Prof. Mahmut Erol Kılıç’ın TDV
İslâm Ansiklopedisi’nin “İbnü’l-Arabî, Muhyiddin” maddesinde yer
alan ifadeleri üzerinde duruyorduk.
İbn Arabî sözde daha 15-16 yaşlarında keşf
yoluyla herşeyi öğrenmiş, hatta İbn Rüşd’ün bütün bildiklerine vakıf
olmuş, onun “Senin keşif ve
feyz-i ilâhîde bulduğun şey mantığın (nazar) bize verdiği şey midir?”
şeklindeki sorusuna cevap verecek hale gelmiş.
Ve de verdiği evetli ve
hayırlı saçmasapan cevabıyla İbn Rüşd’ün sararıp solmasına, titremesine,
neredeyse 50 yaş yaşlanmasına neden olmuş.
Ancak, M. Erol Kılıç’ın
laflarının devamı, İbn Arabî’nin o yaşlarda bomboş bir cahil çocuk olduğunu
ortaya koyuyor:
“On sekiz
yaşında iken Lahmî’den
kırâat-i seb‘a, aşere ve takrîb öğrenimi gördü. Lahmî’den ayrıca İbn Şüreyh’in el-Kâfî’sini,
Abdurrahman b. Abdullah es-Süheylî’den de bazı hadis kitaplarının yanı sıra İbn Hişâm’ın es-Sîre’sinin
şerhi olan er-Ravżü’l-ünüf isimli
kitabını okudu. Kadı İbn Zerkūn’un derslerine uzun bir süre devam edip icâzet
aldı (kendisi, bütün hocalarının ve okuduğu kitapların listesini el-İcâze adlı eserinin başında saymıştır [s.
23-32]). Bu suretle zâhirî ilimlerde yeterli
derecede eğitim aldıktan sonra mânevî ilimlerde derinleşmek üzere halvet ve
murakabeye daha fazla yönelen İbnü’l-Arabî, 580 (1184) yılında
seyrüsülûkünün henüz başında iken bazı tasavvufî makamlara ulaştı (el-Fütûḥât, II, 425). Başlangıçta kendisine dertlerini
açacağı hiçbir rehberi olmadığını söyleyen İbnü’l-Arabî sonraları gerek zâhir
gerekse bâtın ehli birçok üstattan istifade etmiş; büyük bir kadirşinaslık
örneği olarak kendilerinden faydalandığı 300’ü aşkın kişinin mânevî hallerine
ve hikmetli sözlerine yeri geldikçe el-Fütûḥât, Kitâbü’l-Ḳuṭb, Dürretü’l-fâḫire ve Rûḥu’l-ḳuds gibi eserlerinde isimlerini de
vererek temas etmiştir. İlk mürşidinin adını Ebü’l-Abbas
el-Uryebî olarak verir.”
İlk mürşidi Ebu’l-Abbas
el-Uryebî diye biriymiş.. Hani sen daha büluğ çağında keşf ü keramet
sahibi olmuş, herşeyi bilir hale gelmiştin, ne oldu, niye mürşid eteğine
yapışıyorsun?
Üstelik, bunu terbiye için
bir mürşid de kâfi gelmemiş.. Ebu’l-Abbas onun ilk mürşidi.. Turpun
büyükleri geride..
Görüldüğü gibi, sözleri
birbirini çürüten saçmasapan palavralar durumunda.
*
İbn Arabî’deki Plotinus
ve İhvan-ı Safa mirası gözönüne alındığında, gençliğini felsefe
kitapları okuyarak geçirdiğini varsayabiliriz.. Onlardan arakladığı
saçmalıkları keşf diye pazarlamış.
Kelam ve tasavvuf
kitaplarını da okumuş ve bunları çorba gibi birbirine karıştırmış.
Böylece ortaya, hâl olma
iddiasındaki bir “kâl tasavvufu” ucubesi çıkmış.
Okumuş olduğunu “itiraf”
ettiği kitaplara gelelim.. İbn Şüreyh’in el-Kâfî’sinin
tam adı el-Kâfî fi’l-ḳırâʾâti’s-sebʿ… Adının da gösterdiği gibi Kur’an’ın
okunuşuyla ilgili.
