İBRÂHÎM, 14/42

 

Sakın, Allah'ı zalimlerin yaptıklarından habersiz sanma! Allah onları, gözlerin dehşetle dışarı fırlayacağı bir güne erteliyor.


E-KİTAP: ORTADOĞU'NUN PUSULASIZ VE ROTASIZ GEMİSİ

 

https://archive.org/details/ortadogunun-pusulasiz-ve-rotasiz-gemisi



ORTADOĞU’NUN PUSULASIZ VE ROTASIZ GEMİSİ

 

Dr. Seyfi SAY

 

İÇİNDEKİLER

 

BİRİNCİ BÖLÜM: TÜRKİYE VE ORTADOĞU

MANİFESTO: SANA, BANA VE AK PARTİ’YE DAİR! 5

MİT, CIA, VE İSLAM ŞERİATİ’NE IŞİD (DAEŞ) ELİYLE DÜZENLENEN İTİBAR SUİKASTİ 40

KENDİNİ SATARAK KARŞILIĞINDA BAĞIMSIZLIĞI ALMAK 44

AMERİKANCI SÜNNÎLİK 48

DARBECİ MISIR ORDUSU, ABD PARMAĞI, ARAP BAHARI, SURİYE VE MEZHEPLER ÜSTÜCÜLÜK 52

“DÜNYANIN VİCDANI, MAZLUMLARIN UMUDU, SON KALE” VE HASSAS KONULAR 55

AK PARTİ, RADİKAL DİNCİ EĞİLİMLERİN TÜRKİYE’DEKİ PANZEHİRİYMİŞ 57

MEDİNE’Yİ SAVUNMAK 64

AK PARTİ’NİN DIŞ POLİTİKASINDAKİ KİMLİKSİZLİK 69

ASLINDA YOK BİRBİRİMİZDEN FARKIMIZ 74

SUUD İHANETİ 81

YENİ KONSEPT 85

ABD’NİN KASIM SÜLEYMANİ İLE VERDİĞİ MESAJ 89

 

İKİNCİ BÖLÜM: TÜRKİYE VE SURİYE

ABD’NİN PKK KARTI VE BAAS LOBİSİ 92

YANDAŞLARIN CAMBAZLIK GÖSTERİSİ VE SURİYE 96

1 MART TEZKERESİNDE DÜŞÜLEN HATAYA DÜŞMEK İSTEMEMİŞMİŞ 106

BİRİLERİ İŞBİRLİKÇİLİK YARIŞINDA, ABD İSE DİLEDİĞİNİ KARPUZ GİBİ SEÇİYOR 109

ERDOĞAN, ABD VE SURİYE 113

SURİYELİ “AŞIRILAR” 117

ESED’İN YARDIMCISI ATTAR: ERBAKAN’IN UYARILARINI SONRADAN ANLADIK 121

ABD İLE “SURİYE İŞBİRLİĞİ”NİN TÜRKİYE’YE FATURASI 127

 

ÜÇÜNCÜ BÖLÜM: TÜRKİYE, FİLİSTİN VE İSRAİL

TOPLANDILAR, KONUŞTULAR, DAĞILDILAR 132

“İSRAİL’İN ZEVALİ” 136

MAVİ MARMARA’NIN TARİHE TANIKLIĞI 139

İKTİDARIN GAZZE ÇELİŞKİSİ: YUMURTA KÜFESİ DEĞİL, PETROL TANKERİ 144

TARİH YAZMAK: GAZZE ÖLÜRKEN MİTİNGİN EN ÂLÂSINI BİZ YAPMIŞTIK 150

"MESELE VATANSA FİLİSTİN'DEKİ İSRAİL ZULMÜ TEFERRUATTIR" 156

 

DÖRDÜNCÜ BÖLÜM: TÜRKİYE VE AFGANİSTAN

NATO’NUN SAFINDA, AFGAN MÜCAHİDİN KARŞISINDA 163

TANIMLANAMAYAN VE TANINMAYAN: AFGANİSTAN.. LOZAN'DA TANIMLANAN VE TANINAN: TÜRKİYE 166

TALİBAN'IN "KÜÇÜK CİHAD"DAN SONRA GELEN "BÜYÜK CİHAD"I 172

TALİBAN’IN ZAFERİ BAZI AK PARTİLİLERİ NİÇİN RAHATSIZ ETTİ 188

YUSUF KAPLAN’IN ANLAYAMADIĞI 193

TÜRK DIŞ POLİTİKASININ SEFALETİ: AFGANİSTAN ÖRNEĞİ 196

BURADAN ERDOĞAN’A SESLENİYORUM 202

 

 

BİRİNCİ BÖLÜM:

TÜRKİYE VE ORTADOĞU

 

MANİFESTO: SANA, BANA VE AK PARTİ’YE DAİR!

 

“Dünün Erdoğan'ı yok artık. O ‘İslami devlet’ diyen Erdoğan gitmiş, yerine ‘Din devletine karşıyım, dinsel milliyetçiliğe hayır!’ diyen bir Erdoğan gelmiş. Dün Avrupa Birliği’ne ‘Hıristiyan kulübüdür’ diyerek karşı çıkan Erdoğan, bugün başbakan sıfatıyla AB ile bütünleşmek için elinden geleni ardına koymamakta kararlı.”

Yukarıdaki satırlar, AK Parti’nin eski milletvekillerinden Yeni Şafak gazetesi yazarı, ekranların gediklisi Mehmet Metiner’e ait.

Ancak bu ifadeler yeni değil, on yıllar öncesine ait (Bkz. Mehmet Metiner, “Dünden bugüne Tayyip Erdoğan”, Radikal, 6 Temmuz 2003).

Erdoğan, Metiner’i bu konuda hiçbir zaman yalanlamadı.

Yukarıya aldığımız ifadeler, günü gelince kullanılmak üzere bir köşede arşivlenmiş açıklamalar da değildi; internetten hiç eksik olmadı. (Gazete kapandı ve internet sitesine artık ulaşılamıyor, fakat gazete nüshası kütüphanelerde ve özel arşivlerde duruyor.)

Metiner, bu yazısından dolayı Erdoğan’dan özür dilemek zorunda da kalmadı. (Başka hususlarda ondan da, Emine Erdoğan hanımefendiden de özür dilemek zorunda kalmıştı.)

*

Gerçek şu ki, Türkiye’deki İslâmî cemaat, kurum ve organizasyonları “içerden” kontrol eden ve yönlendiren “derin yapı”, bir parçası olduğu “uluslararası düzen”in de talepleri doğrultusunda, bu oluşumları kendileri açısından mutedil ve ılımlı, İslâmî açıdan ise “ölçüsüzlük ve aşırılık” anlamına gelen bir çizgiye sürüklemiş bulunuyor.

Bu çerçevede, 28 Şubat Süreci ile birlikte, İslâmî cemaatlerin laikliği içselleştirmesi operasyonu büyük ölçüde tamamlanmış bulunuyor. (Kimisi Atatürkçü/Kemalist, kimisi boz ya da boşkurtçu, kimisi devletçi, kimisi Türkiyeci, kimisi yerlici-millici, kimisi “İslamcılık karşıtı müslüman”, kimisi “dincilik karşıtı dindar”, kimisi de “Şeriatçılıktan hazzetmeyen ahlâksız ahlâkçı” oldu.)

Bu sosyal “tepkime”nin katalizörlüğünü ise ne yazık ki AK Parti üstlenmiş durumdaydı.

*

28 Şubat Süreci Türkiye’deki İslâmî hareketin laikleşmesinin önünü açtı.

Jakoben laikçilerin “Asarız keseriz, gerekirse silah kullanırız, milyonlarca kişiyi öldürürüz”lü, tanklı toplu açıklamalarından bunalan, yılgınlığa kapılan dindar kitleler o dönemde çareyi AB’ci (Avrupa Birliği yanlısı) olmakta bulmuştu.

Sürecin ardındaki “derin yapı”, Müslüm Gündüz, Ali Kalkancı ve Fadime Şahin gibi figürler ile (üyelerinin yüzde 40’ı görevli askerlerden oluşan) prefabrik Aczimendeburi tarikatı gibi özel imalat örgütler vasıtasıyla (müstehcenlik öğesi de eksik olmayan) amansız ve ahlâksız bir psikolojik savaş, kirli bir algı operasyonu faaliyeti yürütmüş, dindar kitleleri sadece korkutmakla yetinmemiş, aynı zamanda dindarlıklarından utanır hale getirmişlerdi.

Askerler Enver Ören gibi ılımlı bir ismi bile korkunç tehditlerle canından bezdirmişlerdi.

O sıralarda doktora öğrencisiydim ve beş kişilik sınıfımızdaki öğrencilerden biri, sonradan Today’s Zaman’ın genel yayın yönetmenliğini yapan (ve o sırada Zaman gazetesinde çalışmakta olan Boğaziçi mezunu) Bülent Keneş’ti. (Şu anda İsveç’te yaşayan Bülent’i hatırlayacaksınız.. Erdoğan, İsveç’in NATO üyeliğini onaylama şartı olarak Bülent’in iadesini istemiş, İsveç hükümeti, İsveç Yüksek Mahkemesi’nin kararı gereği bu talebi reddetmişti.) İşte bu Bülent, o günlerde bize, Fethullah Gülen’in 28 Şubatçılar için “Avcıların hiç acıması yok” demiş olduğunu söylüyordu. (Aynı dönemde Fethullah, kamuoyu önünde askerlere “yağ” çekiyor, onların “içtihat”larını övüyor, Başbakan Erbakan’a “tenafür”lerini sunuyordu.)

