SÖZDE İSLAMCI DÜŞÜNÜR ÖZDENÖREN, İSTİHBARATÇI POLİS AVCI'NIN ONDA BİRİ OLABİLSEYDİ

 

 




HANEFİ AVCI'DAN TÜRKİYE FOTOĞRAFI


Bugün için Türkiye Cumhuriyeti Anayasası‘ndaki bazı hususları değişmez kurallara bağlamak da asla akılla izah edilecek bir konu değildir. Anayasanın değiştirilemez, değiştirilmesi teklif dahi edilemez türündeki maddelerini savunan anlayış, … Sorun … bir ülkede … değiştirilemez madde veya ölçüt koymanın yanlışlığıdır….

Bugün bizim içinde bulunduğumuz durum da bir anlamda bir kölelik düzenidir. Biz de sanki eski çağlardaki köleler gibiyiz. İçinde yaşadığımız düzeni olduğu gibi kabulleniyoruz….

Bu toplumda, birçok kişi diğerlerinin hakkını gasp edebiliyor, onlara keyfi muamele yapabiliyor. Yüksek düzeydeki yöneticiler keyiflerine göre atama yapabiliyor; istediği kişiye istediği görevi ya da ruhsatı verip, devlet imkânlarını istediği şekilde tahsis edebiliyor, iki üç tane odacı, temizlikçi kullanabiliyor. Evde ayrı, işte ayrı hizmetliler, kendilerine tahsis edilmiş araçları, lojmanlar…. 

Efendilerimiz kendilerine yakın duranlara nimet dağıtıyor, uzak duran yağcılık yapmayanlara mümkün olanın en azını veriyor veya görevinden uzaklaştırıyor…. 

Günümüzde sahip oldukları yetkilerle ve keyfi uygulamalarıyla kamu gücünü kullananların modern zamanın efendilerini, onlara tabi olanların ise köleleri temsil ettiğinden şüphe var mı?

*

… Yanlış olduğunu bilmekle beraber benim de iki kocaman makam odam, iki makam otomobilim, özel veya resmi misafirlerimi gezdirmem için bir tane vip minibüsüm, ayrıca eşim için bir otomobil, kocaman bir lojman, iki tane hizmetli, 3 şoför, 2 koruma, evde başka bir yardımcı hizmetlim var…. Sahip olduğum imkanların birçoğunu hatırlamıyorum dahi. Benden çok daha fazla imkanlara sahip emsallerim de vardı….

… astlarım “senin hakkın müdürüm, kullan” şeklinde telkinde bulunuyorlardı…. 

Tüm illerde ve kurumlarda durum buydu, böyle görmüşler, böyle bir ortamda çalışmışlar ve ilerde terfi edip yükseldiklerinde, kendileri böyle olacaklardı….

*

… Bakanlar, genel müdürler, başkanlar, valiler, müdürler, hepsi daha keyfi ve daha ölçüsüz olarak imkanları kullanıyor, bunu kendilerinde bir hak olarak görüyorlar….

En çirkini de ast makamda bulunanların üst makamdakilere hitap şekliydi. Övgüyle başlayan bu tutum, öyle bir hale geldi ki üst makamda bulunanların ilahlaştırılmasına kadar vardı….

Benzer bir durum bayramlarda ve törenlerde yapılan Mustafa Kemal Atatürk övgüleri için de söz konusuydu…. bir taraftan Mustafa Kemal göklere çıkarılırken, diğer taraftan da milleti ve tüm değerleri yok sayılır….

*

Batı dünyasının da kahramanları, kurtarıcıları vardır…. ama herhalde bireylerin kişiliğini ve toplumun tüm değerlerini sıfırlayarak kurtarıcılarını ilahlaştırmıyorlardır. 

Aynı şekilde resmi kurumlardaki ast-üst ilişkilerinde astlar üstlerine yaranmak için kişiliklerinden taviz vererek kendilerini aşağılamıyorlardır…. 

Batı ülkelerindeki emsal meslektaşlarımı gördüğüm zamanı da hatırlıyorum. Onlar ülkemize geldiklerinde kendilerine birkaç tane hizmetli görevlendiriyor, araçlar tahsis ediyor, onları polis evlerinde ağırlıyorduk. Biz onları ziyaret ettiğimizde ise, eğer ziyaret resmi bir heyetle yapılıyorsa dışarıdan belli bir hizmet alıyorlardı. Ama tek kişi olarak ziyaret ediyorsak, bize ikram ettikleri çayı dahi kendileri alıp getiriyorlardı. 

