"DEĞER"SİZ LİDER KULLARI, VATANDAŞLAR, VE KÖPEKLER

 











Türk medyasının saldırgan ve ağzı bozuk tipi Fatih Altaylı, mezuniyet töreninde kılıç sallayanlar için “Bir orduya yeni katılacak askerlerin, anayasaya ve o ülkenin kurucu değerlerine bağlılıklarını ilan etmelerinden rahatsızlık duyanlar ancak köpektir” şeklinde konuşmuş.

Bundan rahatsız olan ve rahatsızlıklarını dışa vuranlar hayli fazla.. Gazeteci geçinen bu saldırgan tip büyük bir kitleye resmen hakaret etmiş durumda..

Köpek gibi havlamış.

Buna hakkı yok..

Şöyle söyleyelim:

İstiklal Marşı’nda “Bu ezanlar ki şehadetleri dinin temeli / Ebedî yurdumun üstünde benim inlemeli” deniliyor.

Bundan hareketle birileri çıkıp sokaklarda vakitli vakitsiz ezan okuma etkinlikleri düzenleseler ve başka birileri de bundan rahatsızlık duyduklarını ifade etseler, bu rahatsızlıklarını dile getirenlere önüne gelenin “Köpekleeer” diye bağırmaları makul karşılanabilir mi?

Ezandan rahatsızlık duyanlar köpektir” diye konuşmaları kabul edilebilir mi?

*

Böyle bir durumda rahatsızlık duyulan şey ezan değildir, usulsüzlüktür, lüzumsuz, arsız ve şirret gösterişçiliktir.

Memleket gâvur işgaline uğrasa, sen de onlara karşı böyle bir eylem yapsan bu anlaşılabilir.. Fakat ülke minarelerinde ezanlar gürül gürül okunurken böyle birşeye kalkışırsan insanlar ezandan değil fakat senin görgüsüz ve küstah gösterişçiliğinden rahatsız olurlar.

(Altaylı soytarısının lafını kendilerinin Twitter'daki paylaşımından kopyalayıp yapıştırmıştık.. Daha sonra paylaşımlarında "kurucu değerler" yerine "kurucu lider" tabirini kullanmaya başladıklarını gördük. Yaş tahtaya bastıklarını anlamışlar. Ekip halinde hareket edip "organize" çalışıyorlar.. Kurucu lider dedikleri Selanikli aynı zamanda yıkıcı lider.. Osmanlı İmparatorluğu'nu, ümmetin hilafet kurumunu, İsmet İnönü'nün itiraf ettiği gibi işgalci düşman İngilizler'in desteğiyle yıktı.)

*

Birilerinin tutup bu şekilde millete kılıç sallayıp artistlik yapmalarından, gösterişçilik sanatında aşılması imkânsız bir rekor kırmalarından rahatsız olunması tabiîdir.

Yasalara bağlılık öyle kılıç sallayıp artistlik sergilemek, millete gösteriş yapmakla olmuyor..

O, görevinin başındayken belli olur.

Havlayan çokbilmiş gazeteci müsveddesinin “kurucu değer” lafına gelelim.

Kendisini çok zeki zannediyor ya, aklınca “kurucu değer” diyerek meseleyi çarpıttığında herkese sövüp sayma ayrıcalığı kazanacağını zannediyor angut.

Dangalak, açık verdiğinin farkında değil.

Bu ülkenin (devletin) kurucu değeri İslam’dı.. Şeriat’tı.

Bu, 1921 Anayasası’nda açık bir şekilde vurgulanıyordu.. Yasaların Şeriat’e uygun olması hükmü vardı.

Yine, 1924 Anayasası’nda da, “Devletin dini, Din-i İslam’dır” hükmü bir kurucu değer olarak yer almaktaydı.

İstiklal Marşı’ndaki ifadeler, kurucu değerlerin de, düşmanların da neler olduğunu ortaya koyuyor.

Sonradan birileri bu kurucu değerlere savaş açtılar.

Kurucu değerlere bağlılık göstermediler.. Tam aksine ihanet ettiler.

