“Vahdet-i Vücutçuluk: Sufîlik Değil,
Sofistlik (Sofizm, Safsata)” başlıklı yazımızda Prof. Ömer Türker’in “Osmanlı Dönemi Vahdet-i Vücud
Tartışmaları İçin Bir Başlangıç: Seyyid Şerif
el-Cürcani'nin Vahdet-i Vücud Yorumu” başlıklı makalesi üzerinde durmuştuk.
Ömer Türker’in aktardığına göre, Seyyid Şerif Cürcanî, vahdet-i vücutçuların görüşlerini özetlerken
şunu diyor:
“Aklın
tavrının [ötesinde] bir tavır daha vardır ki ona ancak keşfi
müşahedelerle ulaşılır, aklî münazaralarla ulaşılmaz.”
Vahdet-i vücutçulara göre durum buymuş.
Peki nedir o “tavır”? Neye yarıyormuş?
*
Şuna yarıyormuş:
“Biz bu tavırda [keşfi müşahedelerle ulaşılan,
aklî münazaralarla ulaşılmayan tavırda] kavradık ki, Zorunlu'nun [Tanrı'nın]
aynı [kendisi] olan varlığın hakikati ne tümeldir ne tikeldir [ne]
geneldir ne özeldir, aksine bütün kayıtlardan [azade biçimde] mutlaktır hatta mutlaklık kaydından dahi arınmıştır.”
Evet, söylenen bu.
Ancak, bu söylenen şey, bir “akıl
yürütme”den ibaret.
Buna (akıl dışı) keşf etiketi yapıştırmak hokkabazlıktan başka birşey değil.
*
Vahdet-i vücutçular, keşf
sayesinde ulaştıklarını söyledikleri bu bilginin “varlığın (Allah’ın) hakikati”ne
karşılık geldiğini iddia ediyorlar.
Fakat keşfleri bu noktada durmuyor;
birşeyi daha keşfetmişler:
“O hakikat [Zorunlu'nun aynı/kendisi olan varlığın (Tanrı'nın) hakikati], mümkün [varlığı ne zorunlu ne de muhal olan] mahiyetlerde ve varlıkla nitelenen kevnî mazharlarda [yaratılan şeylerde] tecelli ve zuhur etmiştir.”
“Yaratılan şeylerde Allahu Teala’nın ‘Ol!’
emri ve takdiri tecellî etmiştir” deseler ortada mesele kalmayacak, fakat
yok, illa da keşf meşf filan diye (kendi sözde üstün zekâ ve
maneviyatlarının malı) bilmecemsi ukalalıklar sergileyip artistlik yapmaları
gerekiyor.
Allahu Teala'nın ‘Ol!’ emri neyine yetmiyor, dangalak?!
*
Bunun (tasavvufî anlamda) bir keşf değil,
bir akıl yürütmeye (filozofluk taslayıp akıl yürüterek metafizik
teori icat etmeye) karşılık geldiği açık.
Sen diyelim ki 50 yaşında bir adamsın,
senden önce yaratılan mahlukatın (mazharların) yaratılışına (mesela meleklerin, İblis'in ve cinlerin yaratılışına) ve o esnada onlarda
“Zorunlu Varlığın (Allah’ın) hakikati”nin tecellî ettiğine “keşfî müşahede” ile
şahit mi oldun?!
Senden önce yaşanmış şeyler hakkında
bir keşfin olamaz, olsa olsa “haberin” olur, ya da akıl
yürüterek çıkarımlarda bulunursun.
Yaşadığın anda mevcut olan ya da
meydana gelen mazharların da (yaratılanların da) hepsine keşfen muttalî olman
mümkün değil, onlar için de ancak akıl yürütebilirsin.
