Sakın, Allah'ı zalimlerin
yaptıklarından habersiz sanma! Allah onları, gözlerin dehşetle dışarı
fırlayacağı bir güne erteliyor.
Elhamdulillâhi Rabbi'l-âlemîn. Ve's-salâtu ve's-selâmu alâ Rasûlinâ ve alâ âlihî ve sahbihî ...
Sakın, Allah'ı zalimlerin
yaptıklarından habersiz sanma! Allah onları, gözlerin dehşetle dışarı
fırlayacağı bir güne erteliyor.
https://archive.org/details/ortadogunun-pusulasiz-ve-rotasiz-gemisi
ORTADOĞU’NUN PUSULASIZ VE ROTASIZ GEMİSİ
Dr. Seyfi SAY
İÇİNDEKİLER
BİRİNCİ BÖLÜM: TÜRKİYE VE ORTADOĞU
MANİFESTO: SANA, BANA VE AK PARTİ’YE DAİR!
5
MİT, CIA, VE İSLAM ŞERİATİ’NE IŞİD (DAEŞ)
ELİYLE DÜZENLENEN İTİBAR SUİKASTİ 40
KENDİNİ SATARAK KARŞILIĞINDA BAĞIMSIZLIĞI ALMAK 44
AMERİKANCI SÜNNÎLİK 48
DARBECİ MISIR ORDUSU, ABD PARMAĞI, ARAP BAHARI, SURİYE
VE MEZHEPLER ÜSTÜCÜLÜK 52
“DÜNYANIN VİCDANI, MAZLUMLARIN UMUDU, SON KALE” VE
HASSAS KONULAR 55
AK PARTİ, RADİKAL DİNCİ EĞİLİMLERİN TÜRKİYE’DEKİ PANZEHİRİYMİŞ 57
MEDİNE’Yİ SAVUNMAK 64
AK PARTİ’NİN DIŞ POLİTİKASINDAKİ
KİMLİKSİZLİK 69
ASLINDA
YOK BİRBİRİMİZDEN FARKIMIZ 74
SUUD İHANETİ 81
YENİ KONSEPT 85
ABD’NİN
KASIM SÜLEYMANİ İLE VERDİĞİ MESAJ 89
İKİNCİ BÖLÜM: TÜRKİYE VE SURİYE
ABD’NİN PKK KARTI VE BAAS LOBİSİ 92
YANDAŞLARIN
CAMBAZLIK GÖSTERİSİ VE SURİYE 96
1 MART TEZKERESİNDE DÜŞÜLEN HATAYA DÜŞMEK İSTEMEMİŞMİŞ
106
BİRİLERİ
İŞBİRLİKÇİLİK YARIŞINDA, ABD İSE DİLEDİĞİNİ KARPUZ GİBİ SEÇİYOR 109
ERDOĞAN, ABD VE SURİYE 113
SURİYELİ “AŞIRILAR” 117
ESED’İN
YARDIMCISI ATTAR: ERBAKAN’IN UYARILARINI SONRADAN ANLADIK 121
ABD İLE
“SURİYE İŞBİRLİĞİ”NİN TÜRKİYE’YE FATURASI 127
ÜÇÜNCÜ BÖLÜM: TÜRKİYE, FİLİSTİN VE İSRAİL
TOPLANDILAR,
KONUŞTULAR, DAĞILDILAR 132
“İSRAİL’İN
ZEVALİ” 136
MAVİ
MARMARA’NIN TARİHE TANIKLIĞI 139
İKTİDARIN GAZZE ÇELİŞKİSİ: YUMURTA KÜFESİ DEĞİL,
PETROL TANKERİ 144
TARİH YAZMAK: GAZZE ÖLÜRKEN MİTİNGİN EN ÂLÂSINI BİZ
YAPMIŞTIK 150
"MESELE VATANSA FİLİSTİN'DEKİ İSRAİL ZULMÜ
TEFERRUATTIR" 156
DÖRDÜNCÜ BÖLÜM:
TÜRKİYE VE AFGANİSTAN
NATO’NUN SAFINDA, AFGAN MÜCAHİDİN KARŞISINDA 163
TANIMLANAMAYAN VE TANINMAYAN: AFGANİSTAN.. LOZAN'DA
TANIMLANAN VE TANINAN: TÜRKİYE 166
TALİBAN'IN "KÜÇÜK CİHAD"DAN SONRA GELEN "BÜYÜK
CİHAD"I 172
TALİBAN’IN ZAFERİ BAZI AK PARTİLİLERİ NİÇİN
RAHATSIZ ETTİ 188
YUSUF KAPLAN’IN ANLAYAMADIĞI 193
TÜRK DIŞ POLİTİKASININ SEFALETİ:
AFGANİSTAN ÖRNEĞİ 196
BURADAN ERDOĞAN’A SESLENİYORUM 202
BİRİNCİ BÖLÜM:
TÜRKİYE VE ORTADOĞU
MANİFESTO:
SANA, BANA VE AK PARTİ’YE DAİR!
“Dünün Erdoğan'ı yok
artık. O ‘İslami devlet’ diyen Erdoğan gitmiş, yerine ‘Din devletine karşıyım, dinsel
milliyetçiliğe hayır!’ diyen bir Erdoğan gelmiş. Dün Avrupa Birliği’ne
‘Hıristiyan kulübüdür’ diyerek karşı çıkan Erdoğan, bugün başbakan sıfatıyla AB
ile bütünleşmek için elinden geleni ardına koymamakta kararlı.”
Yukarıdaki
satırlar, AK Parti’nin eski milletvekillerinden Yeni Şafak
gazetesi yazarı, ekranların gediklisi Mehmet Metiner’e ait.
Ancak
bu ifadeler yeni değil, on yıllar öncesine ait (Bkz. Mehmet Metiner, “Dünden bugüne Tayyip Erdoğan”, Radikal, 6 Temmuz 2003).
Erdoğan,
Metiner’i bu konuda hiçbir zaman yalanlamadı.
Yukarıya
aldığımız ifadeler, günü gelince kullanılmak üzere bir köşede arşivlenmiş
açıklamalar da değildi; internetten hiç eksik olmadı. (Gazete kapandı ve
internet sitesine artık ulaşılamıyor, fakat gazete nüshası kütüphanelerde ve
özel arşivlerde duruyor.)
Metiner,
bu yazısından dolayı Erdoğan’dan özür dilemek zorunda da kalmadı. (Başka
hususlarda ondan da, Emine Erdoğan hanımefendiden de özür dilemek zorunda
kalmıştı.)
*
Gerçek
şu ki, Türkiye’deki İslâmî cemaat, kurum ve organizasyonları “içerden” kontrol
eden ve yönlendiren “derin yapı”, bir parçası olduğu “uluslararası düzen”in de
talepleri doğrultusunda, bu oluşumları kendileri açısından mutedil ve ılımlı,
İslâmî açıdan ise “ölçüsüzlük ve aşırılık” anlamına gelen bir çizgiye
sürüklemiş bulunuyor.
Bu
çerçevede, 28 Şubat Süreci ile birlikte, İslâmî cemaatlerin laikliği
içselleştirmesi operasyonu büyük ölçüde tamamlanmış bulunuyor. (Kimisi
Atatürkçü/Kemalist, kimisi boz ya da boşkurtçu, kimisi devletçi, kimisi
Türkiyeci, kimisi yerlici-millici, kimisi “İslamcılık karşıtı müslüman”, kimisi
“dincilik karşıtı dindar”, kimisi de “Şeriatçılıktan hazzetmeyen ahlâksız
ahlâkçı” oldu.)
Bu
sosyal “tepkime”nin katalizörlüğünü ise ne yazık ki AK Parti üstlenmiş
durumdaydı.
*
28
Şubat Süreci Türkiye’deki İslâmî hareketin laikleşmesinin önünü açtı.
Jakoben
laikçilerin “Asarız keseriz, gerekirse silah kullanırız, milyonlarca kişiyi
öldürürüz”lü, tanklı toplu açıklamalarından bunalan, yılgınlığa kapılan
dindar kitleler o dönemde çareyi AB’ci (Avrupa Birliği yanlısı) olmakta
bulmuştu.
Sürecin
ardındaki “derin yapı”, Müslüm Gündüz, Ali Kalkancı ve Fadime Şahin gibi
figürler ile (üyelerinin yüzde 40’ı görevli askerlerden oluşan) prefabrik
Aczimendeburi tarikatı gibi özel imalat örgütler vasıtasıyla (müstehcenlik
öğesi de eksik olmayan) amansız ve ahlâksız bir psikolojik savaş, kirli
bir algı operasyonu faaliyeti yürütmüş, dindar kitleleri sadece
korkutmakla yetinmemiş, aynı zamanda dindarlıklarından utanır hale
getirmişlerdi.
Askerler
Enver Ören gibi ılımlı bir ismi bile korkunç tehditlerle canından
bezdirmişlerdi.
O
sıralarda doktora öğrencisiydim ve beş kişilik sınıfımızdaki öğrencilerden
biri, sonradan Today’s Zaman’ın genel yayın yönetmenliğini yapan
(ve o sırada Zaman gazetesinde çalışmakta olan Boğaziçi mezunu) Bülent
Keneş’ti. (Şu anda İsveç’te yaşayan Bülent’i hatırlayacaksınız.. Erdoğan,
İsveç’in NATO üyeliğini onaylama şartı olarak Bülent’in iadesini istemiş,
İsveç hükümeti, İsveç Yüksek Mahkemesi’nin kararı gereği bu talebi
reddetmişti.) İşte bu Bülent, o günlerde bize, Fethullah Gülen’in 28
Şubatçılar için “Avcıların hiç acıması yok” demiş olduğunu söylüyordu.