Makam arabaları yoktu, araçlarını kendileri kullanıyorlardı, korumaları da yoktu, sekreterleri olmadığından telefona kendileri bakıyor, telefonlarını kendileri arıyorlardı. Polis evi ve lojman da yoktu. Restoranda yemeklerini yiyorlardı.

Üstler ile astları arasında eşit seviyeli bir hitap biçimi vardı. Üstü öven yersiz bir tek cümle duymadım, üstler de ilah değildiler….

*

Ülkemizdeki duruma dışarıdan baktığımızda, insan kişiliği konusunda umutlu olmak çok zor gibi; bu durumun …. toplu bir ruh hastalığının, kişilik bozukluğunun göstergesi olduğu anlaşılıyor….

… Türkiye’de terörle mücadelede … Silahlı Kuvvetler doğruyu tayin ediyordu. Onların yanında her zamanki destekçileri polis ve MİT‘ti. Bu üçlünün hemen ardında, onların her yaptığını tartışmasız doğru kabul eden, onları kutsal güç kabul eden bürokratik yönetim kademeleri … bulunuyordu. 

Bununla birlikte doğrunun tayin edilmesinde, … bağnaz, dar düşünceli, aynı körlüğün içinde hapsolmuş olan bazı aydınlar da rol oynuyorlardı.

Bu militarist anlayışın temsilcilerine ve destekçilerine göre …. Devlet ve kurumlarını eleştirenler hain, alçak, satılmış kişilerdir, aksi düşünülemez….

*

… bunca maddi ve manevi yıkım yaşanmasına rağmen terör konusunda 40 yıl içinde kaç tane bilimsel, akademik rapor ya da araştırma yapılmış dersiniz. Ben hiç bilmiyorum. Gerçek manada hiç yoktur, olmamıştır…. 

Bilim adamları, devletin ideolojik olarak kabul ettiği doğrularını daha da kuvvetlendirmek, onlara destek olmak için hiçbir bilimsel temeli olmayan basit birkaç yazı ve makale yazdılar yalnızca. 

Çoğunlukla da yazdıkları, güvenlik kuvvetlerinin baskılarını haklı çıkarmaya yönelik yasakçı anlayış ve yöntemleri savunma yönündeydi…. Türkiye’de hiçbir üniversite ülkedeki terörün sebepleri ve önleme çareleri konusunda bilimsel bir çalışma yapmadı….

Devlet halk desteği almak amacıyla psikolojik harekat faaliyeti adı altında, onaylamadığı siyasi düşüncelere karşı kendi resmi ideolojisi doğrultusunda halkın bir bölümünü diğerlerine (sağı sola, laikleri muhafazakârlara) karşı yönlendirme geleneğinin neticesi olarak insanları militarize etti

*

Bu yaklaşımın sonucunda, halkın bir bölümü verili resmi ideolojiyi savunma ve sahiplenme noktasında kendilerini bile geçerek çok daha militarist bir çizgiyi takip etmeye başladı….

… ülkemizdeki sistem tüm organlarıyla bir ideali olan herkesi kendisine karşı bir tehlike olarak görüyordu. İster sağ ister sol düşünceye sahip olsun, bu toplumdaki insanları daha iyi yaşatacağım diye kimin kendine ait bir ideali varsa, sistem hemen bunları yasaklamak ve yok etmek yönünde bir iradeye sahipti. 

Dün olduğu gibi bugün de polis ve istihbarat eğitimlerinde devlet için zararlı faaliyet ve eylemler anlatılırken bu grupların hepsinin adı zikredilmektedir.

 

(Hanefi Avcı, Haliç’te Yaşayan Simonlar, 5. b., Ankara: Angora Y., 2010, s. 351, 358-362, 364-366, 372, 387-388.)


RASİM ÖZDENÖREN'İ BÖYLE HATIRLAYACAĞIM



(YILLAR ÖNCESİNDEN BİR YAZI)





RASİM ÖZDENÖREN, DEMOKRASİ VE İSLAMCI PARTİ


Dr. Seyfi Say

 

Rasim Özdenören, 9 Mart 2014 tarihli yazısında, demokratik bir sistemde İslamî/İslamcı parti kurulması konusunu ele almış.

Şayet kişisel bir sorununu ya da İslam’la ilgisiz bir meseleyi tartışmış olsaydı, burada onunla muhatap olmayı düşünmezdim, muhatap olmak istemezdim.

