’ın TDV İslâm
Ansiklopedisi’nin “İbnü’l-Arabî, Muhyiddin”
maddesinde “Varlık Görüşü” başlığı altında İbn Arabî’den
aktardığı zırvalara gözatmaya devam ediyoruz.
Kiliç, “Burada şu noktanın unutulmaması çok önemlidir” diyerek sazı eline alıyor, döktürüyor.
Şunları diyor:
Burada şu noktanın unutulmaması çok önemlidir; İbnü’l-Arabî’ye göre varlıkların
vücuda getirilişi, yukarıda açıklandığı gibi mutlak yokluktan
(adem-i mutlak / ex nihilo) halkedilmeyle değil izâfî yokluktan
(adem-i izâfî) izâfî varlığa (vücûd-ı izâfî) geçişledir. Bundan dolayı İbnü’l-Arabî, “îcâd” ve “halk” gibi
kelimeleri filozoflar ve kelâmcılardan farklı olarak “zuhûra
getirme” anlamında kullanır. Onun vücûd lafzını
mahlûkat ve mevcûdat için kullandığında hakiki mânasıyla değil anlaşılmayı
sağlamak için izâfî veya mecazi mânada kullandığı
bilinmelidir. Böylece sırf anlaşılmak uğruna vücûd zihinde
parçalanmakta, bölümlere ayrılmış olmaktadır. ... Diğer bir tabirle
izâfî vücûd mutlak vücûdun zuhur mahallidir.
*
Bunlar,
boş laf yığını.. Lüzumsuz gevezelik.
İlk cümleden başlayalım:
İbn Arabî’ye göre varlıkların vücuda getirilişi, mutlak
yokluktan halk edilmeyle değil, izâfî yokluktan izâfî varlığa
geçişle oluyormuş.
Halk
(yaratma) yokmuş,
bir izafîlikten diğerine “geçiş” varmış.
Bbylece
soytarı, Allahu Teala’nın bir hatasını (haşa) düzeltmiş oluyor.
Allahu
Teala kendisi için “Dilediğini yaratır (Yehluku mâ yeşâu)” (Maide,
5/17) derken yanlış konuşuyormuş.
İbn
Arabî pisliği bunu “keşf” etmiş.
Keşfin muazzamlığına bakın,
Allah’ın ne yaptığını Allah’tan daha iyi biliyor.
*
Birşeyin yokluk durumu
için “mutlak”lıktan söz etmek, o şeyin “yaratılabilirlik kaydı”ndan
da soyutlanması anlamına gelir.
(Mutlaklık, kayıt
ve şarttan hâlî olmak demektir. Siyasal rejimler söz konusu
olduğunda mutlakiyet ve meşrutiyetten söz edilmesi de bundan
kaynaklanır. “Meşrût”, şartlı olan demektir, yani meşrutiyette yönetme
yetkisi şartlıdır, mutlaklıktan, yani “kayıt ve şarta tabi
olmamak”tan uzaktır.)
Bu
durumda “izâfî yokluktan izâfî varlığa geçiş”, “mutlak olmayan yokluk”tan
“mutlak olmayan varlığa” geçiş demek olur.
Yaratılan
bir şeyin varlığının mutlak (kayıt ve şarttan azade) olamayacağı açıktır.
Ancak,
Kılıç’ın sonraki cümleleri, İbn Arabî’nin, Eski Yunan filozoflarından arakladığı bu
ontolojik malumatfuruşluk ve artistlikleri, tam anlamadan, kendi keşfiymiş gibi
kitaplarına aldığını gösteriyor.
İlk
cümle şöyle:
Bundan dolayı İbnü’l-Arabî, “îcâd” ve “halk” gibi
kelimeleri filozoflar ve kelâmcılardan farklı olarak “zuhûra
getirme” anlamında kullanır.
Halk
(yaratma) kelimesinin kapsamına girmeyen bir zuhura getirmeden söz ettiğinizde,
“mutlak” ve “izafî” kavramlarını yanlış kullanmış olursunuz.
Bu
durumda ortada değil “mutlak” yokluk, “izafî” yokluk bile
kalmaz; “bir şekilde var olan, fakat zahir olmamış, batınî nitelikteki
varlık”tan söz etmiş olursunuz.
