BİR SELANİKLİ KLASİĞİ: BİR YALANI BAŞKA BİR YALANLA KAPATMAYA ÇALIŞMAK

 





UĞUR MUMCU'NUN DİLİNDEN KARABEKİR-ATATÜRK KAVGASI – 42


Evet, Selanikli Mustafa Atatürk’ün mütareke (ateşkes) dönemi sergüzeştini (Falih Rıfkı Atay’ın rivayetiyle) kendi ağzından dinliyorduk.

Bir önceki bölümde, Selanikli’nin şu sözlerini okumuştuk:

“Mesela bir şayia çıkar, sefaretlerden (büyükelçiliklerden) birinin papazı Vahdettin'le mülakat (görüşme) aramıştır ve kendisine bilmem ne manada teminat (güvence) vermiştir. Saray ferahlık içindedir. Bu ferahlık, etrafa da sirayet eder. İstanbul her gün bu türlü başka bir şayia ile çalkalanmakta idi’.”

(Falih Rıfkı Atay, “M. Kemal’in Mütareke Defteri ve 19 Mayıs, haz. Nurer Uğurlu, İstanbul: Yeni Gün Haber Ajansı Basın ve Yayıncılık, Mayıs 1999, s. 131.)

Sözünü ettiği büyükelçiliğin İngiliz Büyükelçiliği, papazın ise kendisini papaz gibi göstererek kamufle eden İngiliz gizli servisinin (istihbarat teşkilatının) İstanbul şefi Robert Frew (Fro) olduğunu saklıyor.

Sanki Padişah Vahideddin o papazla görüşmüşmüş gibi bir izlenim vermeye çalışıyor.

Gerçekteyse, bu ajan rahiple defalarca görüşen kendisi..

Onun ajanlığı bahsine hiç girmemesi sebepsiz değil.

Nutuk’unda bu Frew’dan saygılı bir dille bahsedecek, yine ajanlığını saklayarak onu “sergüzeşt-cû” (macera arayan) iyi kalpli egzantrik bir adam gibi gösterecektir.

*

Falih Rıfkı’nın kitabını kaldığımız yerden okumaya devam edelim.

Selanikli’nin ağzından şunları anlatıyor:

“Bir gün, Umumi Harpte (Birinci Dünya Savaşı’nda) İstanbul otellerinden birinin müdürü iken tanıdığım M [Evet, ismini ajan gibi kodluyor], Şişli’deki evime geldi, Fethi Bey de (Orbay) yanımdaydı. Birçok şeyden bahsettikten sonra, bana dedi ki:

“- Burada ecnebilerle (yabancılarla) temastayım. Size ne kadar ehemmiyet verdiklerini de biliyorum. [X] Sefaretinde Mösyö F [Ajanın adını kodluyor] sizinle görüşmek istediğini birkaç defa tekrar etti. İster misiniz sizi bizim evde buluşturayım.”

Fethi Bey’ e doğru döndüm, kabul et, der gibi baktı:

“- Konuşalım, dedim, fakat eğer o istiyorsa…”

Davet günü Madam M’nin salonundayız. