İKİ CÜMLEYE SEKİZ HATA SIĞDIRAN TARİHSELCİ GERİ ZEKÂLILIK










Kendisini Öz Türk namıyla tanıtan (ve kafasındaki tahtaların bir kısmı eksik, bir kısmı da çürük ve kokuşmuş olan) pırasasör Mustafa Yoztürk şöyle diyor:

Hz. ÖmerKur’an‘da ayet olarak müellefe-i kulub’a zekat verme hükmü hâlâ duruyorken Hz. Peygamber vefat ettikten sonra bunu isteyen ve bu konuda ayetin mevcut olduğunu da hatırlatan bir gruba “gidin emeğinizle çalışın kazanın, size zırnık yok” demiş ve hiçbir şey vermemiştir. İmam Maturidi bu olayı “ictihad yoluyla nesh” olarak tanımlar.”

Topu topu iki cümleye sekiz tane yanlışı sığdırmak kolay değil.. Yoztürk bunu başarmış.

Bir defa, Hz. Ömer Kur’an’da geçen müellefe-i kulûba (kalpleri İslam’a ısındırılacak olanlara) zekât vermemiş değil.

Çünkü, Hz. Ömer’in isteklerini geri çevirdiği şahıslar, “Kur’an’da adı geçen müellefe-i kulûb” değil.. 

Kur’an’da kimsenin adı geçmiyor..

Kur’an’da sadece müellefe-i kulûb (kalpleri telif edilip uzlaştırılacak olanlar) kavramı geçiyor..

Bu bir.

*

İkincisi, adamların istediği ve Hz. Ömer’in vermediği şey, zekât değil.. Adamlar bir arazi parçasını istiyorlar.

İslam devletinin arazileri zekât olarak toplayıp dağıtması diye birşey yok.

Yoztürk Mustafa gibiler, Hz. Ömer’in müellefe-i kulûba zekât vermediğini söylüyorlar. Olaya bu kadar vakıflar.. Okuduklarını anlamaktan aciz birer mankafalar. (Doğru dürüst birşey okudukları da yok aslında.)

Bu halleriyle kalkıyor İmam Matüridî’nin sözlerini bahane ederek laga luga yapıyorlar.

Tarihselci olabilmesi için insanın öncelikle belli bir ahmaklık ve gabavet düzeyini tutturması gerekiyor, o da bunlarda fazlasıyla mevcut.

*

Üçüncü yanlışa gelelim.

Yoztürk Mustafa meseleyi anlatırken bir romancı ya da hikâyeci gibi hayal gücünden faydalanıyor.. 

Mesela, olayın kahramanları iki kişi olduğu halde bu, "grup" kelimesini kullanabiliyor. Sanki 30-40 kişiler.. Grup dediği, Uyeyne bin Hısn ile Akra’ bin Hâbis’den ibaret.

Menfaat düşkünü iki kabile reisi.

Hakkını yemeyelim, pırasasör Mustafa romancı, hikâyeci filan olsaymış yoz Türk edebiyatına eğlenceli katkılar sunabilirmiş, fakat hangi akla hizmetse züccaciye dükkânına giren fil gibi tutup ilahiyat alanına dalmış.

Zararı çift katlı, böylece hem ilahiyat alanını masal bahçesine çevirmiş, hem de Türk edebiyatının, hayal dünyası geniş yetenekli bir masal anlatıcısını yitirmesine neden olmuş.

Evet, bu şahıs, romancılığını konuşturarak söz konusu "grub"un Hz. Ömer’e müellefe-i kulûbla ilgili ayeti hatırlatmasından, "zekât" istemesinden söz ediyor.

Halbuki böyle birşey yok.

Ortada zekât yok ki böyle birşey olsun.

*

Sıra dördüncü hatada.

Adamların ayet filan hatırlatması söz konusu değil.. 