(Aynı dönemde Fethullah, kamuoyu önünde askerlere “yağ” çekiyor, onların
“içtihat”larını övüyor, Başbakan Erbakan’a “tenafür”lerini sunuyordu.)
O
günlerde memleketin durumu buydu.
*
28
Şubatçılar’a karşı bırakın yüksek sesle karşı çıkılmasını, bir inilti, bir
fısıltı, bir vızıltı, bir mırıltı bile işitilmiyordu.
Herkes,
“Biz de dindarlar olarak şımardık canım.. Özeleştiri yapmalıyız, bizde
de kusur var, geçmişin mazlumları bugünün mağrurları olmamalıdır,
olmamalıydı” modunda konuşuyordu.
İstisnalar
ise sağdan da saysan, soldan da saysan, bir elin parmağını bulmuyordu.
Başta
gelen istisna, merhum Prof. Dr. Mahmud Esad Coşan Hoca’ydı.. O sırada
genel yayın yönetmenliğini yaptığım İslâm Dergisi’nin 28 Şubat’ı
izleyen Mart sayısında darbeci askerlere de, arkalarındaki İsrail’e de
sert bir şekilde yüklenmişti.
Fakat
bir ay sonra, Türkiye’de artık başına ne geleceğini kestiremediği için yurtdışına
çıkmış ve bir daha da dönememişti.
Diğer
bir istisna, Tank Hasan’dı.. Hasan Celal Güzel..
28
Şubat darbecilerinin emrindeki yargı onu hapse attı.. Hapisten çıktıktan sonra
da vebalı muamelesi gördü.. Yalnız bırakıldı.. Herkese küstü.. Hayata da.. Ve
küskün öldü.
Bir
diğer isim Muhsin Yazıcıoğlu’ydu.. “Türkiye İran olmayacaktır,
Cezayir olmayacaktır, fakat Suriye de olmayacaktır, buna izin vermeyeceğiz”
şeklindeki çıkışı Türkiye gündemine bomba gibi düşmüştü. (Ki böyle bir açıklama
yapmasını ondan isteyen, o sırada Almanya’da bulunan Esad Efendi’ydi.)
Yazıcıoğlu,
daha önce de, “Namlusunu millete çeviren tankı alkışlayamam” diyerek
darbe heveslilerine tepkisini göstermiş bulunuyordu.
Esad
Efendi karada, Yazıcıoğlu ise havada “trafik kazası” yaşayarak aramızdan
ayrıldılar.. Medyamızın yerli-milli yazarları (Ki bunların yerli-milli olduğuna
MİT de kesinlikle kefil olur diye düşünüyorum) ikisinin de katili olarak
“Barnabas İncili”ni göstermek için nedense çok mürekkep
harcadılar.
*
İstisnalardan
bir diğeri Nazlı Ilıcak’tı.. Ilıcak daha sonra bir kitap yazdı: “Demokrasiye
İnce Ayar – 28 Şubat Arşivi”.
Ilıcak
bu kitabında 28 Şubat’ın motoru ya da lokomotifinin MİT olduğunu,
askerlerin sadece avara kasnak aparat durumunda bulunduğunu belgeleriyle ortaya
koydu.
(Aynı
tespiti sonradan Müyesser Yıldız da yaptı:
28 Şubat
davasının 106 celsesinden 103’ünü izlemiş, binlerce sayfalık
klasörleri okumuş birisi olarak hemen şunu belirteyim:
“Sermayeyi
renklere ayıran” TSK
değil MİT’ti. Dahası “irtica” raporlarını hazırlayan, önce dönemin Cumhurbaşkanı merhum Süleyman
Demirel’e, ardından Genelkurmay’a ve nihayetinde MGK’ya brifingler
veren, özetle “28 Şubat”ın düğmesine basan da MİT’ti.
[https://muyesseryildiz.com/2022/05/10/kozmik-odada-fetocu-28-subatta-degil-oyle-mi/]
Görüldüğü gibi MİT,
ABD’ye, İsrail’e, beynelmilel Masonluğa çok güzel hizmet etmiş.
Eski MİT
müsteşarlarından/başkanlarından Fuat Doğu’nun "Ben
MİT müsteşarlığı yapmadım, CIA'nın şube müdürlüğünü yaptım. Bir CIA
yetkilisi gelse, beni Sinop'a götür dese onu oraya götürmekle memurum" demiş olduğu biliniyor. Konuşma
tarzından bundan ıstırap, acı ve utanç, hatta öfke duyduğu belli.. 28 Şubat’ın
MİT’çilerinin ise bu “hizmet”i büyük bir onur addederek şevkle ve keyifle
yaptıkları anlaşılıyor.
Kadirşinaslık
gereği onları benim de takdirle yâd etmem gerekiyor.
Çünkü o
süreçte merhum Esad Efendi’ye destek verdiğim ve 28 Şubat karşıtı tutumumu Sağduyu
Gazetesi’ndeki yazılarımda da sürdürdüğüm için onların özel ilgisine
mazhar oldum.. Cemaatteki “yıllanmış, kaliteli” adamları, bulunduğum
bazı ortamlarda sergiledikleri ilginç tavırlarla beni onurlandırıyorlardı.
Yine o
süreçte, Esad Efendi’nin Almanya’da, [28 Şubat’ın üzerinden üç buçuk
yılı aşkın bir süre geçmiş olduğu halde] 2000 yılı ortalarında, benim hakkımda
cemaat mensuplarına “Ben bu çocuğun canından endişe ediyorum.. MİT her yerde
bunun karşısına çıkıyor, onu buraya yerleştirebilir misiniz” demiş
bulunduğunu ancak 16 yıl sonra öğrenecektim.
Onlardan
olumlu cevap alamamış olacak ki, bunu ABD’deki cemaat mensuplarından da
istemişti.. ABD bana vize vermediği için bu gerçekleşmedi. Ben, merhumun
ABD’ye gitmemi İslamî tebliğ faaliyetinde bulunmam için istediğini
zannediyordum, meğer hayatımı kurtarmak istiyormuş.
Kimlerden?..
Bu soru
önemli.. “Barnabas İncili” ile bir ilgim yok.
Ne var ki,
Yazıcıoğlu’nun ölümünden iki ay kadar sonra, 2009 yılı ortalarında
zehirlendim..
Ölmedim..
Fakat perişan oldum, ellerimin üstü komple yaraydı.. Ölseydim, doğal bir ölüm
zannedilecekti.. Zaten o sırada sessiz, konuşup yazmayan, içine kapanık,
asosyal, İskenderpaşa Cemaati ile de ilişkisi kesilmiş basit bir devlet
memuruydum.. Ölümüm hiç dikkat çekmeyecekti.
Evet, Esad
Efendi haklıydı, MİT heryerde karşıma çıktı..
Ahirette de
çıkacaklar.)
*
Konuya
dönelim.. 28 Şubat döneminde darbecilere karşı bırakın yüksek sesle karşı
çıkılmasını, bir inilti, bir fısıltı, bir vızıltı, bir mırıltı bile
işitilmiyordu.
Dört
kişi bir tarafa bırakılırsa herkes korku ve panik içindeydi.
O
yıllarda MÜSİAD başkanı Erol Yarar periyodik olarak “duyarlı medya”
adlı toplantılar düzenliyor, dindar camianın bütün gazete ve dergilerinin
temsilcileri bu toplantılarda biraraya gelip birlikte yemek yiyor ve gündemdeki
konular hakkında görüş alışverişinde bulunuyorlardı.
Bu
toplantıların sonuncusu Eyüp’te Akit (veya Vakit,
her neyse) gazetesinin ev sahipliğinde yapılmıştı. Normalde bu toplantılarda
lafa karışmıyor, konuşulanlara kulak vermekle yetiniyordum. İlk ve son kez söz
alıp, oturduğum yerden, medya olarak 28 Şubatçılar’a tepki göstermemiz,
dik durmamız gerektiğine dair bir konuşma yaptım.. Amacım cesaret vermekti..
Böylesi zamanlarda insanlar cesaret verici konuşmalara ihtiyaç duyarlar.
Sözlerime ne itiraz geldi, ne de destek.. Fakat, dinleyicilerin yüzlerinden,
hoşlanmadıkları anlaşılıyordu.. (Bunların bazılarının MİT’in elemanı ya
da muhbiri olduğunu tahmin etmek için istihbarat uzmanı olmak gerekmiyor.)
Toplantıdan sonra Samanyolu TV’ciler, arabasız gelip de karşıya
gidecek olanları götürebileceklerini söyleme nezaketi sergilediler, evim
onların merkezine yakın olduğu için onlara katıldım ve yolda yaşlı bir
cemaatçi, benim yaptığım konuşmanın Türkiye gerçeklerine uymadığına dair bir
değerlendirme yaptı.. Öyle zannediyorum ki ben konuşurken yüzümü görmemiş
olduğu için onları söyleyenin de o anda yanlarında olduğundan habersizdi..
Birşey demedim.
Evet,
o süreçte korku dağları tutmuştu ve kimseden ses çıkmıyordu.
Erdoğan’dan
da ses seda yoktu.. Evet, hapis yattı, fakat Ziya Gökalp’in ilgisiz ve önemsiz
bir şiirini okudu diye..
Onun
hapisliği de, sonraki süreçte yaşadıkları da ayrı bir muamma..