O günlerde memleketin durumu buydu.

*

28 Şubatçılar’a karşı bırakın yüksek sesle karşı çıkılmasını, bir inilti, bir fısıltı, bir vızıltı, bir mırıltı bile işitilmiyordu.

Herkes, “Biz de dindarlar olarak şımardık canım.. Özeleştiri yapmalıyız, bizde de kusur var, geçmişin mazlumları bugünün mağrurları olmamalıdır, olmamalıydı” modunda konuşuyordu.

İstisnalar ise sağdan da saysan, soldan da saysan, bir elin parmağını bulmuyordu.

Başta gelen istisna, merhum Prof. Dr. Mahmud Esad Coşan Hoca’ydı.. O sırada genel yayın yönetmenliğini yaptığım İslâm Dergisi’nin 28 Şubat’ı izleyen Mart sayısında darbeci askerlere de, arkalarındaki İsrail’e de sert bir şekilde yüklenmişti.

Fakat bir ay sonra, Türkiye’de artık başına ne geleceğini kestiremediği için yurtdışına çıkmış ve bir daha da dönememişti.

Diğer bir istisna, Tank Hasan’dı.. Hasan Celal Güzel..

28 Şubat darbecilerinin emrindeki yargı onu hapse attı.. Hapisten çıktıktan sonra da vebalı muamelesi gördü.. Yalnız bırakıldı.. Herkese küstü.. Hayata da.. Ve küskün öldü.

Bir diğer isim Muhsin Yazıcıoğlu’ydu.. “Türkiye İran olmayacaktır, Cezayir olmayacaktır, fakat Suriye de olmayacaktır, buna izin vermeyeceğiz” şeklindeki çıkışı Türkiye gündemine bomba gibi düşmüştü. (Ki böyle bir açıklama yapmasını ondan isteyen, o sırada Almanya’da bulunan Esad Efendi’ydi.)

Yazıcıoğlu, daha önce de, “Namlusunu millete çeviren tankı alkışlayamam” diyerek darbe heveslilerine tepkisini göstermiş bulunuyordu.

Esad Efendi karada, Yazıcıoğlu ise havada “trafik kazası” yaşayarak aramızdan ayrıldılar.. Medyamızın yerli-milli yazarları (Ki bunların yerli-milli olduğuna MİT de kesinlikle kefil olur diye düşünüyorum) ikisinin de katili olarak “Barnabas İncili”ni göstermek için nedense çok mürekkep harcadılar.

*

İstisnalardan bir diğeri Nazlı Ilıcak’tı.. Ilıcak daha sonra bir kitap yazdı: “Demokrasiye İnce Ayar – 28 Şubat Arşivi”.

Ilıcak bu kitabında 28 Şubat’ın motoru ya da lokomotifinin MİT olduğunu, askerlerin sadece avara kasnak aparat durumunda bulunduğunu belgeleriyle ortaya koydu.

(Aynı tespiti sonradan Müyesser Yıldız da yaptı:

28 Şubat davasının 106 celsesinden 103’ünü izlemiş, binlerce sayfalık klasörleri okumuş birisi olarak hemen şunu belirteyim:

Sermayeyi renklere ayıran TSK değil MİT’ti. Dahası “irtica” raporlarını hazırlayan, önce dönemin Cumhurbaşkanı merhum Süleyman Demirel’e, ardından Genelkurmay’a ve nihayetinde MGK’ya brifingler veren, özetle “28 Şubat”ın düğmesine basan da MİT’ti.

[https://muyesseryildiz.com/2022/05/10/kozmik-odada-fetocu-28-subatta-degil-oyle-mi/]

Görüldüğü gibi MİT, ABD’ye, İsrail’e, beynelmilel Masonluğa çok güzel hizmet etmiş.

Eski MİT müsteşarlarından/başkanlarından Fuat Doğu’nun "Ben MİT müsteşarlığı yapmadım, CIA'nın şube müdürlüğünü yaptım. Bir CIA yetkilisi gelse, beni Sinop'a götür dese onu oraya götürmekle memurum" demiş olduğu biliniyor. Konuşma tarzından bundan ıstırap, acı ve utanç, hatta öfke duyduğu belli.. 28 Şubat’ın MİT’çilerinin ise bu “hizmet”i büyük bir onur addederek şevkle ve keyifle yaptıkları anlaşılıyor.

Kadirşinaslık gereği onları benim de takdirle yâd etmem gerekiyor.

Çünkü o süreçte merhum Esad Efendi’ye destek verdiğim ve 28 Şubat karşıtı tutumumu Sağduyu Gazetesi’ndeki yazılarımda da sürdürdüğüm için onların özel ilgisine mazhar oldum.. Cemaatteki “yıllanmış, kaliteli” adamları, bulunduğum bazı ortamlarda sergiledikleri ilginç tavırlarla beni onurlandırıyorlardı.

Yine o süreçte, Esad Efendi’nin Almanya’da, [28 Şubat’ın üzerinden üç buçuk yılı aşkın bir süre geçmiş olduğu halde] 2000 yılı ortalarında, benim hakkımda cemaat mensuplarına “Ben bu çocuğun canından endişe ediyorum.. MİT her yerde bunun karşısına çıkıyor, onu buraya yerleştirebilir misiniz” demiş bulunduğunu ancak 16 yıl sonra öğrenecektim.

Onlardan olumlu cevap alamamış olacak ki, bunu ABD’deki cemaat mensuplarından da istemişti.. ABD bana vize vermediği için bu gerçekleşmedi. Ben, merhumun ABD’ye gitmemi İslamî tebliğ faaliyetinde bulunmam için istediğini zannediyordum, meğer hayatımı kurtarmak istiyormuş.

Kimlerden?..

Bu soru önemli.. “Barnabas İncili” ile bir ilgim yok.

Ne var ki, Yazıcıoğlu’nun ölümünden iki ay kadar sonra, 2009 yılı ortalarında zehirlendim..

Ölmedim.. Fakat perişan oldum, ellerimin üstü komple yaraydı.. Ölseydim, doğal bir ölüm zannedilecekti.. Zaten o sırada sessiz, konuşup yazmayan, içine kapanık, asosyal, İskenderpaşa Cemaati ile de ilişkisi kesilmiş basit bir devlet memuruydum.. Ölümüm hiç dikkat çekmeyecekti.

Evet, Esad Efendi haklıydı, MİT heryerde karşıma çıktı..

Ahirette de çıkacaklar.)

*

Konuya dönelim.. 28 Şubat döneminde darbecilere karşı bırakın yüksek sesle karşı çıkılmasını, bir inilti, bir fısıltı, bir vızıltı, bir mırıltı bile işitilmiyordu.

Dört kişi bir tarafa bırakılırsa herkes korku ve panik içindeydi.

O yıllarda MÜSİAD başkanı Erol Yarar periyodik olarak “duyarlı medya” adlı toplantılar düzenliyor, dindar camianın bütün gazete ve dergilerinin temsilcileri bu toplantılarda biraraya gelip birlikte yemek yiyor ve gündemdeki konular hakkında görüş alışverişinde bulunuyorlardı.

Bu toplantıların sonuncusu Eyüp’te Akit (veya Vakit, her neyse) gazetesinin ev sahipliğinde yapılmıştı. Normalde bu toplantılarda lafa karışmıyor, konuşulanlara kulak vermekle yetiniyordum. İlk ve son kez söz alıp, oturduğum yerden, medya olarak 28 Şubatçılar’a tepki göstermemiz, dik durmamız gerektiğine dair bir konuşma yaptım.. Amacım cesaret vermekti.. Böylesi zamanlarda insanlar cesaret verici konuşmalara ihtiyaç duyarlar. Sözlerime ne itiraz geldi, ne de destek.. Fakat, dinleyicilerin yüzlerinden, hoşlanmadıkları anlaşılıyordu.. (Bunların bazılarının MİT’in elemanı ya da muhbiri olduğunu tahmin etmek için istihbarat uzmanı olmak gerekmiyor.) Toplantıdan sonra Samanyolu TV’ciler, arabasız gelip de karşıya gidecek olanları götürebileceklerini söyleme nezaketi sergilediler, evim onların merkezine yakın olduğu için onlara katıldım ve yolda yaşlı bir cemaatçi, benim yaptığım konuşmanın Türkiye gerçeklerine uymadığına dair bir değerlendirme yaptı.. Öyle zannediyorum ki ben konuşurken yüzümü görmemiş olduğu için onları söyleyenin de o anda yanlarında olduğundan habersizdi.. Birşey demedim.

Evet, o süreçte korku dağları tutmuştu ve kimseden ses çıkmıyordu.

Erdoğan’dan da ses seda yoktu.. Evet, hapis yattı, fakat Ziya Gökalp’in ilgisiz ve önemsiz bir şiirini okudu diye..

Onun hapisliği de, sonraki süreçte yaşadıkları da ayrı bir muamma..

Hapisten çıktığında Hasan Celal Güzel gibi yalnızlığa mahkum edilmedi..

Önü açıldı..

Milli Görüş gömleğini çıkarıp yoluna devam etti.