Ancak, dinî bir konuda bir “molla” edasıyla ahkâm kestiğini, “hüküm” verdiğini görüyoruz.

Din, onun “tekel”inde olmadığı, babasından kalmış kişisel mirası sayılamayacağı halde, aynı zamanda bize de ait olan (daha doğrusu bizim de aidiyetimizin bulunduğu) “din”in yorumu konusunda, ehil olmamasına rağmen, yalan yanlış değerlendirmeler yapmakla, bizleri de zor duruma düşürmektedir.

Çünkü, ifadelerinin düzeltilmesi, bir farz-ı kifaye olarak, konuyu bilenleri sorumlu hale getirmektedir.

Bir, Şeyhülislam Mustafa Sabri Efendi gibi ilmi, şahsiyeti ve ahlâkı ile dünyaya örnek olmuş müstesna bir İslâm âliminin değerlendirmelerine bakınız, bir de, İslamî ilimler bakımından bomboş olduğu, edebiyat paralama ve kelime oyunu yapma dışında bir meziyetinin bulunmadığı görülen Rasim Özdenören’in yazdıklarına.

*

Ona cevap vermeden önce, yazısının tamamını okurların dikkatine sunmak istiyorum. (Maalesef ülkemizde yazarların fikir tartışmaları sırasında genelde muhataplarının ifadelerini çarpıttıklarını görüyoruz. Yazılarımın uzaması pahasına, tartıştığım yazıları aynen aktarıyorum ki, okurlar muhataplarımın ve benim ne demek istediğimizi tam anlasınlar ve kimin haklı olduğuna kendileri karar versinler.)

 

İslamdışı düzlemde İslami parti kurmanın mantığı var mı?

İçinde yaşadığımız toplumda İslamî siyasal partiler kurulmak suretiyle İslamî bir hedefe ulaşılabileceğini düşünenlerin bulunduğunu biliyoruz.

Dahası İslamî siyasal partilerin kurulmasının yolunu açmadığı için Demokrat Parti, Adalet Partisi ve ANAP’ın tasfiye edildiği görüşünü savunanlar da var. Bu istikamette reformları gerçekleştirmediği takdirde AK Parti’nin önceki partilerin akıbetine uğrayacağı (yani kapatılacağı veya devirileceği) görüşünü ileri sürenler de bulunmaktadır.

Bu görüşler acaba ne kertede geçerlidir?

Zahiren ve soyut planda doğru gibi duran bu mülahazaların pratikte tekabül ettiği bir gerçeklik var mı, sorusu önem kazanıyor.

Demokrat Parti’nin, Adalet Partisi’nin Anavatan Partisi’nin, hatta bunlara ek olarak Milli Selamet Partisi’nin (ve onun ardından başka adlarla kurulan partilerin) benzer nedenle tasfiye edildiği kolayca kabul edilebilir mi? Tüm bu partilerin paydaş karakterinin farklı dozajlarda muhafazakâr, dahası bazılarının radikal görüşleri benimsemeleri onların ortak paydası olsa da…

Bu partiler aynı zamanda belli bir anayasanın ortak ilkesine bağlı olarak hayat bulmuşlardır. Dolayısıyla bu partilerden ‘beklenen reformu’ gerçekleştirmeleri, üzerine ayak basarak kuruldukları düzenin ilkesine ters düşerdi. Başka bir söyleyişle, isteseler de onlardan ‘beklenen reformu’ gerçekleştirmeleri, kendilerinin de bağlı olduğu ilkeye ters düşerdi. Kaldı ki, reform kelimesiyle ifade edilen bir değişiklik eksik kalırdı; amaçlanan değişiklik belki ancak metamorfoz (başkalaşma) kelimesiyle ifade edilebilecek bir dönüşümü, yani ihtilali tazammun ederdi.

Kurulu düzenin partilerinden İslamî bir dönüşümü beklemek onun yapısal özelliğine aykırıdır. Üzerine ayak basılan zemin eğer demokratik bir ortamı ifade ediyorsa, demokratik bir ortamın iyileştirilmesinden doğacak sonuç ancak demokrasinin iyileştirilmesini sonuçlar. Onun mülahazat hanesine kayıt geçer.

