https://www.academia.edu/86335380/Felsef%C3%AE_ve_Kel%C3%A2m%C3%AE_M%C3%BCbahaseler
FELSEFÎ VE KELÂMÎ
MÜBAHASELER
Dr. Seyfi SAY
İÇİNDEKİLER
BİRİNCİ
BÖLÜM: İMAN VE AKIL
CELÂL HOCA:
“İSLAM, ALLAH’IN BİRLİĞİ HUSUSUNDA ANCAK AKLÎ DELİLE DAYANIR” 5
TAHKÎKÎ İMAN AKLA VE GÖNLE, TAKLÎDÎ İMAN SALT GÖNLE
DAYANIR 14
POSTMODERNİZM, “BİLGİ”NİN İMKÂNI
VE İMAN 23
AKILSIZ GÖNLÜN İMANI
33
KÂTİP ÇELEBİ’NİN KALEMİNDEN AKIL
VE NAKİL 38
ALLAHU TEALA’NIN VARLIĞI VE BİLİM 47
JOURDAIN VE KADER, BABANZADE VE AKIL 48
İMANDA CİDDİYET VE SAMİMİYET 59
İKİNCİ BÖLÜM: NURETTİN
TOPÇU’NUN FELSEFESİ
ULEMA VE NURETTİN TOPÇU GİBİ AYDINLAR 63
NURETTİN TOPÇU’NUN TUTARSIZLIĞI 68
NURETTİN TOPÇU VE İBLİS'İN YERYÜZÜNDEKİ YÜRÜYÜŞÜ 71
NURETTİN TOPÇU VE DEVLETÇİLİK-MİLLİYETÇİLİK PUTPERESTLİĞİ 76
ÜÇÜNCÜ
BÖLÜM: MODERNİTE VE TEKNOLOJİ
DOĞALLIKTAN UZAK
DOĞALLIK, GAYRİTABİÎ TABİÎLİK EDEBİYATI
82
İSMET
ÖZEL’İN PÎRİ MCLUHAN’IN MEDYA ELEŞTİRİSİNİN SEFALETİ 89
MODERNİTE VE GELENEK 94
“TAKLİTÇİ” MÜSLÜMAN AYDINLARIN PÎRLERİNDEN HAZRETİ (!) SOMBART İLE
HEIDEGGER’İN TEKNOLOJİK DUYARLILIĞI 96
TEKNOLOJİ VE SEVGİ 103
“MODERN, GELENEKSEL, ÖTEKİ”… VE İSLAM
111
DÖRDÜNCÜ
BÖLÜM: MUHTELİF MESELELER
TARİHİN SONU MU, AHİR ZAMAN MI? 121
TARİHİ TARİH FELSEFESİYLE OKUMAK 129
SAHTE ARİFLERİN
PALAVRADAN İRFANI 133
SPİNOZA’NIN İBN
ARABÎCİ MÜRİDİ 140
PARÇA VE BÜTÜN,
TÜMEVARIM VE TÜMDENGELİM 143
HUKUK VE AHLÂK FELSEFELERİ SORUNU OLARAK BAŞÖRTÜSÜ 147
BATI’YI DA, DOĞU’YU
DA BİLMEMEK 164
ALGI YÖNETİMİ VE
KAVRAMLARIN BÜYÜSÜ 169
EPİSTEMOLOJİ VE ONTOLOJİ SOSLU İSLAMCILIK VE TÜRKÇÜLÜK YAZISI 173
HİKMET 181
BİRİNCİ
BÖLÜM
İMAN VE AKIL
CELÂL HOCA:
“İSLAM, ALLAH’IN BİRLİĞİ HUSUSUNDA ANCAK AKLÎ DELİLE DAYANIR”
Yeni Şafak gazetesinin okumuş
cahillerinden Ömer Lekesiz, bir yazısında İbn Arabî’den,“Şeyh Muhyiddin’nin
(Rahimehullah), (Ekrem Demirli çevirisiyle) Fütûhât-ı
Mekkiyye’sinden yapa
geldiğimiz seçmelerin bir yenisini okurlarımıza … sunuyoruz” diyerek
birtakım alıntılar yapmıştı (“İbnü’l-Arabî’den seçilmiş sözler”, 6 Mayıs 2021).