Bu noktada Kur’an-ı Kerîm’in
dehşetli tokadı vahdet-i vücutçuların ahmak suratlarında bomba gibi patlıyor:
“Ben onları ne göklerin ve yerin
yaratılışına, ne de kendilerinin yaratılışına şahit tuttum. Sapıklığa götürenleri yardımcı edinmiş de değilim.” (Kehf, 18/51)
*
Buradaki bir başka sorun şu:
"Zorunlu'nun [Tanrı'nın] aynı [kendisi] olan varlığın hakikati ne tümeldir ne tikeldir [ne] geneldir ne özeldir, aksine bütün kayıtlardan [azade biçimde] mutlaktır hatta mutlaklık kaydından dahi arınmıştır” ise, o hakikatin [Zorunlu'nun aynı/kendisi olan varlığın (Tanrı'nın) hakikatinin], mümkün [varlığı ne zorunlu ne de muhal olan] mahiyetlerde ve varlıkla nitelenen kevnî mazharlarda [yaratılan şeylerde] tecelli ve zuhurunun da ne tümel (küllî), ne tikel (cüz'î), ne genel, ne özel olması gerekir.
Mutlak olmalı, yani herhangi bir kayıtla kayıtlanmamalıdır.
Bu durumda hem söz konusu "hakikat"in hem de o hakikatin tecelli ve zuhurunun keşf konusu olması mümkün olmayacaktır.. Keşf edilen birşey, en azından keşfle mukayyed hale gelmiş olur.
Bundan çıkan sonuç, söz konusu keşf iddiasının palavra olmasından ibarettir.. Varsayalım ki gerçekten bir keşf söz konusu, o takdirde de, keşflerinin hatalı olduğu sonucu çıkar. Yaptıkları şey, Hindistan'ı keşfediyorum derken Amerika'yı keşfetmek gibi birşey olur.
İşin aslı şu: Ortada bir keşf falan yok, Eski Yunan metafiziğinin peşine takılmış bir ukala gevezelik, irfanfuruşluk var.
*
Vahdet-i vücutçuların keşf meşf hikâyeleri
dinsel dolandırıcılık mavallarından başka birşey değil.
Şeyhülislam Mustafa Sabri Efendi’nin Mevkıfu’l-Akl’da belirttiği gibi, ortada batıl bir felsefî zırva, bir hodperestlik ve ukalalık var.
Şeyhülislam şöyle diyor:
“Sofiyye-i Vücûdiyye erbabı (Vahdet-i
Vücudçu tasavvuf ehli), Allah hakkındaki re’ylerini (görüşlerini), felasife (felsefeciler) re’yine bina etmişler, ulema-yı Ehl-i Sünnet ve Cemaat
mezhebinden uzaklaşmışlardır.”
(Şeyhulislâm Mustafa Sabri Efendi, Şeyhulislâm
Mustafa Sabri Efendi’nin Mısır Ulemâsıyla İlmî Münâkaşaları, C. 1, çev. İbrahim
Sabri, haz. Osman Erdem, İstanbul: Gül Neşriyat, 2005, s. 185, n. 138. Bu eser,
Şeyhülislam’ın Mevkıfu’l-Akl adlı 4 ciltlik kitabının birinci
cildinin tercümesidir.)
*
Vahdet-i vücutçular hakkında
hüsnüzanda bulunanlar, onların belirli bir “hâl” (psikolojik durum) yaşadıklarını,
o halet-i ruhiye içinde böylesi bir düşünceye kapıldıklarını
söylüyorlar.
Böylece, vahdet-i vücutçuların keşf
hikâyesini onların “hâl”i olarak görmüş oluyorlar.
Durum buysa, bu keşfin bir kıymeti yok, herkes kendi hâlinin kâşifidir.
Ancak hâl, sadece insanın kendi
durumuna karşılık gelir. Bilincini kaybetmeyip kendi halinin farkında olmak, başkaları hakkında hüküm vermeyi sağlayabilecek bir haslet değildir.
Kendi hâlinizi başkası için de geçerli
gördüğünüzde cahilce bir akıl yürütmede bulunup genelleme yapmış
olursunuz.