Böylece yazıya başlamış olduğumuz noktaya geri gelmiş, Mehmet Metiner’in aktardığımız tespitlerine dönmüş oluyoruz.

*

Evet, 28 Şubat, dindar kesimi laikleştirdi.

AB’ci hale getirdi.

O kadar AB’ci hale getirdi ki, postmodern darbeden beş yıl sonra Büyük Birlik Partisi’nin haftalık Hür Gelecek gazetesinde köşe yazarlığı yaptığımda, Yazıcıoğlu’nun bile AB’ye katılım konusuna sıcak bakmaya başlamış olduğunu farkettim.

Karşı yönde yazı yazdım.. Yazıcıoğlu, sizin haklı olduğunuzu gördüğünde bunu gurur meselesi yapmıyor, hak veriyordu. En azından ses çıkarmıyordu. Onu böyle tanıdım. (Tarlası fena halde “sürülmüştü”, o ayrı mesele.)

Bir yıl sonra, Yeni Şafak gazetesi yazarlarıyla e-mail vasıtasıyla bazı tartışmalarım oldu.. Onlar da aynı şekilde AB otobüsünün yolcuları durumundaydılar.. Otobüse tıkış tıkış doluşmuşlardı, izdiham yüzünden kimisi otobüsün üstüne yerleşmiş, kimisi cama yapışmış haldeydi.. Onlara da gittikleri yolun yanlış olduğunu anlatmaya çalıştım, bazısı tepki gösterdi, bazısı da susup izledi.. Destek veren yoktu. (Sadece Prof. Hayrettin Karaman, bir mesajımı köşesine taşıma nezaketi sergiledi.. O günlerde Yeni Şafak, dikkatle takip edilen bir gazeteydi. Fehmi Koru’dan Ahmet Taşgetiren’e, Ali Bayramoğlu’ndan Kürşat Bumin’e, Ahmet Kekeç’ten Mehmet Ocaktan’a, ilahiyat stand-up’çısı ve lafçısı Mustafa İslamoğlu’ndan felsefe gafçısı Dücane Cündioğlu’na, Nazif Gürdoğan’dan Rasim Özdenören’e kadar pekçok isim orada yazıyordu. Ve bu gazete, AK Parti ile elele vermiş şekilde “dindarların laikleştirilmesi, AB’cileştirilmesi, ılımlı Kemalistler haline getirilmesi” operasyonunun dinamosu olarak hizmet vermekteydi. Bu gazete yazarlarını bir okur sıfatıyla uyarmanın faydalı olabileceğini düşünmüştüm. Mesajlarımdan duyduğu rahatsızlığı en çok belli eden kişi “müslümanca düşünme” pazarlamacısı Rasim Özdenören’di. Dücane o zaman da yazılarında “düzenbaz” mesajlar vermeyi ihmal etmiyordu ve Kanal7’de Ahmet Hakan Coşkun “İskele Sancak” programının jeneriğinde onun görselini kullanıyordu.. Dücane o sıralarda “büyük İslam düşünürü”ydü.)

Evet, memleket 28 Şubat yüzünden bu hale gelmişti.. Getirilmişti..

AB’cilik ve ılımlı laikçilik almış başını yürümüştü.

*

Erbakan’ın D-8’ler projesi de gündemden düşmüş, AK Parti iktidarı ile birlikte devreye Büyük Ortadoğu Projesi girmişti.

Erdoğan da bu projede bütün haşmetiyle yerini almıştı. Nitekim Ocak 2004’te Suudi Arabistan'ın Cidde kentinde TOBB-DEİK İş Konseyi'nin yemeğine katılarak Türk ve Suud işadamlarına hitaben bir konuşma yapmış, şunları söylemişti:

Altını çizerek bir şey söylemek istiyorum. Yalnız, yanlış anlaşılırım endişesini de taşıyorum. Ben İslam Ortak Pazarı anlayışını doğru bulmuyorum. Çünkü, ne olursa olsun bu birliktelikleri ne etnik, ne dini kökene ne de coğrafyaya bağlı olarak düşüneceğizArtık dünyada bunların hiçbirisi kaldı mı? 

“Ekonomi ilişkilerde böyle bir şey var mı? Kuruluşları böyle oluşturmaya kalktığımız anda kamplaşmalar başlar, münasebetler kesilebilir. Biz, şöyle bir şey koyabiliriz; ekonomik ve ticari alanda ortak kalkınan ülkeler birliği diye bir şey oluşabilir. Burada ortak payda dayanışma olabilir. Dünyadaki küreselleşmeyle doğru orantılı veya paralel olmalıdır.”

(https://bigpara.hurriyet.com.tr/haberler/politika-haberleri/erdogan-islam-ortak-pazari-olmaz_ID477735/)

Daha sonraki süreçte ise, kendisine Arap toplumlarının laikliği içselleştirmesi için sanki bir tür taşeronluk görevi verilmiş gibi, Araplar’a laiklik (yani Şeriat’ten vazgeçme) tavsiyesinde bulunduğu görülecekti. Mısır’da şu ifadeleri kullanma ihtiyacı duymuş bulunması, dikkatle değerlendirme konusu yapılmayı hak ediyor:

“Türkiye’de anayasa laikliği, devletin her dine eşit mesafede olması olarak tanımlar. Laiklik kesinlikle ateizm değildir. Ben Recep Tayyip Erdoğan olarak Müslümanım ama laik değilim. Fakat laik bir ülkenin başbakanıyım. Laik bir rejimde insanların dindar olma ya da olmama özgürlüğü vardır.”

“Ben Mısır’ın da laik bir anayasaya sahip olmasını tavsiye ediyorum. Çünkü laiklik din düşmanlığı değildir. Laiklikten korkmayın. Umarım ki Mısır’da yeni rejim laik olacaktır. Umuyorum ki benim bu açıklamalarımdan sonra Mısır halkının laikliğe bakışı değişecektir.”

(http://www.haber7.com/haber/20110914/Erdogan-Muslumanim-ama-laik-degilim.php)

Bu satırlar yazıldıktan bir gün sonra, Mısır İhvan-ı Müslimîn'inin, yani Müslüman Kardeşler teşkilatının, Erdoğan'ın açıklamalarına tepki gösterdiği medyaya yansıdı.

Gönül isterdi ki, Türkiye'de de bu tür konularda duyarlı grup ve cemaatler bulunsun. Erdoğan, bu tepkiyle ilgili olarak daha sonra şu açıklamayı yapmıştı:

“Bir çeviri hatasıyla, benim sözlerim yanlış anlamaya yol açtı. Çünkü Arapça’da ‘dinsizlik’ anlamına gelen bir kelime var. Laiklik terimi olarak o seçilince tepki oldu. Halbuki, laiklik din düşmanlığı demek değildir. Devlet bütün inançlara eşit mesafededir. Onların inançlarının da garantörüdür. Laiklikten korkmayın derken bunu kastediyoruz.” [Kaynak: http://www.rotahaber.com/basbakan-ilk-kez-mitpkk-konustu_206653.html]

Ben de buradan Erdoğan’a çok basit bir soru yöneltiyorum:

Bu ülkede, “Kur’an ve Sünnet’e göre yönetilmek istiyorum” diyenlerle “İstemiyorum” diyenler eşit haklara sahip mi?

Bu iki kesim devlet kurumları tarafından aynı muameleye mi tabi tutuluyor?

*

Ancak, Türkiye’deki İslâmcıların laikleşmesi süreci AK Parti ile sınırlı değil.. Diğer “dindar” partilerde de benzer kusurlar bir ölçüde var.. Hatta dinî cemaatler bile (bir iki istisna dışında) aynı durumda..

Bu yüzden, AK Parti’ye yönelik tepki ve eleştirilerinin aynı söylemleri paylaşma konusunda lüzumsuz bir yarış ve “düzen” açısından makbul kabul edilebilecek uyarıların ötesine geçmediği görülüyor. AK Parti’ye yönelik, “İnsan haklarının hayata geçirilmesi, din ve vicdan hürriyetinin uygulanması alanında gerekli adımlar atılmadı” şeklinde yöneltilecek bir eleştiri, kavramsal çerçevesi itibariyle “İslâmcı” değil, liberal bir bakış açısını yansıtması nedeniyle, İslâmî açıdan bir değer taşımamaktadır.

Çünkü burada ne AK Parti’ninkinden farklı ve İslâmcı olarak nitelendirilebilecek bir “dil” mevcuttur, ne de AK Parti’nin ideolojik yaklaşımlarına yönelik bir eleştiri... Burada, AK Parti’yle “aynı söylemi paylaşma”, fakat onun bu söylemin gereğini yerine getiremediği iddiasıyla muhalefette bulunma durumu ortaya çıkmaktadır.

Böylesi bir muhalefet, uygulama açısından bir tepki olarak görülecek olsa da, zihniyet düzeyinde bir onaylama halini alır.

Üstelik, bu “insan hakları ve din ve vicdan hürriyeti” vurgulamasını bizzat Avrupa Birliği fazlasıyla yapmaktadır.

Nitekim dönemin AB Komisyonu Başkanı Jose Manuel Barroso, 2000’li yıllarda resmî ziyaret için Ankara’ya geldiğinde, Başbakan’la birlikte yaptığı basın toplantısı sırasında, “Demokratik laiklikte din yokmuş gibi davranılamaz. Bir bireyin kadın olsun erkek olsun bireysel haklarını tanımak gerekir. Böyle olunca devlet ile toplum arasındaki en iyi ilişki kurulmuş olur” diye konuşmuştu.

Yine Barroso tarafından, “Demokratik laiklikten bahsederken bir din yokmuş gibi davranamayız. Toplumda din vardır. Demokratik devletin de din özgürlüğüne saygı göstermesi gerekir” uyarısı da yapılmıştı. Barroso, “AB olarak bizim laiklik anlayışımız budur” diyordu. Başörtüsüyle ilgili olarak da, “Türban her kadının kendi karar alması gereken bir konudur” şeklinde konuşmuştu.

*

Demek oluyor ki, AK Parti’ye yöneltilecek insan hak ve hürriyetleriyle ilgili bir eleştiri, bunların neler olduğu bile vurgulanmadığı sürece, belki AB reformlarının takipçisi gibi görülmeyi sağlayabilir, fakat, kavramsal çerçevenin liberalliği ve içeriğin bulanıklığı nedeniyle İslâmcı olarak nitelendirilmeyi hak ettirecek bir duruş olarak görülemez.

AK Parti’ye yönelik “İslâmcı” sayılabilecek gerçek ve gerçekçi bir muhalefet, onun yapmadığı veya yapamadığı hususlara değil, öncelikle ve özellikle, yapması gerekmediği ve yapmayabileceği halde yaptığı hususlara ve ideolojik düzeyde savunmak zorunda olmadığı halde savunduğu noktalara odaklanmalıdır.

Gerçekten de AK Parti, “muhafazakâr demokrasi”yi ideoloji olarak seçmek zorunda değildi, “Milli ve manevi değerlere saygılı bir parti” olduğunu vurgulayarak konuyu geçiştirebilirdi. Ve Erdoğan, yukarıda aktardığımız ve aşağıda aktaracağımız türden beyanlardan kaçınabilirdi.

Zinanın suç olmaktan çıkarılması, İstanbul Sözleşmesi’nin imzalanması gibi hatalar yapılmayabilirdi.

*

2007 yılında, Aksiyon dergisinden Aydoğan Vatandaş, bir Amerikan akademisyenle, Prof. Dr. Jenny White’la Akparti’nin ideolojisiyle ilgili bir röportaj yapmıştı. Prof. White, “Sizce AK Parti'nin geleceği, Türkiye'de İslamcılığın geleceğidir denilebilir mi?” şeklindeki soruyu şöyle cevaplandırıyordu:

“İslamcılık çoktan sona erdi. 6-7 yıl önce aslında bitti bu. Benim bildiğim akademisyenler arasında da artık kullanılmıyor. İslamizm 1990'larda Müslüman modeli siyasete dönmüş gibi görünen Türkiye'de siyasi İslam'a dayalı 1980'lere ait bir hareketti. Bu modele göre kamu görevlileri birey olarak dindar Müslüman olabilirler ve bununla birlikte bir çeşit teknoloji olarak gördükleri seküler demokratik bir hükümet idare edebilirler. Bu görüş Türk İslamı’nın Orta Asyalı, Osmanlı ve Sufi mirası nedeniyle Arap İslamı’ndan farklı olduğu ve tabiat olarak da daha toleranslı olduğu önermesine dayalıdır. AK Parti kurulduğunda, zaten seleflerinden daha ılımlıydı. 1980'lerde, Erbakan'ın konuşmaları oldukça radikaldi.”

(http://www.aksiyon.com.tr/detay.php?id=25470).

Bunu, İslâm’ın ya da İslâmcılığın değil, siyaset arenasındaki İslâmcıların bitişi olarak değerlendirmek daha doğru olur.

“Türkiye'de İslamcılık neden öldü?” şeklindeki soruya White’ın verdiği cevap şöyleydi:

“İlk olarak Türk-İslamcılar Türk devlet kurumlarına şeriat hukukunu uyumlaştırma/dahil etmeye zorlamaya istekli değildiler; ikincisi ordu buna asla izin vermezdi; üçüncüsü de anketler Türk halkının şeriata dayalı bir hayata, genel olarak da din ve siyasetin karıştırılmasından yana olmadığını gösteriyordu.”

Bunlar, doğru tespitler.

Gerçekten de, “Türk-İslamcılar”, boş kurtçu olanı ve olmayanıyla, Türk devlet kurumlarına Şeriat hukukunu dâhil etme konusunda pek istekli değildiler ya da istekleri olan varsa bile onların da kararlılıkları ve cesaretleri, en önemlisi de güçleri yoktu.

İstenilen, iktidarı paylaşmak, iktidar olmanın sunduğu imkânlardan bir şekilde yararlanabilmekti.

Ordunun İslâmîleşmeye izin vermek istemeyeceği de, bilinmeyen bir sır değildi. Fakat asıl önemlisi, Türk halkının büyük çoğunluğu, Şerîat’a dayalı bir hayatı istemiyordu. Ki bunu, ara sıra yapılan kamuoyu araştırmaları da gösteriyordu ve hâlâ da göstermektedir.

*

Prof. White, “AK Parti'ye karşı 28 Şubat benzeri bir sıkıştırma bekliyor musunuz?” şeklindeki soruya ise, “Hayır,” diye cevap veriyor, “Onlar böyle bir hareketi kışkırtacak hiçbir şey yapmadılar. Tam aksini yaptılar.”

Onların böyle bir hareketi kışkırtacak hiçbir şey yapmadıklarını Amerikan akademisyenler ve siyasetçiler kadar Türkiye insanı da biliyor.

Bununla birlikte, “28 Şubat benzeri sıkıştırma” heveslilerinin “kışkırtılmaya” ihtiyaç duymadıklarını, kuzunun kurtun suyunu bulandırması hikâyesinde olduğu gibi, “kışkırtılmış gibi yapma” konusunda sınırsız bir hırs, yetenek ve gözü dönmüşlüklerinin bulunduğunu da çok iyi bilmekteyiz.

Bunlar, ne zaman kışkırtılmış rolü oynamaları gerektiğine de ancak Amerikalılar’ın karar verebileceğini, kendi kendilerine gelin güveyi olup kışkırtılmışlık sergilemelerinin sonunun pek iyi olmayacağını şu sıralarda anlamaya başlamış bulunuyorlar.

*

Çağdaş İslam’la ilgili 35 kitabı, makale ve konferanslarıyla tanınan Prof. Dr. John Esposito, “İslam’ın Geleceği” (The Future of Islam, Oxford University Press, 2010) adlı kitabında şöyle diyor:

“Kurucuları Recep Tayyip Erdoğan (Başbakan) ve Abdullah Gül (Dışişleri Bakanı ve şimdi Türkiye Cumhurbaşkanı) İslamî bir parti olan Refah ve onu izleyen Fazilet partisinde anahtar figürler olsalar da, AKP ekonomik kalkınma ve toplumsal muhafazakarlık üzerine daha güçlü bir vurgu yapan, daha kapsayıcı biçimde çoğulcu (İslami olmayan) bir parti olmayı tercih etti.

“AKP, Türkiye’nin AB'ye üyeliğini ve liberal piyasa ekonomisini savunan ılımlı, Batı yanlısı bir partidir. AKP’nin tarihi ve uygulamaları göstermiştir ki, politikanın realiteleri İslamcıları, deneyimlerden bir şeyler öğrenmeye, vizyonlarını genişletmeye, değişik seçim ortamlarına adapte olmaya ve etkin biçimde hükümet etmeye yöneltebilir….

“… Yurt içinde Ordu ve laik muhalefet tarafından ‘İslami yönelimli’ bir hükümete yönelik ifade edilen korkuların boş olduğu kanıtlandı.”

Esposito bilmediğimiz şeyleri söylemiyor. Ancak, onun vurguda bulunduğu “politikanın realiteleri” üzerinde özellikle durmak gerekiyor.

Akparti açısından bakıldığında, politikanın realitelerinin özellikle 28 Şubat Süreci anlamına geldiğini hepimiz biliyoruz.

Bu süreci hazırlayıp yöneten iç ve dış güçlerin amacı da, Türkiye’deki İslamcı oluşumları, kendi “realite”leri çerçevesinde yeniden biçimlendirmekti.

Bu açıdan, 28 Şubat Süreci’nin, hem Akparti’nin geldiği çizgi, hem Fethullahçı Takiyye Örgütü’nün “dinler arası diyalog” söylemini faaliyetlerinin odağına yerleştirmesi, hem de İskenderpaşa grubunun “millet tanımlarımız” yerine “sağduyu ve bağımsızlık” gibi kavramlara yapışarak herkesin “kendi anlayışı çerçevesinde sağduyulu” olması ütopyasını (ya da ham hayalini) siyaset anlayışının özü olarak benimsemesi (ve de boş kurtçu hale gelmesi) itibariyle, başarıyla sonuçlandığı inkâr edilemez.

*

28 Şubat Süreci’nde kullanılmış olan kadroların tasfiye edilmiş veya ediliyor olması, onun başarısız olduğu anlamına gelmez.

Şayet bir operasyon başarıyla tamamlanmışsa, o operasyonda kullanılan isimler de misyonlarını tamamlamış ve miadlarını doldurmuş olurlar. Ve onlar, bir araç olan operasyonun amacını benimsemek yerine, operasyonun bizzat kendisini amaç haline getirmeye çalışırlarsa, operasyonun amacına zarar vermeye başladıkları için tasfiye edilirler.