Bunun yanısıra “bazı”
hadîs kitaplarını okumuş.. Hangileri, belli değil.
İbn Hişâm’ın es-Sîre’sinin şerhi olan er-Ravżü’l-ünüf ise
dört ciltlik (Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem’in hayatına dair)
bir İslam tarihi kitabı.
Böylece zâhirî
ilimlerde yeterli derecede eğitim aldıktan sonra mânevî ilimlerde
derinleşmek üzere halvet ve murakabeye daha fazla yönelmişmiş.
Zahirî ilimlere dair başka
birşey okumamış mı?!
*
Ancak, İbn Rüşd’le görüşmesiyle ilgili
masalına göre, onun zahirî ilimleri öğrenmek için kollarını
sıvazlamasına gerek yoktu, keşf sayesinde zaten biliyordu.
Palavra kostümünün dikişleri böylece
patlıyor, caaart diye sökülüyor..
Evet, desteksiz keşf masalı böylece buharlaşıyor.. Manevî
ilimlerde henüz derinleşememiş ki tekrar halvet ve murakabeye yönelmiş.
Daha sonra, ne hikmetse halvet ve
murakabeyi de bırakmış, Cezîretülhadrâ
(Algeciras), Sebte (Ceuta), Fas, Tilimsân, Tunus, İşbîliye, tekrar Fas,
Gırnata, Kurtuba ve Merakeş gibi
beldelerde dolaşmış..
35 yaşında hacca gitmiş,
tekrar Kuzey Afrika’ya dönmüş, Bicaye ve Tunus’a uğramış, ertesi yıl yine hacca
gitmek üzere yola çıkmış, Mısır ve Kudüs’e de uğramış..
*
Oraları “keşf” jetiyle
dolaşsa “eyiymiş” ama illa da dünya gözüyle görmek istemiş.
Aldığı eğitim ve keşfi
fazla birşey kazandırmamış olacak ki, ikinci hac yolculuğu sırasında Filistin’de
Halîl kasabasına İbrâhim Camii’nin imamı Zâhir el-İsfahânî’den Hakîm
et-Tirmizî’nin eserlerini okumuş (“Çok hızlı” okumuş, o anlaşılıyor).
İbn Rüşd’ü hayran bırakan keşfiyatı para etmemiş olacak ki Mekke’de de “ders halkalarına devam” etmiş, o arada Şerîf Cemâleddin Efendi’den Hâce Abdullah-ı Herevî’nin Derecâtü’t-tâʾibîn adlı kitabını okumuş.
Ayrıca
vatandaşın birine Gazzâlî’nin İḥyâʾü ʿulûmi’d-dîn’ini
okutmuş (Anlaşılan “Bir arkadaşla oturup beraber okuduk” demek işine gelmiyor).
*
Bunları anlatan Mahmut
Erol Kılıç, “Yirmi üç yılda tamamlanan el-Fütûḥâtü’l-Mekkiyye ilk
defa burada kendisine ilham edilmeye başlandı” diyor.
Okurken ve okuturken
hızlı, fakat yazarken yavaş..
Çok yavaş.
M. Erol Kılıç şöyle diyor:
“İbnü’l-Arabî,
bu kitapta yazdıklarının hepsinin ya Kâbe’yi tavaf ederken veya murakabe için
Harem-i şerif’te oturduğu esnada Allah’ın kendisine açmış olduğu şeyler
olduğunu (el-Fütûḥât, I, 10) ve ilk önce kendisine
bunların okutulduğunu (a.g.e., I, 239), ardından “rabbânî ilkā ve
ilâhî imlâ” ile satıra geçirildiğini söyler (a.g.e., II, 456; III,
504).”
İlka, “koyma, bırakma,
yerleştirme” anlamına geliyor.. İmla ise, “yazdırmak, dikte etmek” demek. (Bu
meseleye aşağıda tekrar döneceğiz.)
*
Müflis keşf şampiyonumuz Mekke’de iki buçuk yıl kalıyor, ardından
Bağdat’a gidiyor. Oradan Musul’a geçiyor, burada bir yıl kadar kalıyor.