Vardığınız kanaat, en iyi ihtimalle, akıl yürütmeye dayalı bir tahmin ve zan olabilir.
Mesela sizin açlık hissetmeniz bir
hâldir, fakat bu, herkesin aç olması anlamına gelmez.. Mutluluk, elem, coşku,
hüzün, sevinç vs. gibi hâller için de aynı durum geçerlidir.
Veya gözlerinizi kaybedip kör olduğunuzu farzedelim; bu, herkesin sizin gibi kör olması ya da bütün evrenin karanlığa gömülmesi anlamına gelmez.
*
Vahdet-i vücutçuların cehaleti (ya da kabahati) daha büyük, çünkü kendi “hâl”lerinden bile değil, Zorunlu Varlık’ın (Allahu Teala’nın) hâlinden haber veriyorlar.
Adamlar peygamberlerden bile üstün,
peygamberler bilgi edinmek için vahye muhtaçken bunlar vahiyden bile müstağnî..
Vahye ihtiyaç duymayan keşfleri herşeyi delip geçiyor, haşa Allahu Teala’ya kadar ulaşıyor.
Allah'ın "hakikat"inin eşyadaki (şeylerdeki) tecellîsine (akıllarını kullanmaksızın) keşfle muttalî olduklarını iddia ediyorlar.
Haddini bilmezliğe keşf adını
veriyorlar.
*
Keşf kavramı üzerinde durmakta fayda var.
Aslında öyle önemsenecek birşey değil.
TDV İslâm Ansiklopedisi için “Keşf” maddesini kaleme alan Prof. Süleyman Uludağ
bu konuda söylenenleri derleyip özetlemiş.
Keşf kelimesinin Kur’an’da,
türevleriyle birlikte, “sıkıntıyı kaldırmak ve çaresizliği sona erdirmek”
mânasında kullanıldığını belirtiyor.
Tasavvuf ehli, keşf
kelimesinin yanısıra aynı kökten türeyen mükâşefe kelimesini de kullanmışlar.
Uludağ şöyle diyor:
“Sûfîlerin
uyku ile uyanıklık arasında sâlikin gördüğü şeye mükâşefe yahut sebât ve vâkıa
dediklerini bildiren Kuşeyrî’ye göre mükâşefe Allah’ı zikreden sâlikin galebe
halinde kalbinde zuhur eden şeydir (er-Risâle, I, 393).”
*
Uludağ şunu da diyor:
“Gazzâlî, el-Münḳıẕ’da aklın yetersiz kaldığı metafizik bazı
gerçeklerin keşf ile bilineceğini, bu yolla bir velînin meleği görebileceğini
ve sesini işitebileceğini söyler.”
Burada aklın yetersizliği değil, duyu
organlarının yetersizliği var.. Akıldan göz gibi bir organa dönüşmesi
beklenemez.
Keşf buysa, çok önemli birşey değil..
Önce Hz. İbrahim a. s.’ın yanına gelip sonra Hz. Lut a. s.’ın yanına giden melekleri sapık kâfirler de görmüşlerdi.
Aynı şekilde Harut
ve Marut adlı melekleri de herkes görebiliyordu.
Bütün insanlar kör olsa, göz
sadece Allah’ın seçilmiş kullarına verilmiş olsaydı ve böylece yıldızları
sadece onlar görebilseydi, bu bakış açısına göre, onlar için “keşf ehli” denilecekti.
Ancak, kâinatı (yaratılanları) tanıma
bakımından göz sahibi olmakla olmamak arasında bir fark varsa da, Allahu Teala’yı
tanıma bakımından bunun bir önemi yoktur.
*
Bazı tasavvufçuların aşırılaştırıp sapıklık noktasına kadar vardırdıkları keşf anlayışı yeni birşey de değil.
Kökü Eski Yunan'a uzanıyor. Uludağ’dan dinleyelim:
“Doğulu
düşünürlerin, Aristo dışındaki eski Yunan filozoflarının hikmet anlayışı da
keşfe dayanır. Maddî unsurlardan soyutlanan kâmil nefisler üzerine aklî
nurlar parıldar. Mükâşefe, aklî bir hususun düşünce ve isteğe ihtiyaç
göstermeden birdenbire ortaya çıkmasıdır. Mükâşefenin verdiği bilgi hiçbir
şüpheye sebebiyet vermeyecek şekilde kesindir (Mecmûʿa-i Muṣannefât-i Şeyḫ-i İşrâḳ, II, 36, 162, 298).”
Keramet ve istidac kabilinden durumlara da keşf denilmiştir. Uludağ şöyle
diyor:
“Ankaravî, sûrî ve mânevî keşfi anlattıktan
sonra kalpteki [başkalarının kalbindeki] his ve fikirleri bilme, kabir
hallerini haber verme ve kaybolmuş kişiler ve eşya hakkında konuşma gibi
hususlara ilişkin keşfe kâmil velîlerin iltifat etmediğini, bu tür şeyleri
riyâzet ehli [dünyadan elini eteğini çekip çok az yiyip içen, dünyevî hazları
terkeden] rahiplerin de bildiğini söyler (Minhâcü’l-fukarâ, s. 253).”
Bu tür keşfler, Allahu Teala’yı bilip
tanıma (marifetullah) bakımından bir önem taşımaz.
Ancak, böylesi dünyevî hususlarda keşfperestlik
yapanlar, vahdet-i vücutçular gibi Allahu Teala hakkında keşfperestlik yapan
herzevekillere göre daha zararsızdırlar.
Bir defa, bunların keşfleri (Popper gibi konuşmak gerekirse) “yanlışlanabilir” nitelikte.. Sözkonusu herzevekillerin keşfiyatı ise test edilemez ve “yanlışlanamaz” evsafta..
Akıl ve izana aykırılık umurlarında değil, çünkü daha baştan aklı bu konuda yetersiz ilan
ediyorlar.
*
Uludağ, İbn Haldun’un konuyla ilgili
görüşlerini ise şöyle özetliyor:
“İbn
Haldûn’a göre duyulardan oluşan perde riyâzet, halvet ve zikirle yavaş
yavaş açılır, böylece keşf hali gerçekleşir. Keşf ile varlığın hakikati idrak
edilir ve birçok olay meydana gelmeden önce bilinebilir. Velîler,
himmetleri ve nefislerinde var olan kuvvetle varlıklar üzerinde tasarruf eder,
eşya da onların iradelerine boyun eğer. Fakat kâmil velîler keşf ve tasarruf
haline iltifat etmez, bu yolla bir şeyin hakikatini haber vermezler. Çünkü bu
onların görevi değildir. Kâmiller, kendilerinde böyle bir şey zuhur etse bunu
bir sınama sayıp Allah’a sığınırlar. İbn Haldûn, keşfin sağlıklı
ve geçerli olması için sûfîlerin takvâya ve istikamete dayanmayı
şart koştuklarını ifade ettikten sonra riyâzet ehli sihirbazların da
keşf yoluyla bazı şeyleri haber verdiklerine dikkat çeker (Şifâʾü’s-sâʾil, s. 30-39; Muḳaddime, s. 422, 1100-1113) ve perdenin kalkması, kalp
gözünün açılması [keşfe ulaşma] maksadıyla riyâzet yapmayı sakıncalı bulur.”
İnsanların himmetleri ve
nefislerinde var olan kuvvetle birtakım varlıklar üzerinde tasarrufta bulunmaları durumu
sadece velîler için değil, herkes için söz konusudur.
Mesela çiftçilik ve hayvancılık,
hayvanlar ve bitkiler üzerinde tasarrufta bulunma anlamına geliyor.
Tasarruf her zaman el ile
olmaz.. Havlayarak size doğru koşan azgın bir köpekten korktuğunuzda, o köpek
sizin üzerinizde manen tasarrufta bulunmuş, sizi etkilemiş olur.