Şeyh’ten naklettiği saçmalıklardan biri şöyle:
“Akıllı
kişi aklına ‘kendini bağlar’ diyen kişidir. Aklını kullanırsan cahil kalırsın.” (FM, 18/93)
Allahu Teala kullarını akıllarını kullanmaya davet ediyor,
akıllarını kullanmayanları ayıplıyor, bu herzevekil ise insanları tam aksini
yapmaya çağırıyor.
Sen bu zırvanı vahiyden
almadığına göre, onun kaynağı, senin şirazesi kaymış kendi aklından başka neresi?
Biz kendi aklımızı kullanmayacağız, ama sıra onun aklına
gelince selam duracağız. “Bu taksimi kurt yapmaz, kuzulara şah olsa.”
Böylece de bu herzevekil güya “irfan” ehli oluyor.
Eğer aklı terk edeceksek, müsade buyur da, önce senin akılsızlığı
öğütleyen aklını (yani akılsızlığını) terk edelim.
İşte Tevbe Suresi’nin 31’inci ayetinde Hristiyan ve
Yahudiler’in haham ve rahiplerini “rabler”
edinmiş olduklarının bildirilmesinin nedeni böylesi durumlar.
Haham ve rahiplerinin bazı sözlerinin Tevrat ve İncil’e
(Allahu Teala’nın vahyine) aykırı olduğunu gördükleri halde onları tasdik
ediyorlardı.
*
Aklını kullanırsan değil, salt aklınla yetinirsen, sahih nakle, haber-i sadık’a (doğru
habere) itibar etmezsen cahil kalırsın. (Aslında bu, mümkün değildir, aklını
kullandığın zaman salt aklınla yetinemeyeceğini de bilirsin, aklın seni nakle
götürür.)
Çünkü akıl, tek başına, ahiret hayatı ve meleklerin varlığı
gibi hususlara ilişkin olarak ancak “mümkün / imkân dahilinde” hükmünü
verebilir. Sadece, onun imkânsız/muhal ya da zorunlu/vacip olmadığını anlar.
Bununla ilgili tam bilgi ise ancak vahiy kanalıyla
elde edilebilir.
Bununla birlikte akıl, İmam Matüridî‘nin
(rh. a.) Kitabü’t-Tevhîd‘de dile
getirdiği gibi, bu gibi konularda da yine devreye girer. Çünkü peygamberlik ve
vahiy getirme iddiasıyla ortaya çıkan kişinin doğruluğunu ancak aklımızı kullanarak anlarız.
Peygamberlerin “âdeten” (aklen değil) imkânsız sayılan
şeyleri (ölülerin diriltilmesi, kayanın yarılıp canlı deve çıkması, denizin
yarılması, bir surenin benzerinin yazılıp söylenememesi vs.) pozitivist/maddî/materyalistik düzeyde mucize
olarak getirmeleri, onların peygamberliğinin ve dolayısıyla verdikleri
haberlerin doğruluğunun, boş konuşmadıklarının delilidir.
(Kadir Mısıroğlu, Tahrif Hareketleri kitabında, peygamberlik
iddiasıyla tanınan İskender Evrenosoğlu‘nu Hulki Cevizoğlu‘nun programında izlediğini,
Cevizoğlu’nun ondan, peygamberse masadaki bardağın kendiliğinden havaya
kalkmasını sağlamasını istediğini, belki adamın bir cin yardımcısı vardır diye
endişeyle beklediğini, fakat Evrenesoğlu’nun birşey yapamadığını yazıyor.
Endişelenmesine gerek yoktu, çünkü, itikad kitaplarımızda belirtildiği gibi,
peygamberlik iddia eden hiç kimse, cinler de yardım etse, hiçbir olağanüstülük
gösteremez. Tanrılık iddia eden belki gösterebilir, çünkü akıl, olağanüstülük
de gösterse, bir “mahluk”un tanrı olamayacağını “tek başına” anlar.)