1206 senesinde ise (yaş
41) Urfa, Diyarbekir, Sivas üzerinden Malatya’ya geliyor. Oradan Konya’ya
geçiyor. Ardından Halep, Kudüs ve Mısır üzerinden Mekke’ye gidiyor. Sonra da
Bağdat üzerinden Konya’ya dönüyor. Sonra Halep ve Sivas’a gidiyor ve 1218
senesinde (yaş 52) Malatya’ya yerleşiyor.
Ve dostu Mecdüddin
İshak’ın ölümü üzerine onun dul kalan hanımıyla evleniyor.
Daha sonra (günümüzde
Suriye’nin başkenti olup Şam diye adlandırdığımız) Dımaşk’a yerleşiyor.
*
M. E. Kılıç şunu diyor:
“Dımaşk’a
yerleştikten sonra kendisine vâki olan mübeşşiratta [müjdeleyici keşfiyatta],
Hz. Peygamber’in elinde bir kitapla zuhur ederek, “Bu elimdeki, hikmetlerin
yuvalarını (fusûsü’l-hikem) gösteren bir kitaptır, bunu al ve
faydalanacak kimselere açıkla” dediğini nakleden İbnü’l-Arabî, bu işaret
üzerine Fuṣûṣü’l-ḥikem’i
627 (1230) yılında burada telif etti. Daha sonra zamanının büyük bir
kısmını el-Fütûḥâtü’l-Mekkiyye’yi gözden
geçirmeye ve yeniden yazmaya ayırdı. İlk nüsha üzerine birçok ilâve ve
tashih ihtiva eden bu ikinci nüshayı vefatından bir yıl kadar önce
tamamladı.”
Böylece, (Kur’an’ın
23 yılda nazil olmasına nazire gibi ortaya atılan) 23 senede yazılma iddiasının
bir palavra olduğu ortaya çıkıyor. (Nitekim dangalak şarlatan altın ve gümüş kerpiç zırvalarıyla Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem ile boy ölçüşmeye kalkışmış durumda.)
Kılıç’ın söylediğine göre, Mekke’ye Eylül 1202’de gitmiş, orada iki buçuk yıl kalmış, ve yirmi üç yılda tamamlanan el-Fütûḥâtü’l-Mekkiyye ilk defa burada kendisine “ilham” edilmeye başlanmış. (Öyle ya, Hz. Peygamber s.a.s.'in vahyi varsa bu şarlatanın da ilhamı var!)
Adam serapa keşf ve
ilham.. Aksırsa ilham, tıksırsa keşf oluyor.
*
Mekke’deki iki buçuk
yıllık ikametinin sonu olan 1205 yılı başlarını başlangıç kabul edelim.. Yazma
işinin 1227’de tamamlanmış olması gerekiyor. (Kamerî 23 yıl Güneş takviminde 22
yıl 2 aya karşılık gelir.) Oysa yazma işinin tamamlanması, İbn Arabî’inin
ölümünden bir yıl öncesine (1239 yılına) kadar uzamış.
Fuṣûṣü’l-ḥikem’i 1230 yılında yazmış ve bundan sonraki
zamanının (ömrünün ölmeden önceki son on yılının) büyük kısmını el-Fütûḥâtü’l-Mekkiyye’yi gözden geçirmeye
ve yeniden yazmaya ayırmış.
Demek oluyor ki yazma işi
34 (Kamerî takvime göre 35) yıl sürmüş.
*
Fakat asıl sorun başka..
Sözde, yazmış olduğu
laflar Allah’ın kendisine açmış olduğu şeylerdi ve kendisine ilk
önce “okutulmuş”tu, ardından da “rabbânî ilkā ve ilâhî imlâ” ile kendisi
tarafından satıra geçirilmişti.
Öyleydiyse, nasıl oluyor
da gözden geçiriyor ve de “yeniden” yazıyorsun, tashih (düzeltme) yapıyorsun?
Rabbanî ilka ve imla hatalıydı
da sen kendi aklınla onları mı düzeltiyorsun?
*
“Artık vay o kimselerin
hâline ki, kitâbı elleriyle yazarlar da, sonra onu az bir bedele satabilmek için ’Bu, Allah tarafındandır!’ derler. İşte ellerinin
yazdıkları yüzünden onların vay hâline! Kazanmakta olduklarından dolayı da vay
onlara!” (Bakara, 2/79)