Kurucu değerlerden rahatsızlık duydular.

Kurucu değerlere ihanet edilmesine karşı çıkanları, Batı’dan aldıkları ithal değersizlikler hesabına “yok edilmesi gereken düşman” ilan ettiler.

Böylesi kurucu değer hainlerinin yanlış yaptıklarını söylüyoruz.. Fakat Fatih Altaylı buna razı değil..

Onlar ancak köpektir” diye konuşuyor.

Onlara köpek dememizi istiyor.

*

Bununla birlikte, kurucu değerlere ihanet edenler, kendilerini köpek olarak görmüyorlardı.

Tam aksine, eli kalem tutan çenebaz adamlarına “Osmanlı’da halk kuldu, kurucu değerleri ayaklar altına alan yeni rejim onları vatandaş haline getirdi” yollu edebiyat yaptırdılar.

Öyle miydi, bir bakalım..

Önce “kul” kelimesi üzerinde durmak gerekiyor.

Kul, “köle, hizmetçi” anlamına gelir.. Nitekim “kul-lan-ma” kelimesi bu “hizmet” durumuna işaret eder.

Emir kulu” tabiri de bunu ifade ediyor: Cansız, ruhsuz, bilinçsiz ve vicdansız bir robot gibi, verilen emir/komut doğrultusunda hizmette bulunma.

Arapça’da “kul”un karşılığı “abd”dır.. Abd da aynı şekilde “hizmetçi, köle” (birinin hizmetinde olan) demektir. (Aynı kökten türeyen “ibadet” de kelime manası itibariyle “kul oluş, kul olma, kulluk yapma” anlamına geliyor.)

Mesela Abdülmuttalib ismi “Muttalib’in kölesi” anlamına gelir.. Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem’in dedesinin amcası Muttalib, yeğeni Şeybe’yi Medine’den alıp Mekke’ye getirdiğinde insanlar onu Muttalib’in kölesi zannedip böyle anmışlardı.. Sonra adı böyle kaldı, aslında ismi Şeybe’dir.

(Kelimenin Farsçası "bende".. Tevazu olsun diye başkalarının karşısında kendisinden "bendeniz" diye söz edenler, muhataplarına "Ben kölenizim/kulunuzum/hizmetçinizim" demiş oluyorlar.. İnsanlara "efendim" diye hitap edenler de dolaylı olarak kendilerinin karşısındakinin "kulu, kölesi, hizmetçisi" olduğunu tevazuan ifade etmiş oluyorlar. Merhum Abdurreşid İbrahim Âlem-i İslam adlı hatıratında, bu dalkavukça mübalağalı tevazu gösterişçiliğinin Türkler'e İranlılar'dan geçmiş bir lüzumsuzluk olduğunu söylüyor. Bu lüzumsuzluk, Osmanlı devlet geleneğinin ve İstanbul'un kibarlık budalalığının ayrılmaz bir parçası haline gelmişti. Nitekim Samsun'a çıktıktan sonra Erzurum'a giden Selanikli Mustafa Atatürk, oradan Padişah Vahideddin'e gönderdiği 10-15 satırlık telgrafta tam beş defa "kul, köle" anlamına gelen farklı kelimeleri kullanmış bulunuyordu.) 

Türkiye’de kul kelimesini kullanmaya meraklı birileri, Osmanlı döneminde kul olan insanların Cumhuriyet’le birlikte vatandaş haline geldiklerini ileri sürüyorlar.

Ancak, Anayasa’da “değiştirilemez, değiştirilmesi teklif dahi edilemez” maddelerin bulunması ve (Tanrı’nın iradesinden bahsedercesine) “kurucu irade”den söz edilmesi, bu “kul”luk ve “vatandaş”lık meselelerinin zannedildiği kadar basit olmadığını gösteriyor.

*

Türkiye’de ne zaman bir anayasa değişikliği konusu gündeme gelse, birilerinin bir “kurucu irade” ya da “kurucu iktidar” lafına sarıldığını görüyoruz.