Çünkü ilgili ayet (Tevbe, 9/60), müellefe-i kuluba zekât verilmesinden söz ediyor, arazi tahsisinden değil.

Fakat, Mustafa’nın hayal dünyası geniş, edebiyatı coşkun, kolaysa tut!.. Adamların ayeti hatırlatmasından bahsediyor.

İşkembeden sallıyor.. Meydan boş ya, salla babam salla..

*

Beşinci hata..

Söz konusu olay zekât dağıtımıyla ilgili olmadığı için, Hz. Ömer’in itirazı, müellefe-i kulûbla ilgili ayet çerçevesinde değerlendirilemez.

Çünkü Hz. Ömer, bu adamlara verilen bir zekâta itiraz etmiş değil.

Burada mevzubahis olan, “müellefe-i kulûb”a verilecek zekât olmadığı için, Hz. Ömer’in (müellefe-i kulûbdan bahsedilen) Tevbe Suresi’nin 60’ıncı ayeti hakkında (nesh olarak adlandırılabilecek veya adlandırılamayacak) bir içtihat yaptığı söylenemez.

Dolayısıyla “içtihat ile nesh”ten söz etmek de gereksizdir.

*

Bu noktada Yoztürk’ün altıncı hatası kendisini gösteriyor:

İmam Matüridî’nin “içtihat ile nesh” tabirini kullanırken kastettiği şeyin Hz. Ömer’in bu konudaki tutumuyla ilgisi yok.

Yani Yoztürk hem Hz. Ömer’in içtihatta bulunmuş olduğunu söylerken saçmalamış, hem de İmam Matüridî’nin kullandığı “içtihat ile nesh” tabiri ile Hz. Ömer’in tutumu arasında ilişki kurarken “çuvallamış” durumda.

İmam Matüridî’nin konuyla ilgili ifadelerini anlamadan (ya da anlamak istediği gibi anlayarak) okumuş.

(Meseleyi Tarihselcilik: İctihad Değil İnkâr adlı kitabımızda ayrıntılı biçimde anlatmaya çalıştık.)

*

Yedinci hata:

Burada bir içtihattan söz etmek gerekirse, bu ancak Hz. Ebubekir’in tutumu için söylenebilir.. Hz. Ömer ise onun içtihadına (yanlış ve gereksiz bulup) itiraz etmiş durumdadır.

Bu olay vesilesiyle söyledikleriyle Hz. Ömer, müellefe-i kulûb kavramına açıklık getiriyor. Herhangi bir nass hakkında içtihatta bulunmuyor.

Böylece, ayetteki ibareyi (müellefe-i kulûb kavramını) anlamamızı sağlıyor. Ayeti tefsir ediyor. (Ki İmam Matüridî’ye göre ayetleri tefsir etme ehliyeti ve yeterliliğine sahip olanlar ancak ashabdır.)

Merhum Elmalılı Hoca’nın Hak Dini Kur’an Dili’nde dikkat çektiği gibi, Hz. Ebubekir r. a., Hz. Ömer’in ayette geçen kavramın manasını ortaya koyduğunu fark ettiği için, buna aykırı bir içtihat yapamayacağını, “mevrid-i nassta içtihada mesağ olmadığını” göz önünde tutarak onun görüşünü onaylıyor.

Yani burada Hz. Ebubekir r. a., Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem’in Huneyn savaşı ganimetlerinden Uyeyne ile Akra’ya bağışta bulunmuş olmasından dolayı bir kıyas yapıp içtihatta bulunarak kendisi de bu adamlara bir bağışta bulunmaya kalkışmış durumda.

Eğer, söz konusu şahıslara böylesi bir bağışta bulunmasının caiz olduğunu (içtihadının isabetli olduğunu) düşünseydi, Hz. Ömer’in itirazını dikkate almazdı.

Alamazdı.