Hapisten
çıktığında Hasan Celal Güzel gibi yalnızlığa mahkum edilmedi..
Önü
açıldı..
Milli
Görüş gömleğini çıkarıp yoluna devam etti.
Böylece
yazıya başlamış olduğumuz noktaya geri gelmiş, Mehmet Metiner’in
aktardığımız tespitlerine dönmüş oluyoruz.
*
Evet,
28 Şubat, dindar kesimi laikleştirdi.
AB’ci
hale getirdi.
O
kadar AB’ci hale getirdi ki, postmodern darbeden beş yıl sonra Büyük Birlik
Partisi’nin haftalık Hür Gelecek gazetesinde köşe yazarlığı
yaptığımda, Yazıcıoğlu’nun bile AB’ye katılım konusuna sıcak bakmaya başlamış
olduğunu farkettim.
Karşı
yönde yazı yazdım.. Yazıcıoğlu, sizin haklı olduğunuzu gördüğünde bunu gurur
meselesi yapmıyor, hak veriyordu. En azından ses çıkarmıyordu. Onu böyle
tanıdım. (Tarlası fena halde “sürülmüştü”, o ayrı mesele.)
Bir
yıl sonra, Yeni Şafak gazetesi yazarlarıyla e-mail vasıtasıyla
bazı tartışmalarım oldu.. Onlar da aynı şekilde AB otobüsünün yolcuları
durumundaydılar.. Otobüse tıkış tıkış doluşmuşlardı, izdiham yüzünden kimisi
otobüsün üstüne yerleşmiş, kimisi cama yapışmış haldeydi.. Onlara da gittikleri
yolun yanlış olduğunu anlatmaya çalıştım, bazısı tepki gösterdi, bazısı da
susup izledi.. Destek veren yoktu. (Sadece Prof. Hayrettin Karaman, bir
mesajımı köşesine taşıma nezaketi sergiledi.. O günlerde Yeni Şafak,
dikkatle takip edilen bir gazeteydi. Fehmi Koru’dan Ahmet Taşgetiren’e,
Ali Bayramoğlu’ndan Kürşat Bumin’e, Ahmet Kekeç’ten Mehmet
Ocaktan’a, ilahiyat stand-up’çısı ve lafçısı Mustafa İslamoğlu’ndan
felsefe gafçısı Dücane Cündioğlu’na, Nazif Gürdoğan’dan Rasim
Özdenören’e kadar pekçok isim orada yazıyordu. Ve bu gazete, AK Parti ile
elele vermiş şekilde “dindarların laikleştirilmesi, AB’cileştirilmesi,
ılımlı Kemalistler haline getirilmesi” operasyonunun dinamosu olarak hizmet
vermekteydi. Bu gazete yazarlarını bir okur sıfatıyla uyarmanın faydalı
olabileceğini düşünmüştüm. Mesajlarımdan duyduğu rahatsızlığı en çok belli eden
kişi “müslümanca düşünme” pazarlamacısı Rasim Özdenören’di. Dücane o zaman da
yazılarında “düzenbaz” mesajlar vermeyi ihmal etmiyordu ve Kanal7’de
Ahmet Hakan Coşkun “İskele Sancak” programının jeneriğinde onun
görselini kullanıyordu.. Dücane o sıralarda “büyük İslam düşünürü”ydü.)
Evet,
memleket 28 Şubat yüzünden bu hale gelmişti.. Getirilmişti..
AB’cilik
ve ılımlı laikçilik almış başını yürümüştü.
*
Erbakan’ın
D-8’ler projesi de gündemden düşmüş, AK Parti iktidarı ile birlikte
devreye Büyük Ortadoğu Projesi girmişti.
Erdoğan
da bu projede bütün haşmetiyle yerini almıştı. Nitekim Ocak 2004’te Suudi Arabistan'ın Cidde kentinde
TOBB-DEİK İş Konseyi'nin yemeğine katılarak Türk ve Suud işadamlarına hitaben
bir konuşma yapmış, şunları söylemişti:
“Altını çizerek bir şey söylemek istiyorum.
Yalnız, yanlış anlaşılırım endişesini de taşıyorum. Ben İslam Ortak
Pazarı anlayışını doğru bulmuyorum. Çünkü, ne olursa olsun bu
birliktelikleri ne etnik, ne dini kökene ne de coğrafyaya bağlı olarak
düşüneceğiz. Artık dünyada bunların hiçbirisi kaldı mı?
“Ekonomi ilişkilerde böyle bir şey var mı? Kuruluşları
böyle oluşturmaya kalktığımız anda kamplaşmalar başlar, münasebetler
kesilebilir. Biz, şöyle bir şey koyabiliriz; ekonomik ve ticari alanda ortak
kalkınan ülkeler birliği diye bir şey oluşabilir. Burada ortak payda dayanışma
olabilir. Dünyadaki küreselleşmeyle doğru orantılı veya
paralel olmalıdır.”
(https://bigpara.hurriyet.com.tr/haberler/politika-haberleri/erdogan-islam-ortak-pazari-olmaz_ID477735/)
Daha
sonraki süreçte ise, kendisine Arap toplumlarının laikliği içselleştirmesi için
sanki bir tür taşeronluk görevi verilmiş gibi, Araplar’a laiklik (yani
Şeriat’ten vazgeçme) tavsiyesinde bulunduğu görülecekti. Mısır’da şu ifadeleri
kullanma ihtiyacı duymuş bulunması, dikkatle değerlendirme konusu yapılmayı hak
ediyor:
“Türkiye’de
anayasa laikliği, devletin her dine eşit mesafede olması olarak tanımlar.
Laiklik kesinlikle ateizm değildir. Ben Recep Tayyip Erdoğan olarak Müslümanım
ama laik değilim. Fakat laik bir ülkenin başbakanıyım. Laik bir rejimde
insanların dindar olma ya da olmama özgürlüğü vardır.”
“Ben Mısır’ın
da laik bir anayasaya sahip olmasını tavsiye ediyorum. Çünkü laiklik din
düşmanlığı değildir. Laiklikten korkmayın. Umarım ki Mısır’da yeni rejim laik
olacaktır. Umuyorum ki benim bu açıklamalarımdan sonra Mısır halkının laikliğe
bakışı değişecektir.”
(http://www.haber7.com/haber/20110914/Erdogan-Muslumanim-ama-laik-degilim.php)
Bu
satırlar yazıldıktan bir gün sonra, Mısır İhvan-ı Müslimîn'inin, yani Müslüman
Kardeşler teşkilatının, Erdoğan'ın açıklamalarına tepki gösterdiği medyaya
yansıdı.
Gönül
isterdi ki, Türkiye'de de bu tür konularda duyarlı grup ve cemaatler bulunsun.
Erdoğan, bu tepkiyle ilgili olarak daha sonra şu açıklamayı yapmıştı:
“Bir çeviri hatasıyla, benim sözlerim yanlış anlamaya yol açtı.
Çünkü Arapça’da ‘dinsizlik’ anlamına gelen bir kelime var. Laiklik terimi
olarak o seçilince tepki oldu. Halbuki, laiklik din düşmanlığı demek değildir.
Devlet bütün inançlara eşit mesafededir. Onların inançlarının da garantörüdür.
Laiklikten korkmayın derken bunu kastediyoruz.” [Kaynak: http://www.rotahaber.com/basbakan-ilk-kez-mitpkk-konustu_206653.html]
Ben
de buradan Erdoğan’a çok basit bir soru yöneltiyorum:
Bu
ülkede, “Kur’an ve Sünnet’e göre yönetilmek istiyorum” diyenlerle
“İstemiyorum” diyenler eşit haklara sahip mi?
Bu
iki kesim devlet kurumları tarafından aynı muameleye mi tabi tutuluyor?
*
Ancak,
Türkiye’deki İslâmcıların laikleşmesi süreci AK Parti ile sınırlı değil.. Diğer
“dindar” partilerde de benzer kusurlar bir ölçüde var.. Hatta dinî cemaatler
bile (bir iki istisna dışında) aynı durumda..
Bu
yüzden, AK Parti’ye yönelik tepki ve eleştirilerinin aynı söylemleri paylaşma
konusunda lüzumsuz bir yarış ve “düzen” açısından makbul kabul edilebilecek
uyarıların ötesine geçmediği görülüyor. AK Parti’ye yönelik, “İnsan
haklarının hayata geçirilmesi, din ve vicdan hürriyetinin uygulanması alanında
gerekli adımlar atılmadı” şeklinde yöneltilecek bir eleştiri, kavramsal
çerçevesi itibariyle “İslâmcı” değil, liberal bir bakış açısını yansıtması
nedeniyle, İslâmî açıdan bir değer taşımamaktadır.
Çünkü
burada ne AK Parti’ninkinden farklı ve İslâmcı olarak nitelendirilebilecek bir
“dil” mevcuttur, ne de AK Parti’nin ideolojik yaklaşımlarına yönelik bir
eleştiri... Burada, AK Parti’yle “aynı söylemi paylaşma”, fakat onun bu
söylemin gereğini yerine getiremediği iddiasıyla muhalefette bulunma durumu
ortaya çıkmaktadır.
Böylesi
bir muhalefet, uygulama açısından bir tepki olarak görülecek olsa da, zihniyet
düzeyinde bir onaylama halini alır.
Üstelik,
bu “insan hakları ve din ve vicdan hürriyeti” vurgulamasını bizzat Avrupa
Birliği fazlasıyla yapmaktadır.