Bir devletin anayasasını yapma veya değiştirme, başka bir ifadeyle o devletin temel siyasal yapısını belirleme iktidarına, anayasa hukuku literatüründe “kurucu iktidar” veya “kuruculuk fonksiyonu” adı verilir.

Bazıları da bunu “kurucu irade” diye ifade ediyor.

Anayasa hukuku literatüründe kurucu iktidarın iki değişik durumda ortaya çıkabildiği ve buna uygun olarak iki tür kurucu iktidarın söz konusu olduğu belirtilmektedir: 

“Aslî kurucu iktidar” ve “tâlî (ikincil/türevsel) kurucu iktidar”.

*

Aslî kurucu iktidar, bir devletin anayasasının tümden yapılması veya yeniden yapılması sürecini ifade ediyor.

Bu durum, çoğu zaman, bir ülkenin bağımsızlığına yeni kavuşması ya da anayasal düzenin kesintiye uğraması nedeniyle bir hukuk boşluğunun oluşması hâlinde söz konusu oluyor.

Anayasal düzenin kesintiye uğramasına neden olun durumlar ise ihtilal, hükûmet darbesi, iç savaş, bölünme, yabancı işgali gibi hususlar..

Böylesi kaos ve kriz durumlarında anayasa yapımında izlenecek belirli yöntemler mevcut olmadığından, fiilî iktidarı elinde bulunduran sosyal gücün, bir aslî kurucu organ üretmesi söz konusu oluyor.

Ancak bu, “aslî kurucu iktidar”ın, mutlaka anayasal düzende bir kesintinin olması hâlinde ortaya çıkması gerektiği anlamına gelmez.

Bir ülkenin, ihtiyaçlar gerektirdiği takdirde tümüyle yeni bir anayasa yapması her zaman mümkündür.

Aksini iddia etmek, yeni bir anayasanın ancak zor kullanımını içeren kesintiler sonucunda yapılabileceği anlamına gelir.

Bu da, hukuk karşısında hukuksuzluğa ve haksızlığa üstünlük tanımak olur.  

Halkın iradesine karşı mütegallibenin ve gâsıpların iradesine öncelik vermek demek olur.

*

Aslî kurucu iktidarın ayırt edici özelliği olarak, onun ortaya çıkış biçimi değil, yeni anayasayı meydana getirirken herhangi bir pozitif (fiilen var olan) hukuk normu ile bağlı olmaması gösteriliyor.

Bu anlamda aslî kurucu iktidar sınırsız ve hukuk dışı bir vakıa olarak kabul ediliyor.

Çünkü aslî kurucu iktidar olgusu hukuk çerçevesi dışında ortaya çıkmakta, hukukun bir gereği olarak meydana gelmemekte, bunun hukukla açıklanması mümkün olmamaktadır.

Bu iktidarın sınırsızlığı da sosyolojik değil, hukukîdir.

Sosyolojik anlamda her aslî kurucu iktidar, toplumun temel siyasal değerleri ve inançlarıyla, toplumun o andaki siyasal güç dengesi gibi sosyolojik etkenlerle sınırlanır.

Ancak aslî kurucu iktidarı hukukî anlamda sınırlayan, daha önceden konulmuş bir pozitif (yürürlükte olan) hukuk normu yoktur. 

Hukuk dışıdır ve hukukî anlamda sınırsızdır.

*

“Tâlî kurucu iktidar” ise bundan çok farklı olarak, bir ülkenin anayasasının, o anayasada belirlenmiş usullere uyulmak suretiyle değiştirilmesi durumunda söz konusu oluyor.

Evet, tâlî kurucu iktidar, hukuk çerçevesi içinde ortaya çıkan birşey.

Aslî kurucu iktidardan farklı olarak, hukuk dışında ortaya çıkan birşey değil.