Peygamberlerin aksine, Eflatun, Hegel ve Marx gibi
filozofların (ve de onlara hayranlık duyup taklit eden Farabî gibilerin, yine, Eflatuncu teorileri, Şeyhülislam Mustafa Sabri Efendi’nin Mevkıfu’l-Akl‘da dikkat çektiği gibi, tasavvufî keşif adı altında pazarlayan İbn-i Arabî
gibi “kerameti kendinden menkul” ariflerin) “metafizik” zırvaları ise delilden
yoksundur, delilleri “Biz bunları anladık, çünkü çok zekîyiz, filozofuz,
sıradan insanların kafası buna basmaz” şeklindeki “doğruluğu kendinden menkul”,
ispatsız delilsiz, pozitif/maddî temelden
yoksun hurafelerden ibarettir. (Marx’ın sözde bilimsel materyalizmi de
pozitif/maddî düzeyde karşılığı bulunmayan, Hegel idealizminden
çalınıp çırpılmış, tersyüz edilmiş bir kopyadır.)
*
Şeyh’in bir başka zırvası:
“Akıl
tasarruf etseydi akıl olmazdı; tasarruf akla değil bilgiye aittir.” (FM, 18/92)
Halbuki, akılsız bilgi olmaz. Akıl ile bilgi birbirinden
ayrılamaz.
Nitekim İmam Matüridî (ve Teftazanî, Seyyid Şerif Cürcanî gibi
diğer muhakkikler), “kesin” bilgi edinme yollarının akıl, “sağlam” duyulara
dayalı algılar (gözlem, müşahede, tecrübe) ve “doğru” haber (ki doğru haberin
özel şartları vardır) olmak üzere üç olduğunu söylemekte, son ikisinin de akla raci olduğunu belirtmektedir. (Keşf, sezgi, rüya vs. de bilgi verebilirse de,
kendi başlarına “kesinlik” taşımazlar.) Böyle olunca bilgi akıldan
soyutlanamaz, ve tasarrufun “akla değil bilgiye”
ait olduğu söylenemez.
İbn Arabî’ye ait bir başka saçmalık:
“Bilgi,
–kabil olmaksızın– kabili bilmektir. Bilgi öğrenmekten ve bilmekten sonra
gerçekleşir.” (FM,
18/112)
Birinci cümle, ikincisini çürütüyor. Ayrıca ikinci
cümle totolojiden ibaret; boş gevezelik. “Kabil olmaksızın kabili bilmek” diye birşey varsa
(ki mantıksız ve tutarsız bir ifade), ve bu, “bilgi” ise, ancak akıl için
mümkün olabilir. Bu, akıl yürütmeyle bilinir. O zaman da bilgi, akıldan
ayrılamaz. Bu zırva ile “kabil olmadan kabili
bilmek” kastediliyorsa, bu da yine akıl için söz konusu olabilir.
Bir başka laf u güzaf:
“Şeyh
Ebu Medyen’e ‘falanca falancadan, o da falancadan aktarmıştır’ denildiğinde
şöyle derdi: Kurutulmuş et yemek istemiyoruz. Gidin taze et getirin!” (FM, 2/353)
Bir defa, “Falanca falancadan, o da
falancadan aktarmıştır” diyen kişi, eğer doğru söylüyorsa,
başkalarının laflarını kendisine mal etmiyor, dürüst davranıyor, ayrıca sözün
senedini de açıklıyor demektir. Nice “düşünür” bilinen kişi vardır ki,
bilgilerinin kaynağını belirtmediği ve o kaynaklar bize ulaşmadığı için şöhret
kazanmışlardır. İntihal (akademik hırsızlık), sadece bugünün sorunu değildir.
Doğru bilgi, hiçbir zaman değerini yitirmez; zamanla çürüyüp
bozulan et gibi değildir.. Yanlış benzetme..
Ancak, kendisinin bu tür laflarının kurumuş et bile değil,
bozulmuş, kokmuş, çürümüş et olduğu kesindir. Yememek gerekir.