Esposito’nun kitabının Financial Times’teki tanıtımında ise şunlar söylenmektedir:

Esposito'nun analizine göre İslam’ın Reformasyona ihtiyacı yok: Reformcular Müslüman dünyanın her köşesinde çalışıyor. Batının kendisinin değişmeye ihtiyacı var….

“Esposito sorunun İslam’ın durağan olduğu ve ‘hiç Müslüman reformcu yok’ varsayımıyla yanlış yönlendirildiğine inanıyor. Yazar reformcu İslam'ın uzun ve şöhretli geleneğinin yaşadığını ve olumlu durumda bulunduğunu belirtiyor, şu görüşü savunuyor: ‘Bugünün reformcularının sayı ve çeşitliliği sık sık gündeme getirilen bir soruyla saptırılıyor, şüpheli imalarda bulunuluyor. 'Hiç Müslüman reformcu var mı?' deniliyor. Daha az olmasını dilerdim, çünkü aralarından temsilci örnekler seçerken zorlanmazdım.” (http://www.haberler.com/batida-konusulan-kitap-adalet-ve-kalkinma-partisi-haberi)

*

White’ın röportajının bütününe bakıldığında, elinden geldiğince objektif olmaya ve veriler ne söylüyorsa ona göre konuşmaya çalışan bir akademisyenle karşı karşıya olunduğu anlaşılıyor. Türkçe’ye Siyasal İslam’ın İflası adıyla çevrilen kitabıyla tanınan Olivier Roy’un ise, İslâmcılık konusunu çok daha iyi bildiği ve analiz ettiği inkâr edilemez.

Roy, herşeyden önce, konusuna ileri derecede hâkim bir isim. Eserinin önsözünde yer alan şu satırlar bile, bunu anlamak için yeterli:

“ ‘Müslüman’ terimini olgudan çıkanı kastetmek için (‘müslüman ülke’: nüfusunun çoğunluğu müslüman olan ülke; ‘müslüman aydın’: müslüman kökenli ve müslüman kültürden gelen aydın), ‘İslami” terimini ise niyetten çıkanı kastetmek için (‘İslami devlet’: İslam'ı, meşruiyetinin temeli yapan devlet; ‘İslami aydın’: düşüncesini bilinçli olarak İslam'ın kavramsal çerçevesi içinde düzenleyen aydın) kullanıyorum.”

Türkiye’deki aydın geçinen zır cahiller, kendilerini çok akıllı ve zeki zanneden angutlar ve geri zekâlılar, kavramlar ve terimler konusunda şu kadarcık bir dikkate ve hassasiyete sahip olsalardı, şahsen İslamcılık, dincilik ve dindarlık kavramları hakkında yıllardır yığınla yazı yazmak zorunda kalmazdım.

Görüldüğü gibi, Roy, kendi analizi çerçevesinde en uygun kavramları bulmaya uğraşıyor.

Önce, “olgu” ile “niyet” (olan ile olması istenen) arasında bir ayrım yapıyor ve bundan hareketle kavramlarını oluşturuyor.

Hiç kuşkusuz, “İslami [İslamcı] aydın”ı, “düşüncesini bilinçli olarak İslam’ın kavramsal çerçevesi içinde düzenleyen aydın” olarak tanımlarken de, çok önemli bir noktaya temas ediyor.

Ancak, Roy’un “müslüman-İslamî” ayrımı, kendi araştırması çerçevesinde tutarlı ya da elverişli olmakla birlikte, İslâm’ın kavramsal çerçevesi içinde başka terimlere tekabül etmektedir.

İslam’ın kavramsal çerçevesi, Roy ya da White gibi sosyal bilimci ya da gazetecilerin kavramsal çerçevelerine indirgenemez; fakat Roy’un böyle bir iddiası da yok zaten.

*

Evet, terminoloji ya da kavramsal çerçeve meselesi önemli..

Öyle ki, mesela bir siyaset bilimci ile sıradan bir insanın siyasal değerlendirmeleri arasındaki en temel fark, kullandıkları kavramsal çerçeve ile ilgilidir.

Belki aynı şeyi söylüyor olabilirler, ama siyaset biliminin kavramsal çerçevesi ya da terminolojisi ile konuşmayan bir kimse, hiçbir zaman siyaset bilimci olarak kabul edilemez.

İdeolojiler ve yandaşları için de durum budur.

Bir komünist, insanları sınıflandırırken kendi kavramlarını kullanır ve toplumu “sınıflar”dan ibaret görür. Ona göre, kimisi işçi sınıfındandır, kimisi kapitalist.

Bir milliyetçi ise topluma baktığında ırksal kökenleri ya da aidiyetleri fark eder; şu Türk, şu Arap, bu da Kürt’tür.

Buna karşılık bir müslüman (İslâmcı) için insanlar en temelde mümin, münafık ve kâfir olarak ayrılırlar.

Diğer özellikler tâlidir, başat nitelik taşımaz.

*

Bir komünist, kendisini kâfir ve muhatabını mümin olarak tanımladığında, kavramsal çerçevesini İslâm’dan ödünç aldığı için kendi ideolojisine göre düşünmeyi terk etmiş olacağı ve artık komünistliği ciddiye alınmayacağı gibi, bir müslüman da, İslâm’ın kavramsal çerçevesini terk ettiğinde artık müslümanca düşünmeyi hatta Müslümanlığı bırakmış olur.

O yüzden, bir müslüman (ya da Roy’un ifadesiyle İslâmcı) aydın için, düşüncesini “İslâm’ın kavramsal çerçevesi” içinde düzenlemek, ve Roy’un vurguladığı gibi bunu “bilinçli” bir biçimde yapmak önem taşır.

Bir aydına İslamcı denilebilmesi için düşüncesini “İslam’ın kavramsal çerçevesi” içinde oluşturuyor olması gerektiği gibi, bir hareketin de İslamcı sıfatını hak edebilmesi için, kavramsal çerçevesini İslam’dan alması gerekir.

*

Belki bunu fark ettiği için Erbakan “Milli Görüş” ve “Adil Düzen” gibi kavramları kullanıyordu.

Millet” kelimesi aslında bugün kullandığımız anlamından farklı ve dinî nitelikte bir kavram olduğu için, “Milli Görüş” şeklindeki bir adlandırma hem yasal engellere takılmıyor hem de farklı bir “niyet”i ifade edebiliyordu.

AK Parti ise daha baştan “liberal, demokratik ve laik” bir kavramsal çerçeve benimsedi. Onun ideolojisi “milli görüş” gibi farklı yorumlara imkân veren bir ifadeye dayanmıyordu, “muhafazakâr demokrasi”ydi.

Roy’un ifadelerine dönersek, söz konusu kitabında mevzu ile ilgili olarak şöyle diyordu:

İslamcılığın siyaset sahnesinden yok olduğu sanılmasın. Tersine, Pakistan'dan Cezayir'e kadar yaygınlaşıyor, sıradanlaşıyor, genel siyasal manzarayla bütünleşiyor, âdetleri ve çatışmaları belirliyor. Cezayir'de iktidara geleceğinden kuşku duyulmasın. Fakat başlangıçtaki hızını yitirdi. ‘Sosyal-demokratlaştı’.”

Benzer şekilde Türkiye’de İslâmcıların kısmen sosyal demokratlaştıklarını veya en azından laikleştiklerini söylemek mümkün olabilir.

Siyasî arenadaki İslâmcı hareketin, büyük ölçüde, laiklik ve demokrasi ideallerini önemseyen bir hareket halini aldığı görülüyor.

Söz konusu hareket, ‘ekonomik topluluk’ niteliğindeki Avrupa Topluluğu’na (AET) yıllarca karşı çıkmışken, bugün ‘siyasal birlik’ halini alan AB’den hiç rahatsız değil.

Özellikle AK Parti’nin, Türkiye’deki İslâmcıları laikleştirdiğini, demokratlaştırdığını ve AB yanlısı hale getirdiğini veya böyle bir işlev üstlendiğini hatırlatmak bile gereksizdir.

*

Kuşkusuz AK Partili bazı “eski İslâmcılar”, kendilerinin sosyal-demokrat olarak adlandırılmalarına itiraz edeceklerdir.

Ama “muhafazakâr demokratlık”ları ile “toplum”a olan bağlılıklarının toplamı “sosyal demokratlık” anlamına gelebilir.

Kapatma davası sırasında Avrupa’nın AK Parti’ye verdiği destek de bunun sonucudur.

Strasbourg'da ‘acil’ gündemle toplanan Avrupa Konseyi Parlamenterler Meclisi, Türkiye'deki demokratik kurumların işleyişi ile ilgili bir rapor hazırlamış ve bu rapor, 3 ‘ret’ ve 3 ‘çekimser’ oya karşı 65 parlamenterin desteğiyle kabul edilmişti.

Sosyalist Enternasyonal’e mensup parlamenterler de o süreçte AK Parti'ye destek vermekten geri kalmadılar.

Türkiye'de yaşananları ‘yargı darbesi’ olarak gören Sosyalist Grup Başkanı Andreas Gross, Anayasa Mahkemesi’nin asla parlamentonun yerini alamayacağını söylemişti.

Avrupa Birliği Karma Parlamento Komisyonu Eşbaşkanı Joost Lagendijk de, kapatma davasına atıfta bulunarak, “Avrupalı sosyal demokratlar CHP'den utanç duyuyor” diye konuşmuştu.

