İslam, Hakk'a tabi olmayı ve teslimiyeti emreder, demokrasi ise
Hakk'ın yerine halkı koyar.. Bu yüzden "kökten şirkçilik"tir.
Mesele bu kadar basittir.
Evet, vahiy kaynaklı olan İslam, beşerin (son tahlilde) heva ve
hevesinin ürünü olan demokrasi ile bağdaşmaz.
Bağdaşması için ya İslam'ın içinin boşaltılması ve demokrasinin
arzusu doğrultusunda güncellenmesi ya da demokrasinin "halk"la
bağının kopartılıp "vahy"e göre yeniden tanımlanması gerekir.
O zaman da demokrasi, demokrasi olmaktan çıkar.
Güncellenerek demokrasiye uydurulan İslam'ın İslam olmaktan çıkması gibi.
*
Demokrasi, laiklik, halkçılık, milliyetçilik, devrimcilik,
cumhuriyetçilik, devletçilik, ülkücülük, toplumculuk
(sosyalizm), Atatürkçülük/Kemalizm/Atatürkizm vs. gibi fikir,
proje, tasavvur, tasarım, ideoloji ve kavramlar konusunda hiçbir zaman fikir
birliğine varılamaz.
İşte, Engels’in Eduard Bernstein’a yazdığı mektubunda belirttiği
şekilde, Marx’ın, (kendisine ait görüşleri çarpıtarak savunduğunu
düşündüğü) Lafargue’a “Kesin olan birşey varsa, o da benim bir Marksist
olmadığımdır” demek zorunda kalmış olmasının nedeni budur.
İşte bu yüzden, “Hangi Sol?”, “Hangi Batı?”, “Hangi
Atatürk?” vs. türünden başlıklar taşıyan kitaplar yazılmaktadır.
*
Evet, Marx’ın Marksist olmadığı doğrudur, çünkü Marx da
dahil olmak üzere her insan sürekli fikir değiştirir.. Bir söylediği çok kere
diğerini tutmaz, ayrıca fikirlerini muhkem bir şekilde ifade etmeyi
beceremediği için farklı şekillerde anlaşılmasına ve yorumlanmasına engel
olamaz.. Bazen kendisi de söylediği şeyin ne anlama geldiğini tam bilmez.
Öyle ki, bir yıl önceki Marx’la bir yıl sonraki Marx az
veya çok farklı düşünür.. Bir yıl önce ne yazdığını ya da söylediğini kısmen
unutur.
Bu, hepimiz için böyledir.
“Ve Rabbinin sözleri doğruluk (sıdk) ve adâlet
(adl) üzere tamamlandı. O'nun sözlerini değiştirebilecek bir kimse
yoktur! O, herşeyi işiten, herşeyi bilendir.” (En’âm, 6/115)
*
Velhasıl, demokrasi gibi kavramlar konusunda hiçbir zaman fikir
birliğine varılamaz.
Bunun en az iki nedeni bulunmaktadır.
Birincisi, bu tür kavramlarla anlamlandırılmaya ve anlaşılmaya çalışılan
olgu ve süreçler, zaman ve mekân, diğer bir deyişle tarih ve coğrafya
boyutlarına bağlı olarak büyük değişiklik gösterirler.
Dinamiktirler.
İkincisi, bunlar insan düşüncesinin ürünü oldukları ve dogma (mutlak
hakikat) niteliği taşımadıkları için, aynı zaman ve mekânda bile farklı
anlaşılmaya ve yorumlanmaya açıktır.
Böyle olunca, demokrasi gibi kavram ve kurumların, üzerinde herkesçe
ittifak edilen statik ve stabil bir teorik çerçeve ve uygulama
biçimini bulmak mümkün değildir.
Kesin sınırlarını çizmek, düşünceyi sınırlandırmak olur,
bu da söz konusu kurumların varlık nedenine ve hareket noktası kabul ettikleri
temel (kurucu) ilkeye aykırıdır.