Çünkü vaadinden, verdiği sözden dönmek (haram olan hususlar dışında) caiz değildir, haramdır, ve münafıklık alâmetidir:

“Verdiğiniz sözü ve yaptığınız antlaşmayı yerine getirin. Çünkü verilen söz, sorumluluğu gerektirir.” (İsrâ/17/34)

Bu noktaya Cessas da dikkat çekmiş bulunuyor: 

"Cessâs da Hz. Ebû Bekir’in kararından dönmesini, Hz. Ömer’in yaptığı hatırlatmayı anlamış olmasına bağlamaktadır. Hz. Ebû Bekir’in kararını değiştirmesini, bu konuda ictihadı uygun görmediğinin ispatı olarak görür. Aksi durumda âyetin yürürlükte olan hükmünü fesh etmeyi caiz görmüş olacağına dikkat çeker." (el-Cessâs, Ahkâmü’l-Kur’ân, C. III, s. 161.)

(Fikret Gedikli, “İctihad İle Nesh’in İmkânına Dair”, Ekev Akademi Dergisi, Yıl: 24, Sayı: 84, Güz 2020, s. 281.)

*

İmam Matüridî’nin kullandığı “içtihat ile nesh” kavramını Hz. Ömer’in “müellefe-i kulûb” konusundaki tavrıyla ilgili olarak istismar etmeye çalışan tarihselci budalalar (başta da Mustafa Öztürk adlı ilahiyatçı yoz Türk), meselenin “zekât”la (ve dolayısıyla nesh konusu yapıldığı söylenen ayetle) ilgisiz olduğundan bile habersizler.

Cahillikleri inanılmaz boyutlarda..

Hakkında gerine gerine ahkâm kestikleri konuya ilişkin rivayetleri okumamışlar bile..

Eğer söz konusu kişilerin istedikleri araziyi Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem daha önce onlara vermiş olsaydı, ve Hz. Ömer de, “Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem bunu onlara Müslümanlar’ın zayıf olduğu bir zamanda verdi, şimdi ise Müslümanlar (İslam devleti) güçlendi, o yüzden ellerinden geri alalım” deseydi, Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem’in bir hükmünü iptal etmiş olduğu (Hadi nesh diyelim) söylenebilirdi.

Evet, Hz. Ömer'in yaklaşımında ne Kur’an’ın ilgili ayetine (Tevbe, 9/60) aykırılık var, ne de Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem’in sünnetine..

Ayete aykırılık yok, çünkü ayet zekâtla ilgili; arazi tahsisi ile ilgili değil..

Sünnet’e de aykırılık yok, çünkü Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem’in bu adamlara her zaman her istedikleri verilsin diye bir emri ya da onlara yönelik bir vaadi bulunmuyor.

*

Üstelik, Akra’ ile Uyeyne’ye geçmişte (müellefe-i kulub kabul edilerek) zekât verilmiş olduğu bile sabit değil..

Bütün bildiğimiz, Huneyn Savaşı’ndan sonra bunlara ganimetten pay verilmiş olması.

Bu, adamlarıyla birlikte (kabileleri efradıyla) savaşa katılmalarından dolayı yapılmış bir ödüllendirme olarak da yorumlanabilir.

Muhtemelen onlara hiçbir zaman zekâttan pay verilmedi.

Söz konusu olayda ise, herhangi bir savaşta bir yararlık gösterip de arkasından bu hizmetlerine karşılık bir talepte bulunuyor değiller.. Durduk yere avanta istiyorlar.

Ayrıca, Huneyn Savaşı’ndan sonra Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem efendimiz bunlara, bir talepte bulunmuş oldukları için bağışta bulunmuş değil.

Bu olayda ise, kendilerine geçmişte yapılmış olan bir jesti istismar ederek avanta kapma peşindeler.

Böylece, akademik mankafa Yoztürk’ün sekizinci hatası ile tanışmış oluyoruz:

Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem’in bir kimseye bir zaman bir iyilikte bulunmuş olması, o şahsa hayatı boyunca aynı iyiliği halifelerin de yapmasını gerektirmez.

Mesela, Rasululllah sallallahu aleyhi ve sellem’in vefatından önce Suriye’ye gönderdiği orduya kumandan olarak Üsame bin Zeyd r. a.’i atamış olması, onun daima kumandan olarak görevlendirilmesini gerekli kılmıyordu.

*

Peygamber Efendimiz sallalallahu aleyhi ve sellem geçmişte bu adamlara ihsanda bulunurken bunu bir defaya mahsus olarak yapmış durumdaydı. 

Onlara gelecek için herhangi bir vaatte bulunmuş değildi.

Üstelik, Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem’in “müellefe-i kulûb” kapsamında kendilerine bağışta bulunduğu kişiler bu ikisiyle sınırlı da değildi. 

Uyeyne ile Akra’ya müellefe-i kulub olmaları hasebiyle Huneyn ganimetlerinden bağışta bulunduğu zaman, henüz müslüman olmadıkları halde Kureyş ileri gelenlerine ve bazı kabile reislerine de, aynı gerekçeyle bağışta bulunmuştu. 

Şayet Uyeyne ile Akra’nın talebi yerinde birşey olsaydı, söz konusu Kureyş ileri gelenleri ile diğer zevata da aynı şekilde bağışta bulunmak gerekirdi. 

Fakat onların böyle bir talebi olmadı.

Çünkü, zamanımızın geri zekâlı tarihselci ilahiyat züppelerinin aksine, böyle bir talepte bulunmaya haklarının olmadığının farkındaydılar.

Ahmak budalalar değillerdi. 

*

Evet, hayattaki tek başarısı angut bir geri zekâlının da ilahiyatta prof. olabileceğini göstermek olan Mustafa Yoztürk lafa, “Hz. Ömer, Kur’an‘da ayet olarak müellefe-i kulub’a zekat verme hükmü hâlâ duruyorken…” diyerek başlamış..

Âyet Kur’an‘da duruyor ama, özel olarak Uyeyne ve Akra’ için inmiş değil.

Eğer âyette bu iki adamın adı geçse, ve bunlara ölene kadar zekât veya haraçtan pay verilmesi, bir araziye göz koyduklarında isteklerinin geri çevrilmemesi gerektiği bildirilseydi, Yoztürk budalasının bu geri zekâlılık bile değil, hiç zekâlılık anlamına gelen sözlerini dikkate almak gerekebilirdi.

İmdi, Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem eğer olayda adı geçen kişilerin (Akra’ ile Uyeyne) hayat boyu müellefe-i kulub sayılacağını söylemiş olsaydı, veya Kur’an’da bu adamların adı “daima müellefe-i kulub olarak kalacak insanlar” olarak geçseydi, ayrıca bir de, müellefe-i kuluba (sadece zekatla yetinilmeyip) istedikleri herşeyin itiraz edilmeden verileceği söylenseydi, Hz. Ömer’in tutumunun “müellefe-i kulub” kavramının geçtiği ayeti kendi içtihadı ile nesh etmesi anlamına geldiği söylenebilirdi.

Ve olay böyle olsaydı, ne o günkü halife Hz. Ebubekir Hz. Ömer’in bu görüşünü kabul ederdi ne de ashab buna razı olurdu.

İşte pırasasör Mustafa Yoztürk gibi tiplerin zekâ düzeyi ve idrak kapasitesi bu.

İlkokul diplomasını bile hak etmeyen geri zekâlı angut tipler (nasıl bir dümense) ilahiyatta prof. bile olabiliyorlar.

Ört ki ölem.


DÜZELTME VE ÖZÜR

  "Sen Utanmazlığın ve Karaktersizliğin Resmini Yapabilir misin Abidin?" başlıklı yazımız şu satırlarla başlıyordu:  MİT’i (Milli ...