Eğer İslamî bir ortamın oluşturulması amaçlanıyorsa, bu, İslam’ın öngördüğü yöntemle gerçekleştirilebilir. Demokrasinin kolaylıklarından yararlanarak ulaşılabilecek her sonuç demokrasinin mülahazat hanesine bir artı olarak kaydolur. Buradaki inceliğin kavranmasını önemle ve özellikle talep ediyorum.

Kaldı ki, kurulu düzen, diyelim ki, İslamî partilerin kurulmasına izin verdi. Müslümanlar bu izinden istifade etme sadedinde pragmatizme iltifat etmeli mi? İltifat ettiği takdirde oportünizmin ortasına yuvarlanmış olmazlar mı? Öngörülen yöntemin amaçlanmadan doğacak başka sonuçları da ortaya çıkacaktır, çıkar.

Bu ülkede kurulabilecek İslamî partiler, Batı Hristiyan dünyasındaki Hristiyan Demokrat partilere tekabül etmez. Batı’da Hristiyan demokrat partiler, belli bir sınıfın (ruhbanın) partisi olarak hayata geçirilirken, İslam dünyasında ruhban sınıfı olmadığından, reel hayatta bir karşılık bulmaları da söz konusu olmayacaktır. Olsa olsa, hâlihazırdaki komünist partilerin darısına çıkarlar. Yani, binde sıfır bilmem kaç oranında oy almaya hükümlü marjinal parti durumuna düşerler. Bu, bu ülkedeki Müslümanların sayısı ile orantılı bir durumu yansıtmaz, o başka.

İslam’ı, başkalarının lütuf ve ihsanıyla gerçekleştirilebilecek bir hedef olarak hayal etme yerine, onun kendi asal yöntemiyle gerçekleştirilmesini hedef almak İslam’ın ruhuna uygun düşer, diyorum. Ve bu konudaki yöntemin olağanüstü önemine işaret etmekle yetiniyorum.

 

Evet, Özdenören’in ifadeleri böyle..

Gelelim hatalarına.. Çarpıtma ve mugalatalarına..

Birincisi, Özdenören, mevcut sistemi sorgulaması gerekirken, Müslümanları hesaba çekiyor. Böylece, resmî ideolojiyi ve sistemi “tartışma üstü” ya da “tartışma dışı” hale getirirken, müslümanları yargılıyor ve mahkûm ediyor.

Türkiye’de, rejimi olduğu gibi sürdürme hedefi taşıyan “derin” unsurların bütün hedefinin bu olduğunu biliyoruz.

Dolayısıyla, Özdenören’in, tam da derin çevrelerin hoşuna gidecek bir kulvarda yürüdüğünü (moda tabirle) görmezden gelmek gibi bir lüksümüz olamaz.

İfadeleri aynen şöyle:

 

“Bu partiler aynı zamanda belli bir anayasanın ortak ilkesine bağlı olarak hayat bulmuşlardır. Dolayısıyla bu partilerden ‘beklenen reformu’ gerçekleştirmeleri, üzerine ayak basarak kuruldukları düzenin ilkesine ters düşerdi.”

 

Rasim Bey, “belli bir anayasanın ortak ilkesi” dediğin şey nedir senin?.. Bazılarının doğa yasası diye adlandırdığı, Güneş’in hep doğudan doğuşu gibi bir doğal düzenlilik mi?

Sen, “belli bir anayasa” dediğin kurallar manzumesinin adeta yaz-boz tahtası olduğunun farkında değil misin?! Ya tümden, ya da kısmen, sürekli değiştirildiklerini bilmiyor musun?!

Dolayısıyla, “düzenin değişmeyen bir ilkesi” gerçekte yok.

O halde, neden “düzenin ilkesine ters düşme” edebiyatı yapıyorsun?!

Düzenin ilkesi seni neden bu kadar dertlendiriyor?!

*

Mesela Türkiye’de uygulamaya konulan son “demokratikleşme paketleri” ile, “düzenin değiştirilemez, değiştirilmesi teklif dahi edilemez” ilkelerinin bile aşındırıldığının farkında değil misin?

Avrupa Birliği’ne kabul edildiğin zaman, devlet olarak asıl “üstün” bayrağın, hristiyanların bayrağı olmayacak mı?!

Nerde kalacak senin “millî irade”n?!

Dürüst olalım, birbirimizi aldatmaya çalışmayalım, Rasim Bey!

Evet, Rasim Bey sözlerini şöyle sürdürüyor:

 

“Başka bir söyleyişle, isteseler de onlardan ‘beklenen reformu’ gerçekleştirmeleri, kendilerinin de bağlı olduğu ilkeye ters düşerdi.”