*
Chalmers’ın belirttiği gibi, önermeler ve onları şekillendiren
kavramlar, “kendilerini şekillendiren teorinin dili kesin ve bilgi
verici olduğu ölçüde kesin ve bilgi verici” olabilir:
“... Mesela Newtoncu kütle
kavramının, demokrasi kavramından diyelim, daha kesin bir
anlama sahip bulunduğunda uzlaşılacağını düşünüyorum; ilkinin anlamının
nisbeten kesin olmasının nedeni, kavramın kesin, planlı bir teoride özgül ve
iyi-belirlenmiş bir rol oynamasındandır. Aksine ‘demokrasi’ kavramının
yeraldığı teoriler, dile düşmüş şekilde bulanık ve çeşit çeşittir.”
(Alain
Chalmers, Bilim Dedikleri, çev. Hüsamettin Arslan, İstanbul
1990, s. 138.)
Nitekim demokrasi kavramının içeriği zaman içinde aşama aşama
değişip “genişlemiştir”.
Sosyalist gelenek demokrasiyi “halk gücü” (populer power)
anlamında yorumlar ve halkın ekseriyetinin çıkarlarına öncelik verilmesini
isterken, liberal gelenek demokrasiyi, “temsilcilerin açık seçimlerle
belirlenmesi ve görüş belirtme hürriyeti gibi haklara sahip olunması” olarak
görmektedir. (Bkz. Keywords, ed. Raymond Williams, 2nd ed,
Glasgow 1976, s. 85.)
Yani tanımlar birbirini tutmamaktadır.
Tutamaz.
*
Bu belirsizlik, muğlaklık, esneklik ve “boş”luk, teorik
açıdan beşerî ideoloji ve dünya görüşlerinin en zayıf yanı olmakla birlikte,
pratikte onların gücünün kaynağı durumundadır.
Çünkü böylece, kendilerine yöneltilen bütün öldürücü ve susturucu
darbeleri savuşturma, “Tamam ama bu kavram şöyle de anlaşılabilir ve
yorumlanabilir” diyerek minderden kaçma imkânına sahip olmaktadırlar.
Dolayısıyla bu tür görüş, teori ve tezler, (Popper’ın
tabiriyle) “yanlışlanabilir” olmaktan çıkmaktadır.
Yani doğruluklarını sınama, test etme, ve şayet yanlışsa yanlış
olduğunu gösterme imkânı bulunmamaktadır.
Bu da onları (yine Popper’ın yaklaşımı çerçevesinde) “bilimsel
(aklî) düşünce”nin konusu olmaktan çıkarmaktadır.
Bundan dolayı, gerçekte, demokrasi ve laiklik gibi düşünce
akımlarını savunanlarla akla, mantığa ve bilimsel yönteme dayalı bir tartışmayı
sürdürmek mümkün değildir.
*
Evet, İslam, demokrasi ile asla bağdaşmaz.. Bağdaşamaz.
İslam hak-hukuk meselesi sözkonusu olduğunda parmak hesabı
ile alınan kararları geçerli kabul etmez ve sadece bu nedenle bile
modern demokratik devletlerden daha özgürlükçü olduğundan şüphe
edilemez.
İslam, herkesi her konuda eşit kabul etmediğini daha baştan açıkça
ve dürüst bir şekilde ilan eder, ‘dolambaçlı’ yollarla eşitsizliği
eşitlikmiş gibi göstermeye çalışmaz.
Çünkü İslam’a göre, herkesin her konuda eşit muamele görmesi “adalet”le
bağdaşmaz, zulümdür.
Mesela mahkemelerde görülen davalarda yalancılık ve
iftiracılığı tescil edilmiş kişilerin şahitliği ile dürüstlük
ve güvenilirliği ile tanınan kişilerin şahitliği eşit değere sahip
olamaz.. Seçmen olmak ve yöneticileri seçmek de en az şahitlik kadar ciddi bir
iştir..
İslam'a göre yöneticiyi ehlü’l-hal ve’l-akd seçer.. (Bu, bazı
demokrasilerde devlet başkanını parlamentoların seçmesine benzese de ondan
farklıdır.. Çünkü ehlü'l-hal ve'l-akdi halk belirlemez.. Ehlü'l-hal
ve'l-akd için ehlü’l-ictihâd tabiri de
kullanılmıştır.)
Burada ilke, “eşitlik” değil “adalet”tir.
*
Nitekim hukuk felsefecileri eşitlik ile adalet arasında kimi zaman
çelişki ortaya çıkabildiğini, böylesi durumlarda adaletin önceliğinin bulunduğunu
belirtmektedirler.
Konuyla ilgili olarak Prof. Dr. Aral şunu söyler:
“... herkese eşit
olanın verilmesi, herkesin eşit bir işleme tabi tutulması, bazı durumlarda
bizzat eşitliğin bozulması sonucunu doğurur. Nitekim, her
çocuğa eşit miktarda ve aynı türden yemek veren anne değil, büyük çocuğa
küçüğüne oranla daha çok ve daha başka türden yiyecek veren anne adaletli görülecektir...”
(Vecdi Aral, Hukuk
Felsefesinin Temel Sorunları, 2. b., İstanbul 1992, s. 131.)
Mutlak bir eşitlik düşüncesi, haklı ile haksızı, iyi ile kötüyü,
ehliyetli ile ehliyetsizi, liyakati olanla olmayanı, masum ile suçluyu,
yetenekli ile yeteneksizi, bilgili ile bilgisizi, dürüst ile sahtekârı aynı
kefeye koyar.
Doğal olarak bu, adaletsizliğin en aldatıcı
biçimidir; çünkü kendisini adalet kılığında sunmaktadır.
O nedenle, günümüz demokrasi düşüncesinin büyük ölçüde adaletsizlik
ve dayatmacılık olarak tezahür etmesini yadırgamamak gerekir.
Daha kötüsü, demokrat olduklarını düşünenler, Baudrillard’ın ifade
ettiği gibi, başkalarını demokrat olmaya zorlama hakkını kendilerinde
görerek, eşitlik düşüncesini de bir tarafa bırakabilmektedirler.
*
Öte yandan, çoğunluğa verilen önem de, adaletle bağdaşmaz. Çünkü
haksızların çoğunlukta olması, haklıları haksız hale getirmez.
Bu nedenle İslam, çoğunluğa önem vermez.
Nitekim Allah Teala c.c. şöyle buyurur:
“Yeryüzündekilerin
çoğuna uyarsan onlar seni Allah yolundan saptırırlar.” (En’âm, 6/16.)
“Yoksa onların
çoğunu söz dinler ve akıllanır mı sanıyorsun? Onlar ancak davarlar
gibidir. Belki yol bakımından onlardan daha da sapıktırlar.” (Furkân,
25/44-46.)
(Çünkü davarlar, ‘akıl’ sahibi olmadıkları için
mazurdur. Buna karşılık, kendisine akıl bahşedilmiş olan insan, o aklı
bahşedeni bırakıp da sürü psikolojisiyle başka canlı ve
nesnelere itaat arz etmekle davardan daha aşağı duruma düşmektedir.)
*
İnsanlar arasında, yönetime katılma ve kural koyma bakımından
(azlık ya da çokluk olmalarına bakılmaksızın) eşitlik vardır, üstün
olan ancak Allahu Teala’dır ve bütün insanlar Allah’ın hükümleri
karşısında eşittir.
Demokrasi dedikleri palavra ise “Herkes eşittir, fakat
çoğunlukta olanlar daha eşittir” bile demiyor, “Sadece çoğunlukta
olanlar eşittir” diyor.
Azınlıkta kalanları (yeterli oy alamayanları) yok sayıyor.
Ve onlara, "Sesinizi kesin, çoğunlukta olanların kararlarına,
yanlış ve haksız bile olsa uyun" diyor.
*
Demokrasi terazisinde ağır basanların meşruiyet noktasından
referansları, (kendi bireysel ve grupsal çıkarlarını, heva ve heveslerini bir
yana bırakarak, bu noktada kendilerini azınlıkta kalanlarla eşit görerek)
Hakk'a itaat ve hakkı savunma misyonuyla hareket etmeleri oluşturmuyor,
meşruiyet ölçütleri kendilerinin çoğunlukta olmalarından ibaret.
Yani iddialarını aynı zamanda delil gibi gösteriyor ve
ispat yükümlülüğünden kurtuluyorlar..
Bir başka ifadeyle, davacı olarak boy gösterdikleri davanın,
tanıklığına itiraz edilemeyen şahidi, hatta hakimi/yargıcı durumundalar.