Ancak, laik demokrasiler açısından olaya bakıldığında, demokratik ilkeler aslî kurucu iktidarın tek ve aslî sahibinin halk olmasını zorunlu kıldığına göre, yetkisini halktan alan bir tâlî kurucu iktidarın, (hukuka aykırı olarak darbe gibi yöntemlerle, halk iradesini yok ederek ortaya çıkmış olan) aslî kurucu iktidarın anayasa değişikliği konusunda koymuş olduğu kurallara mutlaka bağlı kalmasını istemek, şeklen hukuka uygun görünse bile, gerçekte hukuku katletmek anlamına gelir.

*

Eğer “aslî kurucu iktidar”ın hukuk dışı nitelikteki anayasa yapma faaliyeti bir süre sonra meşrû ve hukuka uygun kabul edilebiliyorsa, yani burada işin başlangıcı ve yöntemi değil de sonuç önemliyse, “tâlî kurucu iktidar”ın anayasayı değiştirme faaliyetinin de sonucuna bakmak gerekir.

Hazırlanan yeni anayasa halkın tasvibini almışsa, zaten, “aslî kurucu iktidar”ın eylemi kadar meşrû ve hukuka uygun bir tasarrufta bulunulmuş demektir. Hatta bu tasarruf, hukuka, “aslî kurucu iktidar”ın fiilinden daha fazla uygundur, çünkü “tâlî kurucu iktidar”, demokrasilerin esas aldığı halk tarafından seçilmiştir, halkın iradesini yansıtmaktadır; darbeyle, halk iradesine son vererek gelmemiştir.

Böylesi bir durumda tutup millet iradesini temsil eden tâlî kurucu iktidara karşı aslî kurucu iktidara sadakat fedailiği yapmak, laik hukuku şeklen savunmak gibi görünse bile, gerçekte onu çiğnemektir.

Burası, laik, yani insan ürünü anayasa teorisinin içinden çıkamadığı, tutarlılık ve mantıklılık bakımından iflas ettiği noktalardan birini oluşturmaktadır.

*

Kurucu irade lafını kullanmak, “Kurucuların tanrısal iradesi yanında bizim irademiz solda sıfırdır, i’rabda mahalli yoktur, esamisi okunmaz” demek anlamına geliyor.

Cumhuriyet güya halkı kul (köle) ve reaya (güdülenler) olmaktan çıkarmış, vatandaş yapmış.

Hayır, bu vatandaşlık, Atatürkistlerin savunduğu şekliyle, insanları puta tapan iradesiz varlıklar haline getirme anlamına gelmektedir.

Kurucu irade dedikleri iradeye tanıdıkları ayrıcalık ve üstünlük, onu bir tanrı (rab) haline getirip tapmaktan ibarettir. (Merhum Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır hocanın Hak Dini Kur'an Dili tefsirinde Tevbe Suresi’nin 31’inci ayetini açıklarken belirttiği gibi, Batı’da Hristiyanlar tarafından rab edinilen ruhban sınıfının yerini laikleşmeyle birlikte parlamenterler/milletvekilleri aldı.)

İmdi, diyelim ki sen, Suriye’de yaşayan bir müslümansın, Esed ailesi gibi kurucuların iradesini “değiştirilemez, değiştirilmesi teklif dahi edilemez” esas kabul etmek zorunda mısın?!

Bunu kabul ettiğin zaman, sana irade sahibi bir insan denilebilir mi?

Yoksa, kendini insanlıktan düşürüp, düşüncesiz ve iradesiz bir koyun yaptığını mı kabul etmek gerekir?

Filistinlisin, Gazze’desin, İsrail’in kurucu iradesini tartışamaz mısın?!

Onu Tanrı iradesiymiş gibi onaylamak zorunda mısın?!

*

Olaya böyle bakılırsa, Osmanlı’ya da hiç itirazda bulunmamak gerekir.

Çünkü, Osman Bey döneminde devleti kuran 400 çadırlık aşiretin de bir “kurucu iradesi” vardı.. O kurucu irade, Osmanlı Devleti’ne şekil verdi.

Osman Gazi neye karar verdiyse, aşiretin tamamının tasvibi ve muvafakatı ile yaptı.