 

Böylece, söz konusu ilkeye bağlı olmak, sözü edilen partiler için, bir “veri” haline geliyor.

Anayasalar değişebildiğine göre, bu demokratik sistemlerde, gerçekte, “mutlak” biçimde bağlı olunan ilkeler yok demektir.

Çünkü, bugün “İlkem budur” derken, yarın, parlamentoda parmak hesabıyla, “Artık ilkeyi değiştirdim” diyebiliyorsun.

Bağlı olunan değişmez ilke, sadece İslam’a özgüdür. Allah’ın ve Rasulü’nün koyduğu kesin ilkeler insanlar tarafından değiştirilemez.

Demokrasilerde ise, ilkeler, yönetilenler içindir. Yönetenler, parmak hesabıyla, istedikleri ilkeyi istedikleri sürece benimser, sonra da, birilerinin acıkınca helvadan putlarını oturup yemeleri gibi, o ilkeleri kaldırıp çöpe atarlar, yenilerini benimserler.

*

Bu anlamda, gerçekte demokrasiler, “Ağzımdan çıkan kanundur” rejimleridir.

Demokrasiler, son tahlilde keyfî rejimlerdir.

İlkesizdirler.

Ancak, burada asıl sorun, Özdenören’in, demokrasilerdeki yap-boz ilkelere bağlılığı, sözünü ettiği partiler için, temel bir ilke haline getiriyor oluşudur.

İşte bu, tam anlamıyla bir çarpıtmadır.

Mugalatadır.

Demagojidir.

Tam da derin çevrelerin kabul ettirmek istediği zihniyettir.

Normalde değişebilen, değiştirilebilir nitelikte olması demokrasinin gereği olan ilkeleri, müslümanlar için bile, dinlerine aykırı olup olmadığına bakılmaksızın, mutlaka sadakatle bağlı kalınması gereken ilkeler haline getirmek, nasıl bir derin aklın, derin tefekkürün ürünüdür?

İslamcı düşünür olmak, ya da öyle görünmek, bu mudur, bu mu olmalıdır?!

*

Devam ediyor Özdenören:

 

“Kurulu düzenin partilerinden İslamî bir dönüşümü beklemek onun yapısal özelliğine aykırıdır.”

 

Onun yapısal özelliğinden bize ne ki! Biz, kendi işimize bakarız.

Yani kurulu düzenin yapısal özelliği seni neden bu kadar enterese ediyor Rasim Bey!

Bu ne “kurulu düzen” merakıdır sendeki!

Sen kurulu düzenin “yapısal” bekçisi misin?

Sana, zihniyet düzeyinde “yapısal” bekçilik görevi mi verildi?

Verilmediyse, niye bunu dert ediyorsun?

Varsın, “yapısal özelliğine aykırı” olsun, ne çıkar!

Bize ne ki!..

*

Hem sen neden, aynı yapısal özellik hassasiyetini İslam ve Şeriat sözkonusu olduğunda göstermiyorsun?..

Ayıp olmuyor mu?..

Evet, bunun ardından Rasim Bey, şu “hikmetleri” sıralıyor:

 

“Üzerine ayak basılan zemin eğer demokratik bir ortamı ifade ediyorsa, demokratik bir ortamın iyileştirilmesinden doğacak sonuç ancak demokrasinin iyileştirilmesini sonuçlar. Onun mülahazat hanesine kayıt geçer.”

 

Geçerse geçsin, ne olacak ki!

Mesela, Asr-ı Saadet’te Habeşistan’a, Necaşi’nin ülkesine giden Müslümanların daha rahat bir ortamda yaşamaları, hristiyanî bir ortamın mülahazat hanesine kayıt ediliyordu diye, “Aman böyle olmasın!” demek mi gerekiyordu?

Rasim Bey, yazdıklarını tekrar okuyor, mantıklı mı mantıksız mı diye hiç düşünüyor musun?

Ya da, söylediklerini kulağın duyuyor mu?

Bütün bu ifadelerinin ardından Rasim Bey, demagoji ve mugalata sanatının zirvesine tüy dikiyor:

 

“Eğer İslamî bir ortamın oluşturulması amaçlanıyorsa, bu, İslam’ın öngördüğü yöntemle gerçekleştirilebilir. Demokrasinin kolaylıklarından yararlanarak ulaşılabilecek her sonuç demokrasinin mülahazat hanesine bir artı olarak kaydolur. Buradaki inceliğin kavranmasını önemle ve özellikle talep ediyorum.”