*
Bu akıl düşmanlığı son zamanların gözde modası.. Yükselmiş trend..
Ve bu rezalet, İslam’ı akıl dışı göstermeye çalışan İslam
düşmanlarının da işine geliyor. Hem de çok..
Ayrıca, mutasavvıf/sufi geçinen kimi madrabazların, akla
düşmanlık yapılırken kendilerinin akılsızca laflarına ve hareketlerine de hikmet ya da irfan nazarıyla bakılmasına ihtiyaçları var.
Batıl inanç ve hurafeleri akıl terazisinde bir pula değmeyen
hristiyan mistikleriyle aynı “tel”den çalıyor olmalarından dolayı kendilerinde
Avrupaî bir entellik de bulabiliyorlar. Merhum Elmalılı
Muhammed Hamdi Yazır hocanın Metalib
ve Mezahib adıyla Fransızca’dan çevirdiği felsefe kitabına
yazdığı girişte belirttiği gibi, Hristiyanlar, akla istinad edemedikleri için, işi getirip “gönül” edebiyatına bağlamışlardır.
En kötüsü de, bu “İslam’ın hristiyanlaştırılması (hem
katolikleştirilmesi, hem protestanlaştırılması)” ameliyesini
günümüzde birilerinin Ehl-i Sünnet dışı bir sahte Ehl-Sünnetçilikle yapmaları.
*
Bugünkü ağzı kalabalık, cübbesi uzun, kavuğu muhteşem
korkulukların, acayip gürültü yapan içi boş davulların aksine, gerçek bir Ehl-i
Sünnet alimi olan (Prof. Sadeddin Ökten ile Hümeyra Ökten‘in babası) Celaleddin Ökten hoca (ki, imam hatiplerin
kurucusu olarak bilinir; mütebahhir bir Kelam âlimiydi) İslâm Mecmuası‘nda şunları yazmıştır:
Yeni İlm-i Kelâm Dersleri [III]
Mahmut Celâleddin Ökten
Birinci Fasıl
1 – Ahkâm-ı Şer’iye: Şer’î hükümler
İslam dini, bürhana dayanan doğru akîde ile aklı; Allah’a
ibadet, ferdin ve cemaatin hukukuna riayet ile de kalbi ıslah eder. …
1 — İtikad hükümleri: Başlıca iki
nev’e ayrılır. Birinde aklî bürhanlar [aklî deliller] aranır. Zat-i Bâri’nin vahdaniyetine [Allah’ın birliğine], ilim
ve kudretine, meşiyyet (irade) ve hikmetine, tedbirine, peygamber göndermesine
iman gibi.
Yani Allahu Teala’nın varlığının, birliğinin, kudretinin vs.
bilinmesi, aklî delillere bağlıdır. Nakle değil. Eğer bunlarda naklin kendisi
delil olsaydı, kişinin iddiasının şahidi olarak yine kendisini öne sürmesi gibi
bir durum ortaya çıkardı.
Bunu anlayamayan bir kişinin tahkîkî imandan nasibi olamaz. Çünkü bunun anlaşılması işin
temelini oluşturur. Temeli olmayan bir binanın varlığından da söz edilemez.
Bundan daha kötüsü ise, Allahu Teala’nın varlığının akılla
bilinemeyeceği ve ispatlanamayacağı iddiasıdır. Bu, cehaletin zirve noktasıdır,
asılsız ve akılsızca bir hurafeden ibarettir.
İmam Matüridî’nin genişçe izah ettiği gibi, Allahu Teala
kâinatı, varlığının ve birliğinin akıl yoluyla anlaşılmasını sağlayacak şekilde
yaratmış, O’nun bir mevhibesi/bağışı olarak verilen akıl, insanların
sorumluluğunun temelini oluşturmuştur:
“Ve (cehennemde) derler ki:
Eğer (biz) işitir veya akıl eder olsaydık, bu alevli ateş
ashâbı arasında bulunmazdık!” (Mülk, 67/10)
Merhum Celal Hoca’nın sözlerine dönelim:
(İtikad hükümleri: Başlıca iki nev’e
ayrılır. İkincisi olan) Diğerinde ise
Kur’an-ı
Kerîm’de ve Peygamber Efendimiz hazretlerinden sübutu [varlığı, sabit oluşu] kat’î olan hadîs-i
şerîflerde [haber-i sadık / doğru haber] beyan buyurulan hususları teslim ve
tasdik iktiza eder. Melâikeye, ahiret gününe iman gibi.