Üstelik o, Selanikli Mustafa Atatürk’ün cumhuriyetin kuruluşu sırasında yaptığı entrika, hile ve katakullilerin benzerlerini sergilemekten uzak durdu.

Halkına yalan söylemedi, takiyye yapmadı, olduğu gibi göründü.

Zamana ve zemine göre konuşmadı.. Her zaman doğru bildiğini söyledi.

 

ATATÜRKİST/KEMALİST AHLÂKSIZLIK İLE FETÖ’CÜ SAHTEKÂRLIK BİRBİRİYLE YARIŞIYOR

 

















Selanikli Ali Rıza ile Zübeyde’nin ölmüş oğlu Mustafa Kemal’in soyunu sopunu tartışanlar var.

Kimisi “Kökeni, kendilerini üstün ırk kabul eden Yahudilere dayanıyordu; sabetayisttir, dönmelerdendir” diyor, kimisi sarı saç mavi gözüyle iftihar edip “Kökeninde Arnavutluk, Slavlık ‘asalet’i var” iddiasında bulunuyor.  

Kimisi Karaman kökenli Türkmen, Türk oğlu Türk olduğunu yazıyor..

Kimisi Malatyalı halis muhlis Türk yapıyor.

Bilmiyorum.. Önemli de değil..

Senin soyunun sopunun bir önemi yok, senin ne olduğun, ne yaptığın önemli.

*

Ancak, Selanikli Mustafa kardeşimizin kendisine tutup Ata-türk soyadını almış olması büyük bir haddini bilmezlik.

Türkoğlu olmak sana şeref olarak yetmiyor mu?!

Neden alay eder gibi kendini Türkler’in atası ilan ediyor, bu milletin mezarlardaki atalarının cümlesinin kemiklerini sızlatıyorsun?

Sen Satuk Buğra Han’ın, Selçuk Bey’in, Tuğrul Bey’in, Oğuz Han’ın, Sultan Alparslan’ın, Kürşad’ın, Bilge Kağan’ın, Fatih Sultan Mehmed’in, Yavuz Sultan Selim’in atası mısın?!

Atatürk soyadını almanda, zımnen, “Hepinizin ninesiyle tanışıyorum” imasının bulunduğunu anlamana yetecek zekâ sende yok mu?

Veya var da, bize el hareketi mi çekiyorsun?

Tamam şerefyab olmak, onurlanmak, kendinde bir asalet görmek istiyorsun.. Buna düşkünsün.. Anladık, fakat bunu, bütün bir milleti aşağılama anlamına gelen bir empati fukaralığı, nobranlık, haddini bilmezlik, bencillik, kibir, tekebbür ve hodbinlikle, yaşlısı genci, alimi cahili, şehidi gazisi, paşası neferiyle bütün bir milleti çocuk yerine koyarak mı yapmak zorundasın?!

Böyle bir garabet dünyanın neresinde görülmüş?!

Bu millete çocuğun muamelesi yapmaya ne hakkın var?!

Tevekkeli değil “Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı” diye bir icat çıkarmış.

Çocukların çocukça egemenliği.. Babalarının (daha doğrusu babalık taslayan ağalarının) nezareti ve gözetimi altında egemenlik.

Babalık heveslisi, çocuk yerine koyduğu millete bir de çocuk işi bayram bahşetmiş.

*

Selanikli Mustafa’nın kendi nineleriyle tanışmış olmasından mutluluk duyacaklar olabilir.. Ama herkes bunu içine sindiremez.

Kimsenin kimseye atalık, babalık taslamaya hakkı yoktur.

Türkiye’deki Kemalistler/Atatürkistler de, Selanikli gibi haddini bilmez bir topluluk.

Şöyle konuşuyorlar: “Atatürk olmasaydı babanızın kim olduğunu bilemeyecektiniz.”

Bu kafaya göre, şu anda Batı Trakya’da, Makedonya’da, Bulgaristan’da, Kırım’da vs. yaşayan Türkler’in babası belli değil.