 

Şu “İslam’ın öngördüğü yöntem”den niçin söz etmiyorsun Rasim Bey?

Mesela Peygamber Efendimiz s.a.s., Habeşistan’ın “kolaylıklar”ından yararlanmayı hiç düşünmemeliydi, öyle mi?!

Ya da, Medine’deki ortamın kolaylıklarını elde etmek için Akabe biatlarını hiç yapmamalı, Mekke’de eski usulde devam etmeli, zulüm altında ezilmeliydi; bunu mu demek istiyorsun?!

İslam’ın öngördüğü yöntemi senden mi öğreneceğiz, yoksa Rasulullah s.a.s.’den mi?!

İslam’ın öngördüğü yöntem edebiyatı yapıyor, fakat “Türkiye derinlerinin yöntemi” ile akıl yürütüyor ve yazıyorsun ne yazık ki!

*

Bu kadar mı?.. Hayır!.. Rasim Bey tüy dikmeye devam ediyor:

 

“Kaldı ki, kurulu düzen, diyelim ki, İslamî partilerin kurulmasına izin verdi. Müslümanlar bu izinden istifade etme sadedinde pragmatizme iltifat etmeli mi? İltifat ettiği takdirde oportünizmin ortasına yuvarlanmış olmazlar mı?”

 

İşte bu kadarına pes denir!

Rasim Bey, nedense, müslümanların, kurulu düzenin tesisine izin verdiği İslam dışı partileri kurmalarını, onlara oy vermelerini, desteklemelerini dert etmiyor, bunu pragmatizm ve oportünizm olarak lanetlemiyor, fakat İslamî parti kurulmasından rahatsız.

Asıl pragmatizm ve oportünizmle bir sorunu yok Özdenören’in..

Neden?

Acaba, Türkiye’deki “derin çevreler”, müslümanlardan böylesi bir pragmatizm ve oportünizm istedikleri için mi?

Sen kimler hesabına konuşuyorsun Rasim Bey?

Bence Rasim Bey bu soruyu ciddiye almalı.

*

Evet, Rasim Bey, bir yandan “İslam’ın öngördüğü yöntem” edebiyatı yapıyor, pragmatizm ve oportünizmi lanetliyor, diğer yandan da, “Bu ülkede kurulabilecek İslamî partiler, …, reel hayatta bir karşılık bulmaları da söz konusu olmayacaktır. Olsa olsa, hâlihazırdaki komünist partilerin darısına çıkarlar. Yani, binde sıfır bilmem kaç oranında oy almaya hükümlü marjinal parti durumuna düşerler” diyerek, pragmatizm ve oportünizmin dibini buluyor.

Çünkü, düşünmeden yazıyor.

Daha doğrusu, düşündürtmemek için yazıyor.

Rasim Bey, şayet sen demagoji ve mugalata yapmak yerine hakkı söylemeyi hedef alsaydın, demokratik bir sistemde İslamî/İslamcı partilerin kurulmasının müslümanları en azından itikadî olarak ve psikolojik bakımdan kurtaracağını anlardın.

*

Sorun, Türkiye’de İslamî bir düzenin kurulmasından önce, müslümanların İslamî kimliklerini koruyabilme imkânına sahip olmalarıdır.

Yani ben, yasalar tarafından, inanmadığım bir rejimi sürdürmeye ya da korumaya çalışan bir parti kurmaya zorlanmamalıyım. Ya da, böylesi partilere oy vermek zorunda kalmamalıyım.

İnanmadığım ilkeleri savunmaya ya da savunanlara destek vermeye mecbur bırakılmamalıyım.

Bir müslüman, milletvekili olduğunda, İslam dışı ilkelere bağlılık yemini etmek zorunda olmamalı.

Öncelikli mesele, itikadımızı, şahsiyetimizi, imanımızı, kimliğimizi korumak olmalıdır.

Bunun da asgarî şartlarından biri, bu ülkede İslamî parti kurulmasına izin verilmesi olabilir.

Yani asıl mesele, senin gibi pragmatist ve oportünistlerin (Evet sen, su katılmamış bir pragmatist ve oportünistsin) zannettiği şekilde, iktidar olma meselesi değildir. Şahsiyetini ve kimliğini koruyabilme meselesidir.