Nitekim
dönemin AB Komisyonu Başkanı Jose Manuel Barroso, 2000’li yıllarda resmî
ziyaret için Ankara’ya geldiğinde, Başbakan’la birlikte yaptığı basın
toplantısı sırasında, “Demokratik laiklikte din yokmuş gibi davranılamaz.
Bir bireyin kadın olsun erkek olsun bireysel haklarını tanımak gerekir. Böyle
olunca devlet ile toplum arasındaki en iyi ilişki kurulmuş olur” diye
konuşmuştu.
Yine
Barroso tarafından, “Demokratik laiklikten bahsederken bir din
yokmuş gibi davranamayız. Toplumda din vardır. Demokratik devletin de din
özgürlüğüne saygı göstermesi gerekir” uyarısı da yapılmıştı. Barroso, “AB
olarak bizim laiklik anlayışımız budur” diyordu. Başörtüsüyle ilgili olarak
da, “Türban her kadının kendi karar alması gereken bir konudur”
şeklinde konuşmuştu.
*
Demek
oluyor ki, AK Parti’ye yöneltilecek insan hak ve hürriyetleriyle ilgili bir
eleştiri, bunların neler olduğu bile vurgulanmadığı sürece, belki AB
reformlarının takipçisi gibi görülmeyi sağlayabilir, fakat, kavramsal
çerçevenin liberalliği ve içeriğin bulanıklığı nedeniyle İslâmcı olarak
nitelendirilmeyi hak ettirecek bir duruş olarak görülemez.
AK
Parti’ye yönelik “İslâmcı” sayılabilecek gerçek ve gerçekçi bir muhalefet,
onun yapmadığı veya yapamadığı hususlara değil, öncelikle ve özellikle, yapması
gerekmediği ve yapmayabileceği halde yaptığı hususlara ve ideolojik düzeyde
savunmak zorunda olmadığı halde savunduğu noktalara odaklanmalıdır.
Gerçekten
de AK Parti, “muhafazakâr demokrasi”yi ideoloji olarak seçmek zorunda
değildi, “Milli ve manevi değerlere saygılı bir parti” olduğunu
vurgulayarak konuyu geçiştirebilirdi. Ve Erdoğan, yukarıda aktardığımız ve
aşağıda aktaracağımız türden beyanlardan kaçınabilirdi.
Zinanın
suç olmaktan çıkarılması, İstanbul Sözleşmesi’nin imzalanması gibi
hatalar yapılmayabilirdi.
*
2007
yılında, Aksiyon dergisinden Aydoğan Vatandaş, bir Amerikan
akademisyenle, Prof. Dr. Jenny White’la Akparti’nin ideolojisiyle ilgili
bir röportaj yapmıştı. Prof. White, “Sizce AK Parti'nin geleceği, Türkiye'de
İslamcılığın geleceğidir denilebilir mi?” şeklindeki soruyu şöyle
cevaplandırıyordu:
“İslamcılık çoktan sona erdi. 6-7 yıl önce
aslında bitti bu. Benim bildiğim akademisyenler arasında da artık
kullanılmıyor. İslamizm 1990'larda Müslüman modeli siyasete dönmüş gibi görünen
Türkiye'de siyasi İslam'a dayalı 1980'lere ait bir hareketti. Bu modele göre
kamu görevlileri birey olarak dindar Müslüman olabilirler ve bununla birlikte
bir çeşit teknoloji olarak gördükleri seküler demokratik bir hükümet idare
edebilirler. Bu görüş Türk İslamı’nın Orta Asyalı, Osmanlı ve Sufi mirası
nedeniyle Arap İslamı’ndan farklı olduğu ve tabiat olarak da daha toleranslı
olduğu önermesine dayalıdır. AK Parti kurulduğunda, zaten seleflerinden daha
ılımlıydı. 1980'lerde, Erbakan'ın konuşmaları oldukça radikaldi.”
(http://www.aksiyon.com.tr/detay.php?id=25470).
Bunu,
İslâm’ın ya da İslâmcılığın değil, siyaset arenasındaki İslâmcıların bitişi
olarak değerlendirmek daha doğru olur.
“Türkiye'de
İslamcılık neden öldü?” şeklindeki soruya White’ın verdiği cevap şöyleydi:
“İlk olarak Türk-İslamcılar Türk devlet
kurumlarına şeriat hukukunu uyumlaştırma/dahil etmeye zorlamaya istekli
değildiler; ikincisi ordu buna asla izin vermezdi; üçüncüsü de anketler Türk
halkının şeriata dayalı bir hayata, genel olarak da din ve siyasetin
karıştırılmasından yana olmadığını gösteriyordu.”
Bunlar,
doğru tespitler.
Gerçekten
de, “Türk-İslamcılar”, boş kurtçu olanı ve olmayanıyla, Türk devlet kurumlarına
Şeriat hukukunu dâhil etme konusunda pek istekli değildiler ya da istekleri
olan varsa bile onların da kararlılıkları ve cesaretleri, en önemlisi de
güçleri yoktu.
İstenilen,
iktidarı paylaşmak, iktidar olmanın sunduğu imkânlardan bir şekilde
yararlanabilmekti.
Ordunun
İslâmîleşmeye izin vermek istemeyeceği de, bilinmeyen bir sır değildi. Fakat
asıl önemlisi, Türk halkının büyük çoğunluğu, Şerîat’a dayalı bir hayatı
istemiyordu. Ki bunu, ara sıra yapılan kamuoyu araştırmaları da gösteriyordu ve
hâlâ da göstermektedir.
*
Prof.
White, “AK Parti'ye karşı 28 Şubat benzeri bir sıkıştırma bekliyor musunuz?”
şeklindeki soruya ise, “Hayır,” diye cevap veriyor, “Onlar böyle bir
hareketi kışkırtacak hiçbir şey yapmadılar. Tam aksini yaptılar.”
Onların
böyle bir hareketi kışkırtacak hiçbir şey yapmadıklarını Amerikan
akademisyenler ve siyasetçiler kadar Türkiye insanı da biliyor.
Bununla
birlikte, “28 Şubat benzeri sıkıştırma” heveslilerinin “kışkırtılmaya”
ihtiyaç duymadıklarını, kuzunun kurtun suyunu bulandırması hikâyesinde
olduğu gibi, “kışkırtılmış gibi yapma” konusunda sınırsız bir hırs,
yetenek ve gözü dönmüşlüklerinin bulunduğunu da çok iyi bilmekteyiz.
Bunlar,
ne zaman kışkırtılmış rolü oynamaları gerektiğine de ancak Amerikalılar’ın
karar verebileceğini, kendi kendilerine gelin güveyi olup kışkırtılmışlık
sergilemelerinin sonunun pek iyi olmayacağını şu sıralarda anlamaya başlamış
bulunuyorlar.
*
Çağdaş
İslam’la ilgili 35 kitabı, makale ve konferanslarıyla tanınan Prof. Dr. John
Esposito, “İslam’ın Geleceği” (The Future of Islam,
Oxford University Press, 2010) adlı kitabında şöyle diyor:
“Kurucuları Recep Tayyip Erdoğan
(Başbakan) ve Abdullah Gül (Dışişleri Bakanı ve şimdi Türkiye Cumhurbaşkanı)
İslamî bir parti olan Refah ve onu izleyen Fazilet partisinde anahtar figürler
olsalar da, AKP ekonomik kalkınma ve toplumsal muhafazakarlık üzerine daha
güçlü bir vurgu yapan, daha kapsayıcı biçimde çoğulcu (İslami olmayan) bir
parti olmayı tercih etti.
“AKP, Türkiye’nin AB'ye üyeliğini ve
liberal piyasa ekonomisini savunan ılımlı, Batı yanlısı bir partidir. AKP’nin
tarihi ve uygulamaları göstermiştir ki, politikanın realiteleri
İslamcıları, deneyimlerden bir şeyler öğrenmeye, vizyonlarını genişletmeye,
değişik seçim ortamlarına adapte olmaya ve etkin biçimde hükümet etmeye
yöneltebilir….
“… Yurt içinde Ordu ve laik muhalefet
tarafından ‘İslami yönelimli’ bir hükümete yönelik ifade edilen korkuların boş
olduğu kanıtlandı.”
Esposito
bilmediğimiz şeyleri söylemiyor. Ancak, onun vurguda bulunduğu “politikanın
realiteleri” üzerinde özellikle durmak gerekiyor.
Akparti
açısından bakıldığında, politikanın realitelerinin özellikle 28 Şubat Süreci
anlamına geldiğini hepimiz biliyoruz.
Bu
süreci hazırlayıp yöneten iç ve dış güçlerin amacı da, Türkiye’deki İslamcı
oluşumları, kendi “realite”leri çerçevesinde yeniden biçimlendirmekti.
Bu
açıdan, 28 Şubat Süreci’nin, hem Akparti’nin geldiği çizgi, hem Fethullahçı
Takiyye Örgütü’nün “dinler arası diyalog” söylemini faaliyetlerinin
odağına yerleştirmesi, hem de İskenderpaşa grubunun “millet tanımlarımız”
yerine “sağduyu ve bağımsızlık” gibi kavramlara yapışarak herkesin “kendi
anlayışı çerçevesinde sağduyulu” olması ütopyasını (ya da ham hayalini)
siyaset anlayışının özü olarak benimsemesi (ve de boş kurtçu hale gelmesi)
itibariyle, başarıyla sonuçlandığı inkâr edilemez.
*
28
Şubat Süreci’nde kullanılmış olan kadroların tasfiye edilmiş veya ediliyor
olması, onun başarısız olduğu anlamına gelmez.