Türkiye ile AB arasındaki katılım müzakerelerini izleyen bir çalışma grubunun üyesi olan Sosyalist Partili Morgan Johansson da, yayınlanmak üzere Expressen gazetesine ve Türkiye’deki dostlarına gönderdiği “CHP, Sosyalist Enternasyonal’den atılmalı” başlıklı bir makale kaleme almıştı. Orada şunları söylüyordu:

“AKP aşırı İslamcı olmaktan uzak, geniş görüşlü, farklı fikirlere saygılı bir parti; sosyal politikalar konusundaki görüşleri de sosyal demokrasiye yakın.”

2007 yılında da, Alman Sosyal Demokrat Partisi, yayınladığı “21. Yüzyılda Sosyal Demokrat Dış Politika” adlı kitapta Avrupa’daki sosyal demokrat liderlerin yazdığı 47 makaleye yer vermişti. Türkiye mahreçli tek makale, Erdoğan’ın Avrupa Birliği ile ilgili bir yazısıydı.

*

Sonraki süreçte Avrupa ile AK Parti’nin arasının açılması, AK Parti’nin İslamcı hale gelmesinden kaynaklanmıyor.

Sebebi (Fethullahçılar gibi dinî grupları ve Kürtler gibi etnisiteleri Türkiye’nin iç siyasetine müdahale için kullanmak isteyen) Avrupa ve ABD’nin Türkiye’den beklentilerinin (ülkede “paralel devlet”ler oluşmasına yol açacak ölçüde) çok fazla oluşu.

AK Parti’nin ideolojisinin İslamcılık olmadığı sloganından bellidir: “Tek millet, tek bayrak, tek devlet, tek vatan!

Görüldüğü gibi (devlet düzeyinde) “tek din” yok..

Allahu Teala (devlet düzeyinde) “dinin yalnız Allah’a ait olması” gerektiğini bildiriyor (Bakara, 2/193), AK Parti ideolojisi ise devlet düzeyinde “dinler arasında tarafsız”.

Allahu Teala “Sizi kavim ve kabilelere ayırdık” buyuruyor (Hucurat, 49/13) AK Parti ideolojisi ise “Tek millet” diyor.

Türkiye’de yaşıyorsan ya Türk’sün ya da bir hiçsin..

İnsan bile değilsin..

Dahası derin güçlerin İslamcı olmayan “derin dindarcılığı”, “dinde güncelleme” yaparak “Kâfirle çatışmayı göze alan Müslüman'a Türk denir” diyor ve aklınca Müslümanlar’la alay ediyor.

Gerçekteyse kendisi alay konusu oluyor.

Bu tanıma göre şu anda Türkiye’de çok az Türk var.. Türkler Afganistan’da yaşıyor ve onların oradaki adı Türk değil, Taliban.

Bazı Türkler de Filistin’de.. Ne var ki onlara da orada kimse Türk demiyor.. Arap diyorlar.. Ya da HAMAS militanı..

*

Tek bayrak” meselesi daha da fecî.. Buna göre, Afganistan’ın Kelime-i Tevhid yazılı bayrağı bizim bayrağımız değil..

Tek bayraktan söz ettiğin zaman Mukaddes Emanetler arasında yer alan Sancak-ı Şerîf bile küme düşüyor.

Bir de IŞİD’in (DAEŞ’in) kullandığı bayrak var.. Erdoğan bu bayrak için Ellerindeki paçavra bayrak değil, bunların İslam’la alâkası yok demiş durumda.

Paçavra dediğin o bayrakta “La ilahe illallah, Muhammedun resulullah” yazılı..

“Sen bu bayrağı taşımaya layık değilsin” ya da “Bu bayrağın hakkını veremiyorsun, ona layık olamıyorsun” diyebilirsin, istismarcılık suçlaması da yapabilirsin, fakat, “Ellerindeki paçavra bayrak değil” dersen, o suçladığın insanlara bir zarar vermiş olmazsın, sadece kendin küfür söz söylemiş olursun.

Evet, o bayrağa paçavra diyemezsin!

Bunun hesabı sana ahirette sorulur.

*

Tek devlet, tek vatan”mış..

Tek Tanrı” diyemeyince insan işte (Hitler’in "Ein Volk, ein Reich, ein Führer" / "Tek Halk, tek İmparatorluk/devlet, tek Lider" sloganından mülhem) böyle saçma lafları slogan edinir.

Azerbaycan’a gidince “Tek millet, iki devlet” diyorsun.. Hani tek devletti?

Kıbrıs’a gidince de “yavru vatan”dan söz ediyorsun.. Hani tek vatandı?

Allah akıl fikir versin! Amin!

*

Değil “milliyetçi” ya da “muhafazakâr demokrat” olduklarını söyleyenler, “İslâmcı” olduklarını ileri sürdükleri halde İslâm dışı bir kavramsal çerçeve kullananlar bile, İslâm ile sahih bir bağlantı kuramazlar.

Roy, haklı olarak, ödünç bir söylemle, İslâm dışı bir kavramsal çerçeve ile İslâm’ı savunmanın gerçekte “İslam’ı laikleştirme” anlamına geldiğini ifade eder:

“Modernlik, müslüman ülkelerde İslam’ın dışında yerleşmektedir ve İslamcılar da dinin laikleşmesi sürecinin ilgili taraflarından biridirler.... Edinilmiş olan bir Batılılaşmayı [mevcut düzeni] reddederken, otantiklik mitosunu, [Batı’dan] ödünç aldıkları bir dilde [kavramsal çerçeve içinde], otantik olmayan içinde dile getirmektedirler [Mesela Şeriat kelimesini kullanmazlar, bir Batılı gibi insan haklarından, ahlâktan, iyi insan olmaktan vs. söz ederler, lügatlerinde “salih, müttekî, iyi müslüman” olma bulunmaz]. Çünkü bu modernlikten, hayal edilen bir gelenek adına, gerçek geleneğe dönüşün reddini ödünç almaktadırlar.”

Bunlar, önemli ifadeler. Fakat AK Parti söz konusu olduğunda “edinilmiş bir Batılılaşmayı reddetmek”ten söz etmek bile gereksizdir.

Çünkü reddetmiyorlar.

Evet, ödünç söylemlerden uzak durmak gerekiyor.

*

Türkiye’de İslâm’ı salt bir parti hareketi gibi algılayanlar, Türkiye Cumhuriyeti Anayasası ve Siyasal Partiler Yasası’na uymak zorunda olan partilerinin yanı sıra İslâm’ı da kısmen söz konusu mevzuata uygun biçimde anlamaya başladılar.

AK Parti, bu gelişmenin sonucu olarak ortaya çıkmıştır.

Bugün Saadet Partisi ile AK Parti, kendi ifadelerine bakılırsa, “Batılı anlamda” laikliği savunmaktadır. Diğer partiler de öyle..

Siyasal İslâmcılık adını verdiği olguyla ilgili olarak Roy, “Neden bu başarısızlık?” sorusunu yöneltiyor ve, “Bu, her şeyden önce düşünsel bir başarısızlıktır” hükmüne varıyor:

“İslamcı düşünceye göre bir yandan, İslami bir siyasal toplumun varlığı, müminin tam anlamıyla erdeme [güzel ahlâka] ulaşabilmesi için zorunlu bir koşuldur; öte yandan böylesi bir toplum ancak kendisini oluşturanların erdemiyle, en başta da yöneticilerin erdemiyle işleyebilir. Sonuç olarak, tam anlamıyla siyasal olan İslamcı düşünce gelişmesi içinde, siyaseti oluşturan her şeyle (kurumlar, karar mercileri, özel olandan ayrılmış bir alanın özerkliği) ilgisini kesip siyaseti yalnızca ahlaki bir araç gibi görerek, bir başka yoldan ulemanın ve reformcuların geleneksel algılamasına ulaşmış oluyor: İslamcıların gözünde, toplumun adil ve İslami olması için müslümanların erdemli olması yeterlidir.”

Böylece Roy, bir kısır döngüye işaret etmiş oluyor.

Roy’un bu tespitine katılmak mümkün değildir; çünkü tek başına fazilet/erdem/ahlâk yeterli değildir ve İslâmî bir düzen tasavvuru insanların erdemli olacakları ön kabulüne dayanmaz.

Böyle olsaydı, Şerîat’ın yasak ve cezalarından söz etmeye gerek kalmazdı; cezaların varlığı, İslâm toplumunda da birtakım ahlâk dışı eylemlerin icra edilebileceğinin kabul edildiğini gösterir.

Ancak, Türkiye gibi ülkelerde devletin laikliğini (siyasal dinsizliğini) tahkim etmeye uğraşan derin yapıların, kullandıkları oluşumlar (dinî grup, cemaat, tarikat) ve elemanlar (yazar-çizer, şairimsi, düşünürümsü) eliyle bu ahlâksız ve düşüncesiz ahlâkçılığı (yanına Şeriatçılık eleştirisi de ekleyerek) kamuoyuna pompaladıkları görülüyor. (Şeriatçılık eleştirisi yapmadan ahlâktan bahsetseler öpüp başımıza koyacağız da, bunların derdi ahlâk üzümü yemek değil, Şeriat bağcısını dövmek.. Ahlâk edebiyatı burada bahane..)