Ve sen, bunu anlamaktan, ne kadar uzaksın!



TANRILAŞTIRILMIŞCILARDANLAŞTIRAMADIKLARINIZDAN MILAR?









Mustafa Özcan'ın "Sufi şatahatları, siyasetçi şatahatları" başlıklı yazısında aktardığına göre, Said Alpsoy adlı araştırmacı, Atatürk ile Celal Bayar arasında içki masasında geçen bir konuşmayı ortaya çıkarmış.

Orada Atatürk, Celal Bayar'ın bankacılık alanındaki becerisini övüyor.

İnsanlar, önceki yazılarımızdan birinde geçen hadîs-i şerîfte dile getirildiği gibi, övgüde aşırılık sergileyebiliyorlar.

Resulullah sallallahu aleyhi ve sellem, kendisini ziyarete gelen bir heyetin "Sen bizim efendimizsin" demeleri üzerine, "Efendi Allah'tır. ... Şeytan sizi koşturmasın!" buyurmuştu.

Atatürk, Bayar'a, yüzüklerin efendisi vezninde "Sen bankacılığın efendisisin" mi demiş?

Hayır!

Edeb şişesini taşa çalmış, "Sen bankacılığın Allah'ısın" deme cahilliğini ve hadsizliğini sergilemiş.

Celal Bayar bunun altında kalır mı, o da, "Sen de bizzat Allah'sın!" diye cevap vermiş.

Şeytan bu adamları nasıl da koşturmuş!

*

Atatürk, Türkiye'de tanrılaştırıldı.

Daha dört yıl önce odatv.com, sözümona Atatürk'ün büyüklüğüne dikkat çekmek için Türk milletini küçülten, aşağılayan, rezil kepaze eden bir haber yayınladı.

Haberin başlığı şuydu: 

“Türkler onu bir tanrı gibi sevdi onun tek aşkı ülkesiydi”.

Demek ki, 1935 yılından bu yana Türkiye'de değişen fazla birşey yok.

O yılın 5 Ağustos tarihli Cumhuriyet gazetesi nüshasının sekiz sütuna manşet haber başlığı şöyle:

"Atatürk yarım bir ilahtır, Türkler'in babasıdır."

Türklerin anaları bahsine girmeyelim.

*

Daha önceki yazılarımızın birinde Erdoğan'ın şu sözlerini aktarmıştık:

"Şimdi çıkıyorlar sıkılmadan utanmadan o bize şah damarından daha yakın diyor, bre dangalak, şarlatan Allah ayetinde buyuruyor ben size şah damarınızdan bile yakınım diye. Bu bir şirktir. Bu bir küfürdür. Pensilvanya'yı tanrılaştırıyorsun. FETÖ mensupları sadece ve sadece Pensilvanya'daki şarlatana inanıp ona göre yaşıyor. Dünyaları ile beraber ahiretlerini de yaktıklarının farkında değiller. Kitaplar yazıyormuş, sözde eserleri varmış. Diyanet işleri Başkanı'mıza da söyledim. Bunun sözde eserlerini Din İşleri Kurulu'na verin, bir incelesinler. Bu kitapların içinde bizim dinimizle bağdaşmayan bir çok tanım var. Ondan sonra'da 'FETÖ'nün günah galerisi' diye bir kitap yayınlayın."

Fethullah'ı dövmek kolay..

Turpun büyüğü o değil, turpun demirbaş büyüğü heybede..

Sen Atatürk için de "Bunun Nutuk'unu, laflarını Din İşleri Kurulu'na verin, bir incelesinler" diyebiliyor musun?

Sonra da, "Atatürk'ün Günah Galerisi" diye bir kitap yayınlamalarını isteyebiliyor musun?

Hayır!

Yoksa sen, "Atatürk'ün haşa günahı olabilir mi, tam aksine, neyin günah neyin sevap olduğuna Atatürk karar verir" diye mi inanıyorsun?

Celal Bayar'ın izinden mi gidiyorsun?

*

Hayır, Celal Bayar'ın izinden gittiğini hiçbir zaman söylemedin.

Fakat doğrudan Atatürk'ün izinden gitme iddiasında bulundun.

CHP'yi, İsmet İnönü döneminde Atatürk'ün resimlerini devlet dairelerinden ve paralardan kaldırmakla suçladın.

Sana mı kalmıştı bunun derdine düşmek!.. İsmet'in en büyük günahı bu muydu?!