Şayet
bir operasyon başarıyla tamamlanmışsa, o operasyonda kullanılan isimler de
misyonlarını tamamlamış ve miadlarını doldurmuş olurlar. Ve onlar, bir araç
olan operasyonun amacını benimsemek yerine, operasyonun bizzat kendisini amaç
haline getirmeye çalışırlarsa, operasyonun amacına zarar vermeye başladıkları
için tasfiye edilirler.
Esposito’nun
kitabının Financial Times’teki tanıtımında ise şunlar
söylenmektedir:
“Esposito'nun
analizine göre İslam’ın Reformasyona ihtiyacı yok: Reformcular Müslüman
dünyanın her köşesinde çalışıyor. Batının kendisinin değişmeye ihtiyacı var….
“Esposito sorunun İslam’ın durağan olduğu
ve ‘hiç Müslüman reformcu yok’ varsayımıyla yanlış yönlendirildiğine inanıyor.
Yazar reformcu İslam'ın uzun ve şöhretli geleneğinin yaşadığını ve olumlu
durumda bulunduğunu belirtiyor, şu görüşü savunuyor: ‘Bugünün reformcularının
sayı ve çeşitliliği sık sık gündeme getirilen bir soruyla saptırılıyor, şüpheli
imalarda bulunuluyor. 'Hiç Müslüman reformcu var mı?' deniliyor. Daha az
olmasını dilerdim, çünkü aralarından temsilci örnekler seçerken zorlanmazdım.”
(http://www.haberler.com/batida-konusulan-kitap-adalet-ve-kalkinma-partisi-haberi)
*
White’ın
röportajının bütününe bakıldığında, elinden geldiğince objektif olmaya ve
veriler ne söylüyorsa ona göre konuşmaya çalışan bir akademisyenle karşı
karşıya olunduğu anlaşılıyor. Türkçe’ye Siyasal İslam’ın İflası
adıyla çevrilen kitabıyla tanınan Olivier Roy’un ise, İslâmcılık
konusunu çok daha iyi bildiği ve analiz ettiği inkâr edilemez.
Roy,
herşeyden önce, konusuna ileri derecede hâkim bir isim. Eserinin önsözünde
yer alan şu satırlar bile, bunu anlamak için yeterli:
“ ‘Müslüman’ terimini olgudan
çıkanı kastetmek için (‘müslüman ülke’: nüfusunun çoğunluğu müslüman
olan ülke; ‘müslüman aydın’: müslüman kökenli ve müslüman kültürden
gelen aydın), ‘İslami” terimini ise niyetten çıkanı kastetmek için (‘İslami
devlet’: İslam'ı, meşruiyetinin temeli yapan devlet; ‘İslami aydın’:
düşüncesini bilinçli olarak İslam'ın kavramsal çerçevesi içinde düzenleyen
aydın) kullanıyorum.”
Türkiye’deki
aydın geçinen zır cahiller, kendilerini çok akıllı ve zeki zanneden angutlar ve
geri zekâlılar, kavramlar ve terimler konusunda şu kadarcık bir dikkate
ve hassasiyete sahip olsalardı, şahsen İslamcılık, dincilik ve dindarlık
kavramları hakkında yıllardır yığınla yazı yazmak zorunda kalmazdım.
Görüldüğü
gibi, Roy, kendi analizi çerçevesinde en uygun kavramları bulmaya uğraşıyor.
Önce,
“olgu” ile “niyet” (olan ile olması istenen) arasında bir ayrım
yapıyor ve bundan hareketle kavramlarını oluşturuyor.
Hiç
kuşkusuz, “İslami [İslamcı] aydın”ı, “düşüncesini bilinçli olarak
İslam’ın kavramsal çerçevesi içinde düzenleyen aydın” olarak tanımlarken
de, çok önemli bir noktaya temas ediyor.
Ancak,
Roy’un “müslüman-İslamî” ayrımı, kendi araştırması çerçevesinde tutarlı
ya da elverişli olmakla birlikte, İslâm’ın kavramsal çerçevesi içinde başka
terimlere tekabül etmektedir.
İslam’ın
kavramsal çerçevesi, Roy ya da White gibi sosyal bilimci ya da gazetecilerin
kavramsal çerçevelerine indirgenemez; fakat Roy’un böyle bir iddiası da yok
zaten.
*
Evet,
terminoloji ya da kavramsal çerçeve meselesi önemli..
Öyle
ki, mesela bir siyaset bilimci ile sıradan bir insanın siyasal
değerlendirmeleri arasındaki en temel fark, kullandıkları kavramsal çerçeve ile
ilgilidir.
Belki
aynı şeyi söylüyor olabilirler, ama siyaset biliminin kavramsal çerçevesi ya da
terminolojisi ile konuşmayan bir kimse, hiçbir zaman siyaset bilimci olarak
kabul edilemez.
İdeolojiler
ve yandaşları için de durum budur.
Bir
komünist, insanları sınıflandırırken kendi kavramlarını kullanır ve
toplumu “sınıflar”dan ibaret görür. Ona göre, kimisi işçi sınıfındandır, kimisi
kapitalist.
Bir
milliyetçi ise topluma baktığında ırksal kökenleri ya da aidiyetleri
fark eder; şu Türk, şu Arap, bu da Kürt’tür.
Buna
karşılık bir müslüman (İslâmcı) için insanlar en temelde mümin, münafık
ve kâfir olarak ayrılırlar.
Diğer
özellikler tâlidir, başat nitelik taşımaz.
*
Bir
komünist, kendisini kâfir ve muhatabını mümin olarak tanımladığında, kavramsal
çerçevesini İslâm’dan ödünç aldığı için kendi ideolojisine göre düşünmeyi terk
etmiş olacağı ve artık komünistliği ciddiye alınmayacağı gibi, bir müslüman da,
İslâm’ın kavramsal çerçevesini terk ettiğinde artık müslümanca düşünmeyi hatta
Müslümanlığı bırakmış olur.
O
yüzden, bir müslüman (ya da Roy’un ifadesiyle İslâmcı) aydın için, düşüncesini
“İslâm’ın kavramsal çerçevesi” içinde düzenlemek, ve Roy’un vurguladığı
gibi bunu “bilinçli” bir biçimde yapmak önem taşır.
Bir
aydına İslamcı denilebilmesi için düşüncesini “İslam’ın kavramsal çerçevesi”
içinde oluşturuyor olması gerektiği gibi, bir hareketin de İslamcı sıfatını hak
edebilmesi için, kavramsal çerçevesini İslam’dan alması gerekir.
*
Belki
bunu fark ettiği için Erbakan “Milli Görüş” ve “Adil Düzen” gibi
kavramları kullanıyordu.
“Millet”
kelimesi aslında bugün kullandığımız anlamından farklı ve dinî nitelikte bir
kavram olduğu için, “Milli Görüş” şeklindeki bir adlandırma hem yasal engellere
takılmıyor hem de farklı bir “niyet”i ifade edebiliyordu.
AK
Parti ise daha baştan “liberal, demokratik
ve laik” bir kavramsal çerçeve benimsedi. Onun ideolojisi “milli görüş”
gibi farklı yorumlara imkân veren bir ifadeye dayanmıyordu, “muhafazakâr
demokrasi”ydi.
Roy’un
ifadelerine dönersek, söz konusu kitabında mevzu ile ilgili olarak şöyle
diyordu:
“İslamcılığın siyaset sahnesinden
yok olduğu sanılmasın. Tersine, Pakistan'dan Cezayir'e kadar yaygınlaşıyor, sıradanlaşıyor,
genel siyasal manzarayla bütünleşiyor, âdetleri ve çatışmaları belirliyor.
Cezayir'de iktidara geleceğinden kuşku duyulmasın. Fakat başlangıçtaki hızını
yitirdi. ‘Sosyal-demokratlaştı’.”
Benzer
şekilde Türkiye’de İslâmcıların kısmen sosyal demokratlaştıklarını veya
en azından laikleştiklerini söylemek mümkün olabilir.
Siyasî
arenadaki İslâmcı hareketin, büyük ölçüde, laiklik ve demokrasi ideallerini
önemseyen bir hareket halini aldığı görülüyor.
Söz
konusu hareket, ‘ekonomik topluluk’ niteliğindeki Avrupa Topluluğu’na
(AET) yıllarca karşı çıkmışken, bugün ‘siyasal birlik’ halini alan
AB’den hiç rahatsız değil.
Özellikle
AK Parti’nin, Türkiye’deki İslâmcıları laikleştirdiğini,
demokratlaştırdığını ve AB yanlısı hale getirdiğini veya böyle bir işlev
üstlendiğini hatırlatmak bile gereksizdir.
*
Kuşkusuz
AK Partili bazı “eski İslâmcılar”, kendilerinin sosyal-demokrat olarak
adlandırılmalarına itiraz edeceklerdir.
Ama
“muhafazakâr demokratlık”ları ile “toplum”a olan bağlılıklarının
toplamı “sosyal demokratlık” anlamına gelebilir.
Kapatma
davası sırasında Avrupa’nın AK Parti’ye verdiği destek de bunun sonucudur.
Strasbourg'da
‘acil’ gündemle toplanan Avrupa Konseyi Parlamenterler Meclisi, Türkiye'deki
demokratik kurumların işleyişi ile ilgili bir rapor hazırlamış ve bu rapor, 3
‘ret’ ve 3 ‘çekimser’ oya karşı 65 parlamenterin desteğiyle kabul edilmişti.