*

Böyle olmakla birlikte, “Siyasal İslâmcılık” olarak adlandırılan hareketlerin, kısmen de olsa, “düşünsel bir başarısızlık” anlamına geldiğini kabul etmek gerekiyor.

Çünkü, otantiklik mitosu ve “öze dönüş” çağrılarıyla başlayan hareketlerin “demokratlık ve laiklik” limanında demir atmaya başlamaları açık bir başarısızlıktır.

Ancak, Roy, kitabının önsözünde ifade ettiği gibi, bunalımın salt “Siyasal İslamcılık” ile ilgili olmadığını düşünüyor:

“Bunalım aynı zamanda, [İslam ülkelerindeki] laiklik, Marksizm ve milliyetçilik gibi modellerin de bunalımıdır.”

Ve Roy, düşüncelerini şöyle açıklıyor:

“Bununla birlikte, müslüman ülkelerde devletin bunalımı, İslami siyasal kültürün bir sonucu değildir.... İslam bir ‘neden’ değildir. Bir cevap olabilir miydi?...”

Adamın kafası çalışıyor, bizdekiler gibi geri zekâlı değil.. Aynı zamanda dürüst de..

Roy’un, yönelttiği bu soruya nasıl cevap verdiği fazla önem taşımıyor. İslâm, aslında tek doğru cevaptır.

Günümüzde İslâm’ın alternatifi olarak olarak ileriye sürülen yaklaşım laiklikten başkası değil.

Fakat laiklik, John Keane’in ifadesiyle, “bir hıristiyan projesidir”. O yüzden, AB hedefi de göz önüne alındığında, İslâm’ın alternatifi olarak ortaya sürülen şeyin, gerçekte laiklik adı altında Hıristiyanlık veya en azından yorum düzeyinde Hıristiyanlık gibi tahrif edilmiş, Hristiyanlığa benzetilmiş bir İslâm olduğu belki söylenebilir. (Buna bazıları İslam’ın protestanlaştırılması diyor. Fakat katolikleştirilmesi ve ortodokslaştırılması boyutu da var.)

*

Bütün bu hususlar, Türkiye’de, Erdoğan’ın Davos’ta sergilediği “one minute” türünden sembolik çıkışlarının, hamasi nutuklarının, Ayasofya’nın ibadete açılması gibi göz kamaştırıcı hamlelerinin, yandaş kalemlerin “son kale” köpürtmesinin, ve “Ver mehteri, ver dombırayı, ver coşkuyu!” tantanasının gölgesinde kaldı.

Gözlerden kaçırıldı.

Erdoğan’ın Davos’taki tepkisinin, İsrail’in, Gazze saldırısından önce Türkiye ile görüşerek, sanki o saldırı için Türkiye’den de onay almış gibi bir görüntü meydana getirme kurnazlığı yüzünden ortaya çıktığını unutmamak gerekiyor. Erdoğan o tepkiyi göstermesiydi, Hüsnü Mübarek’in o günkü konumuna düşecek, İsrail işbirlikçisi gibi görünecekti.

Bununla birlikte, dozajı daha düşük bir tepkiyle olayı geçiştirebilir ve Davos’a taşımayabilirdi. Davos’ta sergilenen tavır elbette takdire şayandır, fakat bu, AK Parti’nin “AB yanlılığı, İslamcılığın laikleştirilmesi ve muhafazakâr demokrasinin ideoloji olarak benimsetilmesi” eksenine oturmuş olan kurumsal kimliğini ve Türkiye’de üstlendiği misyonu ortadan kaldırmaz, belki kolaylaştırır.

Çünkü insanların savunma mekanizmaları böylesi sembolik çıkışlar tarafından yok edilir.

Nitekim yandaş yazarlar, arasıra, Batı’nın Erdoğan’ı niçin desteklemesi gerektiğini anlatmaya çalışırken bu noktaya vurguda bulundular, bulunuyorlar.

Örnek vermeden geçmeyelim.. Haber7.com yazarlarından Mehmet Acet, Yeni Şafak gazetesinde yayınlanan bir yazısında şunları söyleyebildi:

Önceki gün Beyoğlu Sohbetleri programında karşılaştığımız bir devlet yetkilisi ile ayaküstü kısa bir sohbet yaptık. 

(…) Bu şekilde, Trump’ın Beyaz Saray’a yerleşmesiyle ABD/Türkiye ilişkilerinin hangi doğrultuda ilerleyeceğine dair önemli ipuçları sunan bir takım bilgilere ulaştım

(…) Seçimlerden önce ABD Başkan adayı ve ekibi ile temas kurup daha o dönemde ilişki tesis etmek kıymetli bir şey olmuş. 

Kim düşündü ise tebrik etmek lazım. 

Olay şöyle gelişiyor: 

Donald Trump ve ekibi ile seçimlerden önce, ismi şu aşamada gizli tutulan bir işadamı üzerinden temas kuruluyor. 

(…) Bu temas sırasında, etkili sonuç üretecek bir nokta üzerinden hareket ediliyor. 

Erdoğan ve AK Parti tecrübesinin İslam Dünyası’ndaki radikal eğilimlerin panzehiri olan doğal rolünden bahsediliyor.

Peki sonuç ne oldu dersiniz?

Denilen şu: 

Trump’ın etrafında İslamofobik tipler mevcut olduğu gibi, Erdoğan’ın ‘İslam’da orta yolu’ temsil eden anti-radikalist doğal tutumunun kıymetini kavrayan bir grup da oluşmuş durumda.

(http://www.yenisafak.com/yazarlar/mehmetacet/ankaradan-trump-ve-ekibine-ulastirilan-o-mesaj-2034272)

Hadi bir örnek daha verelim.. Cem Küçük’ün Star Gazetesi’nin 1 Nisan 2016 Cuma günkü yazısında yayınlanmış olan “DAEŞ’in tek panzehiri Erdoğan’dır!” başlıklı yazısında (Erdoğan’a Batı’nın Ortadoğu’daki Don Kişot’u rolünü reva gören) şu satırlar yer alıyor:

“… Eğer DAEŞ bitirilecekse bu Erdoğan gibi Müslümanların kalbini kazanmış, aynı zamanda Batı sistemi içinde yer alan karizmatik liderle olur. Piyasa ekonomisine sahip, laik sistemi olan, AB’yle uyumlu ve çoğunluğu Müslüman bir ülkenin lideri DAEŞ’i geriletebilir. ,,, O yüzden DAEŞ’in tek panzehiri Erdoğan’dır. Türkiye’de eskisi gibi katı laik bir yönetim olsaydı DAEŞ karşısında hiçbir gücü olmazdı….”

(http://haber.star.com.tr/yazar/daesin-tek-panzehiri-erdoganndir/yazi-1100125)

Yoruma gerek var mı?!

*

Evet, Erdoğan’ın sembolik ve seremonik dindar çıkışları, AK Parti’nin “AB yanlılığı, İslamcılığın laikleştirilmesi ve muhafazakâr demokrasinin ideoloji olarak benimsetilmesi” eksenine oturmuş olan kurumsal kimliğini ve Türkiye’de üstlendiği misyonu ortadan kaldırmaz, kolaylaştırır.

Kaldı ki Erdoğan, Batı’ya ve İsrail’e karşı sergilediği “had bildiren” dindarca çıkışları geçmişte “Şeriatçı” diye bilinen kesimlere karşı da yapmış bulunuyor.

Mesela yıllarca “Din milliyetçiliği, bölge milliyetçiliği ve etnik milliyetçilik adına üretilen siyasetlerin, son kullanma tarihi geçmiştir” diye konuştu. Şunu dedi:

"Bizde etnik, bölgesel ve dinsel milliyetçilik yok. Bugün yine aynı noktadayız. Bizim dışımızdaki hiçbir parti bunları yapamadı."

(http://habervaktim.com/haber/179137/basbakan_konusuyor.html)

Yine Erdoğan, AK Parti'nin 12 Haziran 2011 seçimlerindeki adaylarının tanıtım toplantısında şu ifadeleri kullanıyordu:

"Bizim listemizdeki 550 kişi donanımlı, bilgili, yüreği millet aşkıyla dolu isimlerdir. Bu isimlerin içinde etnik ayrımcılık yapan bir kişi yok. Bu isimlerin içinde inanç ayrımı yapan bir kişi olamaz."

(http://www.internethaber.com/iste-ak-partinin-secim-slogani-341506h.htm)

Böylece şunu demiş oluyor: "Bu isimlerin içinde, yüreği inanç (İslâm) aşkıyla dolu bir kişi olamaz."

Gerçekte bir inancı benimsemek, inanç ayrımı yapmaktan başka birşey değildir.

İnanç ayrımı yapmamak ise, inançsız olmak anlamına gelir.

Din milliyetçiliği” tabirini ondan başka kullanan yoktuysa da, bununla neyi kastettiğini anlayabiliyoruz.

Milliyet ve milliyetçilik kelimeleri millet kelimesinden türediği için, “din milliyetçiliği”nden söz edilmesi aslında gayet doğal.

“Din milliyetçiliği” kavramında “din” yerine kendi dinimizin ismini koyduğumuzda ortaya “İslâm milliyetçiliği” tabiri çıkar.