Aynı durum büyücülerin
büyüleri için de geçerlidir.. Bu da bir tasarruftur.
*
İbn Teymiyye’nin konuyla
ilgili görüşlerine gelince.. Uludağ şunları söylüyor:
“Takıyyüddin
İbn Teymiyye hârikulâde hallerin bir kısmının fiilî olduğunu ve bunlara keramet
denildiğini, diğer kısmının bilgiyle ilgili olduğunu söyler. Ona göre
bir kimsenin başkalarının işitmediği bir sesi işitmesi, görmediği şeyi görmesi,
bilmediği şeyleri firâset ve ilham yoluyla bilmesi gibi olaylar bilgiyle
alâkalı hârikulâde hallerdir. Bunlara keşf denildiğini, Kur’an’da
ve Sünnet’te keşfin örnekleri bulunduğunu söyleyen İbn Teymiyye, keşfin
dinî veya mubah olan dünyevî bir fayda temin ederse nimet, harama vesile
olursa günah olacağına dikkat çeker. Ona göre bir velînin keşf yoluyla
gayba vâkıf olmaması onun Allah katındaki mertebesinin yüce oluşuna
engel teşkil etmez. Hatta bu durum onun hakkında daha faydalı olabilir. Keşfin
aklî, hissî, nazarî, zarurî çeşitleri üzerinde duran İbn Teymiyye bunların bir
kısmının kesin, bir kısmının zannî bilgi verdiğini kaydetmiştir (Mecmûʿatü’r-resâʾil, V, 154-226). Ancak Gazzâlî’nin vahiy, te’vil ve
keşf ilişkisiyle ilgili görüşünü (yk.bk.) aktarırken bu tür iddiaların bilgiye
konu olan şeylerde Resûlullah’ın duyurduğu haberlerin istifade edilecek bir
yanı bulunmadığı, zira her insanın kazandığı müşâhede, nur ve mükâşefe
sayesinde bunları idrak etmesinin mümkün olduğu gibi aşırı bir noktaya
vardırılabileceğini ifade etmektedir (Derʾü teʿârużi’l-ʿaḳl ve’n-naḳl, V, 348). İslâm âlimlerinin büyük çoğunluğu
gibi İbn Teymiyye de keşfi temelden reddetmemekte, aklî bilgiler gibi keşfî
bilgilerin de Resûlullah’ın haber verdikleriyle uyuşması şartıyla doğru
bilgiler olduğunu belirtmektedir. Hatta buna Kur’an’dan
deliller göstermekte, bu ölçüye uymadığı halde aklî burhanlar veya ilâhî
müşâhedeler olarak ileri sürülen görüşleri ise fâsid hayaller ve bâtıl
vehimler şeklinde nitelemektedir (a.g.e., V, 350, 356-357)”
Evet, keşf diye ortaya atılan bazı
düşünceler fasid hayal ve batıl vehim durumundadır.
*
İmam-ı Rabbanî’nin açıklamalarına
gelince.. Uludağ onları da şöyle özetliyor:
“İmâm-ı
Rabbânî keşfin daha çok sülûk halinde ortaya çıktığını, vuslat hâsıl olunca
sona erdiğini, maddî [dünyevî] hususlara dair keşflerin oluşu ile olmayışı
arasında fark bulunmadığını, bunların çoğunun hatalı çıktığını
söylemiş, keşfteki hatayı mübrem ve muallak kazâ ile açıklamıştır. Muallak kazâ
ile ilgili keşfin hatalı çıkabileceğini, bazan muhayyiledeki temelsiz
bilgilerin keşf sahibini yanıltacağını belirtmiş ve İbnü’l-Arabî’nin
sünnete aykırı birçok hatalı keşfi olduğunu ileri sürmüştür.”
Evet, İbn Arabî Ehl-i Sünnet dışı, Sünnet'ten inhiraf etmiş bir
sapık durumunda..