Sosyalist
Enternasyonal’e mensup parlamenterler de o süreçte AK Parti'ye destek vermekten
geri kalmadılar.
Türkiye'de
yaşananları ‘yargı darbesi’ olarak gören Sosyalist Grup Başkanı Andreas Gross,
Anayasa Mahkemesi’nin asla parlamentonun yerini alamayacağını söylemişti.
Avrupa
Birliği Karma Parlamento Komisyonu Eşbaşkanı Joost Lagendijk de, kapatma
davasına atıfta bulunarak, “Avrupalı sosyal demokratlar CHP'den utanç
duyuyor” diye konuşmuştu.
Türkiye
ile AB arasındaki katılım müzakerelerini izleyen bir çalışma grubunun üyesi
olan Sosyalist Partili Morgan Johansson da, yayınlanmak üzere Expressen
gazetesine ve Türkiye’deki dostlarına gönderdiği “CHP, Sosyalist
Enternasyonal’den atılmalı” başlıklı bir makale kaleme almıştı. Orada
şunları söylüyordu:
“AKP aşırı İslamcı olmaktan uzak, geniş
görüşlü, farklı fikirlere saygılı bir parti; sosyal politikalar konusundaki
görüşleri de sosyal demokrasiye yakın.”
2007
yılında da, Alman Sosyal Demokrat Partisi, yayınladığı “21. Yüzyılda
Sosyal Demokrat Dış Politika” adlı kitapta Avrupa’daki sosyal demokrat
liderlerin yazdığı 47 makaleye yer vermişti. Türkiye mahreçli tek makale, Erdoğan’ın
Avrupa Birliği ile ilgili bir yazısıydı.
*
Sonraki
süreçte Avrupa ile AK Parti’nin arasının açılması, AK Parti’nin İslamcı hale
gelmesinden kaynaklanmıyor.
Sebebi
(Fethullahçılar gibi dinî grupları ve Kürtler gibi etnisiteleri
Türkiye’nin iç siyasetine müdahale için kullanmak isteyen) Avrupa ve ABD’nin
Türkiye’den beklentilerinin (ülkede “paralel devlet”ler oluşmasına yol
açacak ölçüde) çok fazla oluşu.
AK
Parti’nin ideolojisinin İslamcılık olmadığı
sloganından bellidir: “Tek millet, tek bayrak, tek devlet, tek vatan!”
Görüldüğü
gibi (devlet düzeyinde) “tek din” yok..
Allahu
Teala (devlet düzeyinde) “dinin yalnız Allah’a ait olması” gerektiğini
bildiriyor (Bakara, 2/193), AK Parti ideolojisi ise devlet düzeyinde “dinler
arasında tarafsız”.
Allahu
Teala “Sizi kavim ve kabilelere ayırdık” buyuruyor (Hucurat, 49/13) AK
Parti ideolojisi ise “Tek millet” diyor.
Türkiye’de
yaşıyorsan ya Türk’sün ya da bir hiçsin..
İnsan
bile değilsin..
Dahası
derin güçlerin İslamcı olmayan “derin dindarcılığı”, “dinde
güncelleme” yaparak “Kâfirle çatışmayı göze alan Müslüman'a Türk
denir” diyor ve aklınca Müslümanlar’la alay ediyor.
Gerçekteyse kendisi alay
konusu oluyor.
Bu tanıma göre şu anda
Türkiye’de çok az Türk var.. Türkler Afganistan’da yaşıyor ve onların oradaki
adı Türk değil, Taliban.
Bazı Türkler de
Filistin’de.. Ne var ki onlara da orada kimse Türk demiyor.. Arap diyorlar.. Ya
da HAMAS militanı..
*
“Tek
bayrak” meselesi daha da fecî.. Buna göre, Afganistan’ın Kelime-i Tevhid
yazılı bayrağı bizim bayrağımız değil..
Tek
bayraktan söz ettiğin zaman Mukaddes Emanetler arasında yer alan Sancak-ı
Şerîf bile küme düşüyor.
Bir de IŞİD’in (DAEŞ’in) kullandığı
bayrak var.. Erdoğan bu bayrak için “Ellerindeki
paçavra bayrak değil, bunların İslam’la alâkası yok” demiş
durumda.
Paçavra dediğin o bayrakta “La ilahe
illallah, Muhammedun resulullah” yazılı..
“Sen bu bayrağı taşımaya layık değilsin” ya da “Bu bayrağın hakkını veremiyorsun, ona layık olamıyorsun” diyebilirsin, istismarcılık suçlaması da yapabilirsin, fakat, “Ellerindeki paçavra bayrak değil” dersen, o
suçladığın insanlara bir zarar vermiş olmazsın, sadece kendin küfür söz söylemiş olursun.
Evet, o bayrağa paçavra diyemezsin!
Bunun
hesabı sana ahirette sorulur.
*
“Tek
devlet, tek vatan”mış..
“Tek
Tanrı” diyemeyince insan işte (Hitler’in "Ein Volk, ein Reich, ein
Führer" / "Tek Halk, tek İmparatorluk/devlet, tek Lider"
sloganından mülhem) böyle saçma lafları slogan edinir.
Azerbaycan’a
gidince “Tek millet, iki devlet” diyorsun.. Hani tek devletti?
Kıbrıs’a
gidince de “yavru vatan”dan söz ediyorsun.. Hani tek vatandı?
Allah
akıl fikir versin! Amin!
*
Değil
“milliyetçi” ya da “muhafazakâr demokrat” olduklarını söyleyenler, “İslâmcı”
olduklarını ileri sürdükleri halde İslâm dışı bir kavramsal çerçeve kullananlar
bile, İslâm ile sahih bir bağlantı kuramazlar.
Roy,
haklı olarak, ödünç bir söylemle, İslâm dışı bir kavramsal çerçeve ile
İslâm’ı savunmanın gerçekte “İslam’ı laikleştirme” anlamına geldiğini
ifade eder:
“Modernlik, müslüman ülkelerde İslam’ın
dışında yerleşmektedir ve İslamcılar da dinin laikleşmesi sürecinin
ilgili taraflarından biridirler.... Edinilmiş olan bir Batılılaşmayı
[mevcut düzeni] reddederken, otantiklik mitosunu, [Batı’dan] ödünç aldıkları
bir dilde [kavramsal çerçeve içinde], otantik olmayan içinde dile
getirmektedirler [Mesela Şeriat kelimesini kullanmazlar, bir Batılı gibi
insan haklarından, ahlâktan, iyi insan olmaktan vs. söz ederler, lügatlerinde
“salih, müttekî, iyi müslüman” olma bulunmaz]. Çünkü bu modernlikten, hayal
edilen bir gelenek adına, gerçek geleneğe dönüşün reddini ödünç
almaktadırlar.”
Bunlar,
önemli ifadeler. Fakat AK Parti söz konusu olduğunda “edinilmiş bir
Batılılaşmayı reddetmek”ten söz etmek bile gereksizdir.
Çünkü
reddetmiyorlar.
Evet,
ödünç söylemlerden uzak durmak gerekiyor.
*
Türkiye’de
İslâm’ı salt bir parti hareketi gibi algılayanlar, Türkiye Cumhuriyeti
Anayasası ve Siyasal Partiler Yasası’na uymak zorunda olan partilerinin yanı
sıra İslâm’ı da kısmen söz konusu mevzuata uygun biçimde anlamaya başladılar.
AK
Parti, bu gelişmenin sonucu olarak ortaya çıkmıştır.
Bugün
Saadet Partisi ile AK Parti, kendi ifadelerine bakılırsa, “Batılı
anlamda” laikliği savunmaktadır. Diğer partiler de öyle..
Siyasal
İslâmcılık adını verdiği olguyla ilgili olarak Roy, “Neden bu başarısızlık?”
sorusunu yöneltiyor ve, “Bu, her şeyden önce düşünsel bir başarısızlıktır”
hükmüne varıyor:
“İslamcı düşünceye göre bir yandan, İslami
bir siyasal toplumun varlığı, müminin tam anlamıyla erdeme [güzel ahlâka]
ulaşabilmesi için zorunlu bir koşuldur; öte yandan böylesi bir toplum ancak
kendisini oluşturanların erdemiyle, en başta da yöneticilerin erdemiyle
işleyebilir. Sonuç olarak, tam anlamıyla siyasal olan İslamcı düşünce gelişmesi
içinde, siyaseti oluşturan her şeyle (kurumlar, karar mercileri, özel olandan
ayrılmış bir alanın özerkliği) ilgisini kesip siyaseti yalnızca ahlaki bir
araç gibi görerek, bir başka yoldan ulemanın ve reformcuların geleneksel
algılamasına ulaşmış oluyor: İslamcıların gözünde, toplumun adil ve İslami
olması için müslümanların erdemli olması yeterlidir.”
Böylece
Roy, bir kısır döngüye işaret etmiş oluyor.
Roy’un
bu tespitine katılmak mümkün değildir; çünkü tek başına fazilet/erdem/ahlâk
yeterli değildir ve İslâmî bir düzen tasavvuru insanların erdemli olacakları
ön kabulüne dayanmaz.
Böyle
olsaydı, Şerîat’ın yasak ve cezalarından söz etmeye gerek kalmazdı; cezaların
varlığı, İslâm toplumunda da birtakım ahlâk dışı eylemlerin icra
edilebileceğinin kabul edildiğini gösterir.