Merhum Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır Hoca, Hak Dini Kur’an Dili’nde, “millet” kavramıyla ilgili olarak şu bilgileri vermektedir:

“Millet, … Zemahşerî'nin ‘Esas’ta beyanına göre; asıl mânâsı ‘tutulup gidilen yol’ demektir ki, eğri veya doğru olabilir. İşte bu anlamdan alınarak din ve şeriat mânâsında kullanılmıştır. Şehristanî'nin ‘el-Milel ve'n-Nihaldeki beyanına göre din, şeriat, millet denilen şeyler hadd-i zatında hep aynı şeylerdir. Ancak itibar edilen ve gözetilen mânâya göre, yine de her biri bir başka yönden diğerinden farklı bir anlam kazanır. İtikat ve iman bakımından din, amel ve tatbikat bakımından şeriat, sosyal bakımdan, yani sosyal realite bakımından millet denilir.”

Bu bilgiler dikkate alındığında “din milliyetçiliği” tabiri de yerine oturuyor. Bu açıdan bakıldığında bir müslümanın din milliyetçisi olmaması mümkün değildir.

Fakat Erdoğan, “Din milliyetçiliği adına üretilen siyasetin son kullanma tarihi geçmiştir” gibi, başkalarına aşağılayıcı gelebilecek bir ifadeyi kullanabiliyor.

Belki Erdoğan için “kullanma” tarihi geçmiş olabilir, ama Müslümanlar için “inanma” ve “ideal olarak benimseme” hiçbir zaman bir süre ya da tarihe bağlanamaz.

*

Evet, inanan insan, İslâmî idealleri kişisel olarak gerçekleştirecek güçte olmayabilir veya bunların belirli şartlar çerçevesinde gerçekleştirilmelerinin zor olduğunu düşünebilir, fakat yine de, bu ideallere karşı saygılı bir dil kullanmak zorunda olduğunu bilir.

İslâm âlimleri “küfr”ü, (Mehmed Zahid Kotku rh. a.’in Nefsin Terbiyesi kitabında aktardığı gibi) “Şer’an tâzimi vacip olan şeyleri tahkir, tahkiri vacip olanları tâzim” olarak boşuna tanımlamıyorlar.

Bu hatırlatma, bir fetva veya itham değil, sadece bir hatırlatmadır.

Böylece Erdoğan, sözde “din üzerinden siyaset yapmak”tan vazgeçmiş, “dindarlığı benimsemiş” oluyor, gerçekteyse bu tutumuyla dindarlığın içini bilerek veya bilmeyerek boşaltmaktadır. Bu tarz bir dindarlık yoktur ve olamaz.

Bununla birlikte, Erdoğan’ın bu konudaki söylemi ile eylemi arasında bir tutarlılık da mevcuttur. Erdoğan için “din milliyetçiliği”, “son kullanma tarihi geçmiş” bir şey olmasaydı, hıristiyan AB üyeliği hedefine böylesine kararlı ve katı biçimde kilitlenemezdi. (Bu noktada, Erdoğan’ın sergilediği hatanın aynısını çok daha şiddetli biçimde birtakım tarikat ve cemaatlerin de sergilediğini söylemek gerekiyor.)

Erdoğan’ın, geçmişte din istismarı yaptıklarını, artık bundan vazgeçtiklerini itiraf ettiği de biliniyor (Kaynak: http://www.hurriyet.com.tr/gundem/4370575_p.asp).

Bu itirafı, kendisi açısından bir özeleştiri kabul edilebilirse de, İslâm’la ilgili bütün talepleri ve başkalarına ait çalışmaları da “istismar” olarak görebilecek bir çizgiye doğru kaydığının işareti olarak yorumlanmaya müsaittir.

Bunun yanı sıra, (Mehmet Metiner’in de dile getirdiği) “din devletine inanmamak” gibi beyanları da oldu.

Bu tür beyanların, gereksiz olmanın ötesinde, İslamî bakış açısıyla değerlendirildiğinde itikaden tehlikeli olduğunu ayrıca söylemek, belki de lafı uzatmak olur.

*

Ancak, Türkiye’nin mevcut hukuk sistemi çerçevesinde, dinî talepleri bireysel olarak yüksek sesle telaffuz etmek din ve inanç hürriyeti kapsamında değerlendirilse bile, bunun siyasal alandaki tezahürlerinin Siyasal Partiler Yasası gibi düzenlemelerle engellendiği bir gerçektir.

Erdoğan isteseydi bile farklı bir siyaset izleyebilir miydi sorusuna cevap vermek kolay değildir, fakat böyle bir isteğinin bulunduğunu söylemek de, AB hedefi gibi stratejik ve uzun vadede çok önemli sonuçları olacak politikaları ve kendi beyanları düşünüldüğünde, mümkün görünmemektedir.

Partiler söz konusu olduğunda, onların birer “kurumsal kimliği”nin bulunduğunu, kendilerine özgü bir plan ve programa, bazen de ideolojiye sahip olduklarını unutmamak gerekir.

Kurumsal kimlik göz ardı edildiğinde hiçbir şey olduğu gibi anlaşılamaz.

Bunun yanı sıra, AK Parti’nin, geçmişin ANAP’ı gibi değişik eğilimlerin bir koalisyonu olduğunu hatırda tutmak gerekiyor.

Bu noktada, Erdoğan’ın Genelkurmay eski Başkanı Yaşar Büyükanıt’la yaptığı “gizli Dolmabahçe protokolü”nü de unutmamak önem taşıyor.

Bunun ardından Erdoğan’ın seçimlerde partisindeki “Millî Görüş” kalıntılarını neredeyse bütünüyle tasfiye ederek farklı kökenden gelenlerin önünü daha fazla açtığı da biliniyor.

*

Bu çerçevede, AK Parti’nin hangi şartlarda ortaya çıktığını hatırlamak da yararlı olacaktır.

Şayet 28 Şubat’ın bir marifeti olarak önce Refah, sonra da Fazilet Partisi kapatılmamış olsaydı, yani söz konusu siyasal hareketin parti teşkilatları iki defa yok edilmese ve tabanı umutsuzluğa mahkûm edilmeseydi, AK Parti’nin kurulması ve güçlenmesi mümkün olamazdı.

Erdoğan siyasî yasaklı olduğu halde, o dönemde, Hasan Celal Güzel için çıkarılan bir karar emsal kabul edilerek önü açıldı. Milletvekili ve başbakan olması sürecinde de hiçbir engellemeyle karşılaşmadı, bu konuda Baykal da elinden gelen desteği verdi.

Erdoğan sırf Ziya Gökalp’ten bir şiir okudu diye hapse atılmasaydı, bir sonraki seçimde muhtemelen İstanbul’a tekrar belediye başkanı olacak ve ayrı bir siyasal partinin liderliği için ortaya çıkması mümkün olmayacaktı.

Hapse atılması onu “mağdur” ve “mazlum” hale getirdi, sonra da özellikle Oğuzhan Asiltürk eliyle partisinden dışlandı, böylece kendi partisini kurma noktasına geldi, getirildi. Asiltürk’ün ölçüsüz ve anlamsız sivri lafları, Erdoğan’ın Erbakan’a küsüp yolunu ayırmasının mazereti olması ve çıkılan yolun taşlarını döşemesi bakımından önemliydi. (Asiltürk’ün böyle “faydalı sivrilikleri” az değil.. Esad Coşan Hoca – Erbakan ihtilafında da sahnede Asiltürk vardı.. Saadet’in genel başkanı olan Numan Kurtulmuş’un partisinden dışlanması ve AK Parti’ye iltihakla sonuçlanacak bir politik tünele girmesinin ardındaki isim de Asiltürk’tü.)

Öte taraftan o süreçte Refah ve Fazilet Partilerinin kapatılmış olması, yeni parti için “arazi”nin elverişli hale gelmiş olması demekti.. 

*

Sonuç olarak, AK Parti’yi konjonktürel nedenlerle destekleyen veya oy veren “İslâmcılar”ın, bu desteklerini mevcut şartlar çerçevesinde ortaya çıkan bir tür geçici siyasal ittifak gibi görmekle yetinmek yerine, Akparti’ye ait söylem ve politikaları benimser hale gelmeleri, Roy ve White gibi Batılı araştırmacıların “İslâmcılığın bittiği” tespitini doğrulayacaktır.

Bu durum, AK Parti’ye oy veren köken olarak “İslâmcı” kitlelerin, parti yönetimini etkileyebilme imkânlarının giderek ortadan kalkması, parti yönetiminin mevcut politika ve söyleminin onları ideolojik olarak dönüştürmesi anlamına da gelecektir. Gelmiştir.

AK Parti’nin toplumsal, ekonomik ve hukukî nitelikte birçok olumlu gelişmeye imza attığı bir gerçek olmakla birlikte, bunun bedeli “İslâmcılığın bitişi” olacaksa eğer, gelinen noktanın çok ağır ve kabul edilemez olduğunu belirtmek gerekir.

Doğal olarak, AK Parti’nin vaat ettiği “AB cenneti”ne özgü “Batılı anlamda laik, liberal ve demokrat” yaşamı ideal olarak benimseyenler için bu tespitin bir kıymeti yoktur, çünkü onlar için İslâmcılık zaten bitmiş demektir.

 

SELANİKLİ MUSTAFA ATATÜRK’ÜN OSMANLI DEVLETİ’NE "AÇIK" İHANETİ

  UĞUR MUMCU'NUN DİLİNDEN KARABEKİR-ATATÜRK KAVGASI – 39   Bir önceki bölümde, Selanikli’nin, (Tevfik Paşa kabinesinin güvenoyu almasın...