Ankara'dan İstanbul'a "adalet yürüyüşü" yapan Kılıçdaroğlu'nun atletli fotoğrafını "Atatürk'ün böyle fotoğrafı var mı?!" diye eleştirdin.

Sanki adamın plaj fotoğrafları yokmuş gibi.

Aklınca Atatürk'ün CHP'liler tarafından istismarına engel olmak için onlardan fazla Atatürkçülük yapman mı gerekiyordu?!

Atatürkçülere bunları söylemen farz mıydı, vacip miydi?!

*

CHP'nin ne olduğu ortada..

Onların vird-i zebanı Atatürk..

Bakmayın siz Kılıçdaroğlu'nun helalleşme vaatlerine, teorik olarak güzel, fakat pratikte kayda değer bir kıymeti yok.

Şunu diyemedikçe helalleşme vaatleri çocuk ninnisi olmaktan öteye gitmez:

"Atatürk tabu değildir, o da meziyetleriyle kusurlarıyla bir insandır. İlah değildir. Her insan gibi o da eleştirilebilir. Dinde zorlama olmadığı gibi Atatürkçülükte de zorlama olmamalıdır. Kimse Atatürkçü olmaya, Atatürk ilke ve devrimlerine iman etmeye zorlanmamalıdır. Herkes fikri hür, vicdanı hür olma hakkına sahiptir. Kimse, Atatürk ilke ve inkılaplarına bağlılık şeklindeki rejim kelime-i şehadetini söylemek zorunda bırakılmamalı, bu laik kelime-i şehadeti söylemeyenlerin milletvekili, devlet memuru vs. olma gibi vatandaşlık haklarından mahrum bırakılıp parya haline getirilmesi zulmünden vazgeçilmelidir." 

TBMM kürsüsünde bunlar söylenemedikçe, bu ülkede gerçek bir din ve vicdan hürriyetinden, fikir özgürlüğünden bahsedilemez.

Meclis'te kim söyleyecek bunları?

Temel Karamollaoğlu mu?

Ne gezer, o da Atatürkçülük yarışına girmiş durumda.

Meğer Atatürkçülüklerini açıklamak için Erbakan'ın ölmesini bekliyorlarmış.

*

Allahu Teala şöyle buyuruyor:

De ki: "Ey Kitap ehli! Ancak Allah'a kulluk etmek, O'na bir şeyi eş koşmamak, Allah'ı bırakıp birbirimizi rab olarak benimsememek üzere, bizimle sizin aranızda ortak bir söze gelin". Eğer yüz çevirirlerse: "Bizim müslüman olduğumuza şahid olun" deyin. (Âl-i İmran, 3/64)

Evet, yerli ve milli, Selefîlik düşmanlığını fazilet zanneden "son kale"ci cahil dindar taslakları, Ehl-i Kitab'a "Biz bütün inançlara saygı duyuyoruz" deme, şirke ve küfre saygı duyma dalaletini bırakıp, onları tevhide davet etmelidirler.

Bu arada Atatürkçüleri de unutmamalıdırlar.

Onlara şöyle seslenmelidirler:

"Ey ehl-i ulus, ey vatan ehli! Ancak Allah'a kulluk etmek, O'na Atatürk'ü veya bir başkasını eş koşmamak, Allah'ı bırakıp aramızdan birilerini tanrılaştırmamak üzere, bizimle sizin aranızda ortak bir söze gelin. Allah'ın ayetlerini bırakıp Atatürk'ün sözlerine gökten inmiş, değiştirilemez, değiştirilmesi teklif dahi edilemez kutsal söz muamelesi yapmayalım."

Evet, ey milli ve yerli zatlar, Atatürkçülere böyle seslenin.

Yüz çevirirlerse de, "Bizim müslüman olduğumuza şahit olun!" deyin.

*

Zor mu geldi?

O zaman, bari İslamcılığı (Şeriatçılığı) dövmek için "İslamcı değilim, müslümanım" diyerek Atatürkçülerden aferin alma yarışına girmekten utanın!

İnanın, biraz dürüstlük ve samimiyet size de iyi gelecektir.


SELANİKLİ MUSTAFA ATATÜRK’ÜN VAHİDEDDİN'E GİZLİ İHANETİ

  UĞUR MUMCU'NUN DİLİNDEN KARABEKİR-ATATÜRK KAVGASI – 38   Önceki bölümlerde, Selanikli Mustafa Atatürk’ün mütareke döneminde 13 Kasım ...