Ancak,
Türkiye gibi ülkelerde devletin laikliğini (siyasal dinsizliğini) tahkim
etmeye uğraşan derin yapıların, kullandıkları oluşumlar (dinî grup,
cemaat, tarikat) ve elemanlar (yazar-çizer, şairimsi, düşünürümsü) eliyle bu ahlâksız
ve düşüncesiz ahlâkçılığı (yanına Şeriatçılık eleştirisi de
ekleyerek) kamuoyuna pompaladıkları görülüyor. (Şeriatçılık eleştirisi yapmadan
ahlâktan bahsetseler öpüp başımıza koyacağız da, bunların derdi ahlâk üzümü
yemek değil, Şeriat bağcısını dövmek.. Ahlâk edebiyatı burada bahane..)
*
Böyle
olmakla birlikte, “Siyasal İslâmcılık” olarak adlandırılan hareketlerin, kısmen
de olsa, “düşünsel bir başarısızlık” anlamına geldiğini kabul etmek
gerekiyor.
Çünkü,
otantiklik mitosu ve “öze dönüş” çağrılarıyla başlayan hareketlerin “demokratlık
ve laiklik” limanında demir atmaya başlamaları açık bir başarısızlıktır.
Ancak,
Roy, kitabının önsözünde ifade ettiği gibi, bunalımın salt “Siyasal İslamcılık”
ile ilgili olmadığını düşünüyor:
“Bunalım aynı zamanda, [İslam
ülkelerindeki] laiklik, Marksizm ve milliyetçilik gibi modellerin
de bunalımıdır.”
Ve
Roy, düşüncelerini şöyle açıklıyor:
“Bununla birlikte, müslüman ülkelerde devletin
bunalımı, İslami siyasal kültürün bir sonucu değildir.... İslam bir
‘neden’ değildir. Bir cevap olabilir miydi?...”
Adamın
kafası çalışıyor, bizdekiler gibi geri zekâlı değil.. Aynı zamanda dürüst de..
Roy’un,
yönelttiği bu soruya nasıl cevap verdiği fazla önem taşımıyor. İslâm, aslında
tek doğru cevaptır.
Günümüzde
İslâm’ın alternatifi olarak olarak ileriye sürülen yaklaşım laiklikten başkası
değil.
Fakat
laiklik, John Keane’in ifadesiyle, “bir hıristiyan projesidir”. O
yüzden, AB hedefi de göz önüne alındığında, İslâm’ın alternatifi olarak ortaya
sürülen şeyin, gerçekte laiklik adı altında Hıristiyanlık veya en
azından yorum düzeyinde Hıristiyanlık gibi tahrif edilmiş, Hristiyanlığa
benzetilmiş bir İslâm olduğu belki söylenebilir. (Buna bazıları İslam’ın
protestanlaştırılması diyor. Fakat katolikleştirilmesi ve
ortodokslaştırılması boyutu da var.)
*
Bütün
bu hususlar, Türkiye’de, Erdoğan’ın Davos’ta sergilediği “one minute”
türünden sembolik çıkışlarının, hamasi nutuklarının, Ayasofya’nın
ibadete açılması gibi göz kamaştırıcı hamlelerinin, yandaş kalemlerin “son
kale” köpürtmesinin, ve “Ver mehteri, ver dombırayı, ver coşkuyu!”
tantanasının gölgesinde kaldı.
Gözlerden
kaçırıldı.
Erdoğan’ın
Davos’taki tepkisinin, İsrail’in, Gazze saldırısından önce Türkiye ile
görüşerek, sanki o saldırı için Türkiye’den de onay almış gibi bir görüntü
meydana getirme kurnazlığı yüzünden ortaya çıktığını unutmamak gerekiyor.
Erdoğan o tepkiyi göstermesiydi, Hüsnü Mübarek’in o günkü konumuna düşecek,
İsrail işbirlikçisi gibi görünecekti.
Çünkü
insanların savunma mekanizmaları böylesi sembolik çıkışlar tarafından yok
edilir.
Nitekim
yandaş yazarlar, arasıra, Batı’nın Erdoğan’ı niçin desteklemesi gerektiğini
anlatmaya çalışırken bu noktaya vurguda bulundular, bulunuyorlar.
Örnek vermeden geçmeyelim.. Haber7.com yazarlarından
Mehmet Acet, Yeni Şafak gazetesinde yayınlanan bir
yazısında şunları söyleyebildi:
Önceki gün Beyoğlu Sohbetleri programında
karşılaştığımız bir devlet yetkilisi ile ayaküstü kısa bir
sohbet yaptık.
(…) Bu şekilde, Trump’ın Beyaz Saray’a
yerleşmesiyle ABD/Türkiye ilişkilerinin hangi doğrultuda ilerleyeceğine dair
önemli ipuçları sunan bir takım bilgilere ulaştım.
(…) Seçimlerden önce ABD Başkan adayı ve
ekibi ile temas kurup daha o dönemde ilişki tesis etmek
kıymetli bir şey olmuş.
Kim düşündü ise tebrik etmek lazım.
Olay şöyle gelişiyor:
Donald Trump ve ekibi ile seçimlerden
önce, ismi şu aşamada gizli tutulan bir işadamı üzerinden temas
kuruluyor.
(…) Bu temas sırasında, etkili
sonuç üretecek bir nokta üzerinden hareket ediliyor.
Erdoğan ve AK Parti tecrübesinin İslam
Dünyası’ndaki radikal eğilimlerin panzehiri olan doğal rolünden bahsediliyor.
Peki sonuç ne oldu dersiniz?
Denilen şu:
Trump’ın etrafında İslamofobik tipler
mevcut olduğu gibi, Erdoğan’ın ‘İslam’da orta yolu’ temsil eden
anti-radikalist doğal tutumunun kıymetini kavrayan bir grup da oluşmuş
durumda.
(http://www.yenisafak.com/yazarlar/mehmetacet/ankaradan-trump-ve-ekibine-ulastirilan-o-mesaj-2034272)
Hadi bir örnek daha verelim.. Cem Küçük’ün
Star Gazetesi’nin 1 Nisan 2016 Cuma günkü yazısında
yayınlanmış olan “DAEŞ’in tek panzehiri
Erdoğan’dır!” başlıklı yazısında (Erdoğan’a
Batı’nın Ortadoğu’daki Don Kişot’u rolünü reva gören) şu satırlar yer alıyor:
“… Eğer DAEŞ bitirilecekse bu
Erdoğan gibi Müslümanların kalbini kazanmış, aynı zamanda Batı sistemi içinde yer alan karizmatik liderle
olur. Piyasa ekonomisine sahip, laik sistemi olan, AB’yle
uyumlu ve çoğunluğu Müslüman bir ülkenin lideri DAEŞ’i
geriletebilir. ,,, O yüzden DAEŞ’in tek panzehiri Erdoğan’dır.
Türkiye’de eskisi gibi katı laik bir yönetim olsaydı DAEŞ karşısında
hiçbir gücü olmazdı….”
(http://haber.star.com.tr/yazar/daesin-tek-panzehiri-erdoganndir/yazi-1100125)
Yoruma
gerek var mı?!
*
Evet,
Erdoğan’ın sembolik ve seremonik dindar çıkışları, AK Parti’nin “AB
yanlılığı, İslamcılığın laikleştirilmesi ve muhafazakâr demokrasinin ideoloji
olarak benimsetilmesi” eksenine oturmuş olan kurumsal kimliğini ve
Türkiye’de üstlendiği misyonu ortadan kaldırmaz, kolaylaştırır.
Kaldı
ki Erdoğan, Batı’ya ve İsrail’e karşı sergilediği “had bildiren” dindarca
çıkışları geçmişte “Şeriatçı” diye bilinen kesimlere karşı da yapmış
bulunuyor.
Mesela
yıllarca “Din milliyetçiliği, bölge milliyetçiliği ve etnik
milliyetçilik adına üretilen siyasetlerin, son kullanma tarihi geçmiştir”
diye konuştu. Şunu dedi:
"Bizde etnik, bölgesel ve dinsel
milliyetçilik yok. Bugün yine aynı noktadayız. Bizim dışımızdaki hiçbir
parti bunları yapamadı."
(http://habervaktim.com/haber/179137/basbakan_konusuyor.html)
Yine
Erdoğan, AK Parti'nin 12 Haziran 2011 seçimlerindeki adaylarının tanıtım
toplantısında şu ifadeleri kullanıyordu:
"Bizim listemizdeki 550 kişi
donanımlı, bilgili, yüreği millet aşkıyla dolu isimlerdir. Bu isimlerin içinde
etnik ayrımcılık yapan bir kişi yok. Bu isimlerin içinde inanç ayrımı yapan
bir kişi olamaz."
(http://www.internethaber.com/iste-ak-partinin-secim-slogani-341506h.htm)
Böylece
şunu demiş oluyor: "Bu isimlerin içinde, yüreği inanç (İslâm) aşkıyla dolu
bir kişi olamaz."
Gerçekte
bir inancı benimsemek, inanç ayrımı yapmaktan başka birşey değildir.
İnanç
ayrımı yapmamak ise, inançsız olmak anlamına gelir.
“Din
milliyetçiliği” tabirini ondan başka kullanan yoktuysa da, bununla neyi
kastettiğini anlayabiliyoruz.
Milliyet
ve milliyetçilik kelimeleri millet kelimesinden türediği için, “din
milliyetçiliği”nden söz edilmesi aslında gayet doğal.
“Din
milliyetçiliği” kavramında “din” yerine kendi dinimizin ismini koyduğumuzda
ortaya “İslâm milliyetçiliği” tabiri çıkar.