Bir tane de Balkan göçmeni çıkıp bu Kemalistlere “Sizin ağzınızdan çıkanı kulağınız duyuyor mu? Lan biz Yunan, Bulgar, Makedon, Sırp, Rus çocuğu muyuz laaan?” diye itiraz etmiyor..

Yok!.. Ses yok, tıs yok.. Pişmiş kelle gibi sırıtıyorlar.

Hatta bunların belki Kemalist olanları da "Atatürk olmasaydı babanız..." diyerek aynı koroya katılıyor.

Vatana bakıyorsun, herkesin babası olduğunu iddia eden biri var.. Tutmuş kendisine Atatürk soyadını almış. 

*

Bazılarının bir “devlet aklı”ndan söz ettiğini görüyoruz.

Türkiye’de devlet akılsızlığı var, aklı yoktur. Varsa da biraz kıttır.

Mesela Selanikli Mustafa Atatürk’ün laflarını alın.. Osmanlı’yı Türk milletine zulmetmiş olmakla suçluyor ve Kemalist devletçiler de hemen tasdik ediyorlar.

Fakat Ermeniler, Rumlar vs. çıkıp “Osmanlı bize zulmetti” dedikleri zaman, “Hayır, bizim atalarımız hiç kimseye zulmetmemiştir” diye konuşuyorlar.

Hani Osmanlı zalimdi?! Tu kakaydı?!

İşte Türkiye’deki devlet aklı böyle birşey..

Akılsızlıktan az birazcık hallice.

*

Türkiye’deki bu devlet akılsızlığı hiçbir suçunu ve hatasını kabul etmez.

Mesela 12 Eylül dönemindeki Diyarbakır Hapishanesi’ni alalım.

O dönemde “Devletin yanlış işleri var.. Diyarbakır Hapishanesi’nde akıl almaz zulümler yapılıyor” diyen biri çıksa, devlete iftira atma, tahkir etme, halkı devlete karşı kışkırtma vs. gibi suçlamalarla tutuklanır, perişan edilirdi.

Dolayısıyla kimseden ses çıkmıyordu.

Yıllar sonra gazetelerde çarşaf çarşaf işkence rezaletleri yayınlandı, kitaplar yazıldı, hatıratlar neşredildi, devlet erkânı da “Türkiye’ye artık hukuk ve demokrasi geldi, işkenceli günleri geride bıraktık” vs. türünden açıklamalar yaptılar.

Benzer şeyler 1990’lı yıllardaki faili meçhuller için de söylendi.

Başta inkâr edildi, sonra kabul edildi.

2000’li yıllar için de aynı şey geçerli..

Meşhur MİT’çi (Ki babası da MİT’çiydi) Mehmet Eymür, 2000’li yıllarda MİT’in başının altından çıkmış bazı gariplikleri atin.org adlı sitesinde yayınlamıştı.

*

Bugünümüze gelelim..

FETÖ’cü olmakla suçlanıp tutuklanan birçok kişiye akıl almaz işkenceler yapıldığı iddia ediliyor.

Bazı tutuklulara tecavüz edildiği, kadınların hamile kaldığı vs. söyleniyor, yazılıp çiziliyor.

Devletluların sicilini ve sabıka kaydını bilmesek, “Kesin iftiradır, Türkiye bir hukuk devletidir, Türk devleti adildir, geleneği olan köklü devlettir, gecekondu devlet değildir, devlet vakarına sahiptir, bunlar olabilemez” diyeceğiz.

Fakat diyemiyoruz.. Görkemli geçmişi buna izin vermiyor.

Şunu biliyoruz: Bugünün devletluları bu iddiaların gerçek dışı olduğunu söyleyeceklerdir.

Gerçek dışı olabilir mi?.. Olabilir, mümkündür.

Gerçek olabilir mi?.. O da olabilir, mümkündür..

Çünkü geçmişte de böyleydi.. İnkâr ediliyor, sonradan gerçek olduğu kabak gibi ortaya çıkıyordu.

*

İmdi, eğer bu iddialar gerçekse, mevcut iktidar, başta Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan olmak üzere bütün yetkililer suç ortağıdır.