*
Bunun
ardından gelen cümle ise tam facia:
“Onun vücûd [varlık, var oluş] lafzını
mahlûkat ve mevcûdat için kullandığında hakiki mânasıyla değil anlaşılmayı
sağlamak için izâfî veya mecazi mânada kullandığı
bilinmelidir.”
Mutlak
vücud ve ("mutlak olmayan" anlamında) izafî vücud ayrımı yapılması anlaşılabilir,
fakat vücud kavramının hakiki manasıyla kullanılmaması,
anlaşılmayı sağlayacak birşey değildir, ortada anlaşılabilecek birşey
bırakmayan bir saçmalıktır.
Mesela
cehalet kavramanı alalım.. Mutlak cehalet, hiçbir şey bilmemektir.
Tek bir şey bile bilindiğinde mutlak cehaletten söz edilemez. Buna
karşılık izafî cehaletten, daha bilgili birileri (veya birisi) ya da
bilinebilecek fakat henüz bilinmeyen hususlar mevcut oldukça, daima, söz etmek mümkündür. Sonuçta bu durum da cehaletin kapsamı içine girer, fakat burada mutlak
cehaletten söz edilemez.
Bununla
birlikte, tutup “Cehalet kavramını hakiki anlamda kullanmıyorum”
derseniz, ortada anlaşılabilecek hiçbir şey kalmaz. Saçmalamış olursunuz.
Cehaletin
ister mutlak olanından, isterse izafîsinden söz edin, anlaşılmak için bu
kavramı hakiki anlamında kullanmak durumundasınızdır.
*
Sonraki
cümle:
“Böylece sırf anlaşılmak uğruna vücûd zihinde
parçalanmakta, bölümlere ayrılmış olmaktadır.”
Bu da
gösteriyor ki, İbn Arabî palyaçosunun laflarının temel özelliklerinden
biri, “hakikat”i katlediyor olması.. Kullandığı kavramlarda
bile “hakikilik” yok.
Aslında
“bilme” faaliyeti genelde, bilinen, bilgi konusu olan şeyin zihinde
parçalanması anlamına gelir.
Mesela fen
bilimleri tabiatı/doğayı (ya da evreni) bütünlüğü içinde görmez, onu
parçalar.. Bir ağaca baktığında fizikçi onu hacmi, kütlesi, ağırlığı vs. ile
düşünür; kimyacı ondaki materyallere odaklanır, biyolog onun canlılığı ve
moleküler yapısı üzerinde durur, botanikçi de ömrü, bakımı gibi açılardan
yaklaşır.
Sosyal
olgular da
böyledir.. Hayat, siyaseti, kültürü, sosyal ilişkileri, ekonomisi
vs. ile, yani herşeyiyle bir bütündür.. Sosyal bilimlerin her bir dalı,
gerçekte parçalanamaz ve bölünemez nitelikte olan hayatı zihinde parçalara
ayırır. Mesela yayınlanan bir gazeteyi ekonomist arz-talep, kâr-zarar, istihdam gibi
açılardan, siyaset bilimci siyasal katılım açısından, sosyolog toplumsal
oluşumlar, gruplar ve eğilimler yönünden, hukukçu ise yasal düzenlemeleri temel
alarak inceler.
Din de böyledir; bir bütündür fakat biz onu itikad, amel ve ahlâk olarak zihnimizde parçalarız.
*
Tekrar
belirtelim, vücudun (varlığın) zihinde parçalanması ve bölümlere ayrılması,
kavramın “hakiki anlamını kaybetmesi” anlamına gelmez.
Eğer
böyle bir anlam kaybı varsa, bunun manası, sizin zihninizde “hakiki anlam” diye
birşey kalmamış olmasıdır.
Yazıp söylediklerinizin hepsi anlamsız ve boş zırvalardır.
İbn
Arabî hokkabazının yazdıklarının büyük kısmının durumu budur.. Mahmut Erol gibi
tilmizleri böyle cümleler kurarak bu gerçeği farkında olmadan itiraf
etmektedirler.