Merhum
Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır Hoca, Hak Dini Kur’an Dili’nde,
“millet” kavramıyla ilgili olarak şu bilgileri vermektedir:
“Millet, … Zemahşerî'nin ‘Esas’ta
beyanına göre; asıl mânâsı ‘tutulup gidilen yol’ demektir ki, eğri veya doğru
olabilir. İşte bu anlamdan alınarak din ve şeriat mânâsında kullanılmıştır.
Şehristanî'nin ‘el-Milel ve'n-Nihal’deki beyanına göre din,
şeriat, millet denilen şeyler hadd-i zatında hep aynı şeylerdir. Ancak itibar
edilen ve gözetilen mânâya göre, yine de her biri bir başka yönden diğerinden
farklı bir anlam kazanır. İtikat ve iman bakımından din, amel ve tatbikat bakımından
şeriat, sosyal bakımdan, yani sosyal realite bakımından millet denilir.”
Bu
bilgiler dikkate alındığında “din milliyetçiliği” tabiri de yerine oturuyor. Bu
açıdan bakıldığında bir müslümanın din milliyetçisi olmaması mümkün değildir.
Fakat
Erdoğan, “Din milliyetçiliği adına üretilen siyasetin son kullanma tarihi
geçmiştir” gibi, başkalarına aşağılayıcı gelebilecek bir ifadeyi
kullanabiliyor.
Belki
Erdoğan için “kullanma” tarihi geçmiş olabilir, ama Müslümanlar için “inanma”
ve “ideal olarak benimseme” hiçbir zaman bir süre ya da tarihe bağlanamaz.
*
Evet,
inanan insan, İslâmî idealleri kişisel olarak gerçekleştirecek güçte
olmayabilir veya bunların belirli şartlar çerçevesinde gerçekleştirilmelerinin
zor olduğunu düşünebilir, fakat yine de, bu ideallere karşı saygılı bir dil
kullanmak zorunda olduğunu bilir.
İslâm
âlimleri “küfr”ü, (Mehmed Zahid Kotku rh. a.’in Nefsin Terbiyesi kitabında
aktardığı gibi) “Şer’an tâzimi vacip olan şeyleri tahkir, tahkiri vacip
olanları tâzim” olarak boşuna tanımlamıyorlar.
Bu
hatırlatma, bir fetva veya itham değil, sadece bir hatırlatmadır.
Böylece
Erdoğan, sözde “din üzerinden siyaset yapmak”tan vazgeçmiş, “dindarlığı
benimsemiş” oluyor, gerçekteyse bu tutumuyla dindarlığın içini bilerek veya
bilmeyerek boşaltmaktadır. Bu tarz bir dindarlık yoktur ve olamaz.
Bununla
birlikte, Erdoğan’ın bu konudaki söylemi ile eylemi arasında bir tutarlılık da
mevcuttur. Erdoğan için “din milliyetçiliği”, “son kullanma tarihi geçmiş” bir
şey olmasaydı, hıristiyan AB üyeliği hedefine böylesine kararlı ve katı biçimde
kilitlenemezdi. (Bu noktada, Erdoğan’ın sergilediği hatanın aynısını çok daha
şiddetli biçimde birtakım tarikat ve cemaatlerin de sergilediğini söylemek
gerekiyor.)
Erdoğan’ın,
geçmişte din istismarı yaptıklarını, artık bundan vazgeçtiklerini itiraf ettiği
de biliniyor (Kaynak: http://www.hurriyet.com.tr/gundem/4370575_p.asp).
Bu
itirafı, kendisi açısından bir özeleştiri kabul edilebilirse de, İslâm’la
ilgili bütün talepleri ve başkalarına ait çalışmaları da “istismar” olarak
görebilecek bir çizgiye doğru kaydığının işareti olarak yorumlanmaya müsaittir.
Bunun
yanı sıra, (Mehmet Metiner’in de dile getirdiği) “din devletine inanmamak”
gibi beyanları da oldu.
Bu
tür beyanların, gereksiz olmanın ötesinde, İslamî bakış açısıyla
değerlendirildiğinde itikaden tehlikeli olduğunu ayrıca söylemek, belki de lafı
uzatmak olur.
*
Ancak,
Türkiye’nin mevcut hukuk sistemi çerçevesinde, dinî talepleri bireysel olarak
yüksek sesle telaffuz etmek din ve inanç hürriyeti kapsamında değerlendirilse
bile, bunun siyasal alandaki tezahürlerinin Siyasal Partiler Yasası gibi
düzenlemelerle engellendiği bir gerçektir.
Erdoğan
isteseydi bile farklı bir siyaset izleyebilir miydi sorusuna cevap vermek kolay
değildir, fakat böyle bir isteğinin bulunduğunu söylemek de, AB hedefi gibi
stratejik ve uzun vadede çok önemli sonuçları olacak politikaları ve kendi
beyanları düşünüldüğünde, mümkün görünmemektedir.
Partiler
söz konusu olduğunda, onların birer “kurumsal kimliği”nin bulunduğunu,
kendilerine özgü bir plan ve programa, bazen de ideolojiye sahip olduklarını
unutmamak gerekir.
Kurumsal
kimlik göz ardı edildiğinde hiçbir şey olduğu gibi anlaşılamaz.
Bunun
yanı sıra, AK Parti’nin, geçmişin ANAP’ı gibi değişik eğilimlerin bir
koalisyonu olduğunu hatırda tutmak gerekiyor.
Bu
noktada, Erdoğan’ın Genelkurmay eski Başkanı Yaşar Büyükanıt’la yaptığı
“gizli Dolmabahçe protokolü”nü de unutmamak önem taşıyor.
Bunun
ardından Erdoğan’ın seçimlerde partisindeki “Millî Görüş” kalıntılarını
neredeyse bütünüyle tasfiye ederek farklı kökenden gelenlerin önünü daha fazla
açtığı da biliniyor.
*
Bu
çerçevede, AK Parti’nin hangi şartlarda ortaya çıktığını hatırlamak da yararlı
olacaktır.
Şayet
28 Şubat’ın bir marifeti olarak önce Refah, sonra da Fazilet Partisi
kapatılmamış olsaydı, yani söz konusu siyasal hareketin parti teşkilatları iki
defa yok edilmese ve tabanı umutsuzluğa mahkûm edilmeseydi, AK Parti’nin
kurulması ve güçlenmesi mümkün olamazdı.
Erdoğan
siyasî yasaklı olduğu halde, o dönemde, Hasan Celal Güzel için çıkarılan
bir karar emsal kabul edilerek önü açıldı. Milletvekili ve başbakan olması
sürecinde de hiçbir engellemeyle karşılaşmadı, bu konuda Baykal da elinden
gelen desteği verdi.
Erdoğan
sırf Ziya Gökalp’ten bir şiir okudu diye hapse atılmasaydı, bir sonraki seçimde
muhtemelen İstanbul’a tekrar belediye başkanı olacak ve ayrı bir siyasal
partinin liderliği için ortaya çıkması mümkün olmayacaktı.
Hapse
atılması onu “mağdur” ve “mazlum” hale getirdi, sonra da özellikle Oğuzhan
Asiltürk eliyle partisinden dışlandı, böylece kendi partisini kurma
noktasına geldi, getirildi. Asiltürk’ün ölçüsüz ve anlamsız sivri lafları,
Erdoğan’ın Erbakan’a küsüp yolunu ayırmasının mazereti olması ve çıkılan yolun
taşlarını döşemesi bakımından önemliydi. (Asiltürk’ün böyle “faydalı
sivrilikleri” az değil.. Esad Coşan Hoca – Erbakan ihtilafında da
sahnede Asiltürk vardı.. Saadet’in genel başkanı olan Numan Kurtulmuş’un
partisinden dışlanması ve AK Parti’ye iltihakla sonuçlanacak bir politik tünele
girmesinin ardındaki isim de Asiltürk’tü.)
Öte
taraftan o süreçte Refah ve Fazilet Partilerinin kapatılmış olması, yeni parti
için “arazi”nin elverişli hale gelmiş olması demekti..
*
Sonuç
olarak, AK Parti’yi konjonktürel nedenlerle destekleyen veya oy veren
“İslâmcılar”ın, bu desteklerini mevcut şartlar çerçevesinde ortaya çıkan bir
tür geçici siyasal ittifak gibi görmekle yetinmek yerine, Akparti’ye ait
söylem ve politikaları benimser hale gelmeleri, Roy ve White gibi Batılı
araştırmacıların “İslâmcılığın bittiği” tespitini doğrulayacaktır.
Bu
durum, AK Parti’ye oy veren köken olarak “İslâmcı” kitlelerin, parti
yönetimini etkileyebilme imkânlarının giderek ortadan kalkması, parti
yönetiminin mevcut politika ve söyleminin onları ideolojik olarak dönüştürmesi
anlamına da gelecektir. Gelmiştir.
AK
Parti’nin toplumsal, ekonomik ve hukukî nitelikte birçok olumlu gelişmeye imza
attığı bir gerçek olmakla birlikte, bunun bedeli “İslâmcılığın bitişi” olacaksa
eğer, gelinen noktanın çok ağır ve kabul edilemez olduğunu belirtmek gerekir.
Doğal
olarak, AK Parti’nin vaat ettiği “AB cenneti”ne özgü “Batılı anlamda laik,
liberal ve demokrat” yaşamı ideal olarak benimseyenler için bu tespitin bir
kıymeti yoktur, çünkü onlar için İslâmcılık zaten bitmiş demektir.
Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem gelecekle ilgili haberler vermiş, istikbalde neler olacağını bildirmiştir. Kendisini Atatü...