Bu dünyada değilse de ahirette, kendileri tecavüz etmiş gibi ceza görürler.

İşte “kul hakkı” denilen şey budur.

Kâfir bile olsa mazlumun duasına perde yoktur.. Korkmak gerekir.

Adam idamı hak ediyorsa idam da edersin, fakat idamının yanı sıra ona hakaret etmeye, işkence yapmaya, tecavüz etmeye hakkın yoktur.

Hukuk (Ki gerçek hukuku/hakları Şeriat belirler) ne diyorsa onu yaparsın, onun ötesinde birşey yapamazsın.

Yaparsan, zalimsin.. Zalimin önde gidenisin.

*

Eğer dersen “Türk devletinin memurları böyle şeyler yapmaz”..

O zaman şunu derim: Her melaneti işlemekle (kumpasçılıkla, şantajcılıkla, darbecilikle, kasetçilikle, cinayetle vs.) suçladığınız FETÖ’cüler asker, polis, hakim, savcı, MİT’çi, öğretmen vs. değiller miydi?!

Türk devletinin memurları değiller miydi?!.

Demek ki Türk devletinin memurları arasından her melaneti işleyebilenler çıkabileceğini kabul ediyorsunuz.

FETÖ ile ilgili iddialarınız böyle düşündüğünüzün kanıtı. 

O halde, benzer melanetlerin şu anda da yapılıyor olması mümkün.. Olmayacak şey değil.

Dünkülere her istediklerini verip şımartmışsanız, bugünkülere de her istediklerini veriyor olabilirsiniz.

*

Gelelim FETÖ’cülere (Fetullahçı Takiyye Örgütü mensuplarına)..

Bu FETÖ’cülerde (onları temsilen konuşanlarda) bir Şeriatçılık, Şeriat hassasiyeti göremiyoruz.

Varsa yoksa dertleri demokrasi, insan hakları, laiklik, Batı’nın ezber mavalları..

İslam’da Yahudi ve Hristiyanlar’ın beğenmediği ne varsa onları bir şekilde Siyasal İslam ya da İslamcılık diyerek lanetleme derdindeler.

Türkiye laik (siyasal dinsiz) bir devlet olduğu, AK Parti de son tahlilde Kemalist/Atatürkist bir parti olarak politika ürettiği halde (Ki Türkiye Cumhuriyeti Anayasası ve Siyasal Partiler Yasası çerçevesinde faaliyet gösteren, İslamcı olmadığını sürekli vurgulayan bir parti), bunu görmezden ve bilmezden gelerek suçu Siyasal İslam’a (kısaca İslam’a) yüklüyor, AK Parti’yi Siyasal İslamcı ilan ediyorlar.

Necmettin Erbakan “Milli Görüş” vs. diyerek bir “kuş dili” icat etmişti.. AK Parti ve lideri Erdoğan öyle değil..

Buna rağmen FETÖ’cüler, AK Parti’yi İslamcı gibi göstererek, onun üzerinden, dolaylı olarak İslam’a kin kusuyorlar.

Böylece yeni efendileri Batılılara “Bakın biz de sizin kadar değilse de az birazcık İslam düşmanıyız” mesajını vermek istemiyorlarsa, bu salağa yatma ve milleti salak yerine koyma numarasını niçin sürdürüyorlar?

Çağdaş uygarlık düzeyi meraklısı Batıcı ve laik Kemalizmle bir dertleri yok gibi görünüyor.

Devletin laikliğini, Kemalistliğini, Batıcılığını sorun yaptıklarını görmüyoruz.

Kıyamet alâmeti şaşkın bir topluluk durumundalar.

Sadakatleri Yahudi ve Hristiyanlar’a, gâvura, fakat yardımı Allahu Teala’dan bekliyorlar.


DÜZELTME VE ÖZÜR

  "Sen Utanmazlığın ve Karaktersizliğin Resmini Yapabilir misin Abidin?" başlıklı yazımız şu satırlarla başlıyordu:  MİT’i (Milli ...