Meleklerin ve ahiretin varlığı salt akılla bilinemez. Akıl
bunlar hakkında sadece “Mümkündür, zorunlu ya da muhal değildir” hükmünü verir.
Mesela uzayda Dünya dışında yaşamla ilgili olarak da akıl ancak “Mümkündür,
zorunlu ya da muhal değildir” hükmünü verebilir. Tek başına “Vardır” ya da
“Yoktur” diyemez. Bunun için ya duyuların
algılarına dayanan gözlem, ya da
müşahede etmiş olanlardan alınan “haber”in
varlığı gerekir.
Celal Hoca, sözlerini şu cümleyle sürdürüyor:
İslam dini, vahdaniyet-i Bârî (Allah’ın birliği) hususunda ancak delil-i
aklîye istinad eder.
İşte mesele bu kadar basit. Tek cümleyle ifade edilecek
kadar açık.
Burada sadece aklın hükmü geçerlidir. Ne yazık ki, bu en
temel ve açık gerçeği, TDV İslâm Ansiklopedisi’nin “Allah”
maddesinde bile bulamıyoruz.
Evet, bu ansiklopedinin de gösterdiği gibi Türkiye’de
kütüphane raflarını çökertecek cesamette ansiklopediler hazırlanıyor,
gökdelenlerin kalorifer kazanlarına yakıt olarak yıllarca yetecek sayıda kitap
basılıyor, fakat ilimde gerileme var.
En temel hakikatler
bile bilinmiyor.
Hadîs-i şerîfte haber verildiği gibi, muharrirler (yazarlar)
çoğalmış durumda, fakat fakihlerin sayısı azdan az.. Ara ki bulasın!..
Celal Hoca’nın sözlerine dönelim:
Vahdaniyet-i Bârî itikadı; insanları, [Hristiyanlar’da olduğu gibi] dinî veya dünyevî [devlet gücüne dayalı] tahakküm ile tezlil eden (zillete düşüren, zelil eden) rüesa ve züemaya (başkanlara, yöneticelere) [körü körüne] boyun eğmeyi terk ettirerek [kula kul olmaktan kurtararak, Allahu Teala’nın vahyi, emir ve
yasakları karşısında hiç kimseye dokunulmazlık
/ yasa üstülük tanımayarak ve yasa
yapıcılık / tanrılık imtiyazı vermeyerek] pek yüksek bir makama eriştirir. [“(Peygamber) Kişisel arzularına
göre de konuşmamaktadır.” Kur’an Yolu Meal ve Tefsiri,
Necm, 53/3, https://kuran.diyanet.gov.tr/tefsir/Necm-suresi/4787/3-4-ayet-tefsiri%5D]
(Kaynak: İslâm Mecmuası, Ankara, naşiri: Kemaleddin Şenocak,
aktaran: Kadir Mısıroğlu, Benden Tarihe Haberler,
2. b., İstanbul: Sebil Yayınları, 2017, s. 401.]
Evet,
Allahu Teala’nın birliğine iman, insanı, kendisi gibi şahısları putlaştırıp
onlara kul-köle olma zilletinden kurtarır.
Nitekim,
İslam nimeti ile şereflenemeyen birtakım akıl fukarasının günümüzde bile
geçmişte Firavun ve Nemrut gibilere tapılmasına benzer şekilde liderlerini
putlaştırmakta oldukları görülegelen şeylerden.
Türkiye
de bu açıdan nasipsiz değil. Atatürkçülerin/Kemalistlerin özellikle Tek Parti
döneminde yazdıkları şiirler, gazetelere attıkları manşetler ortada.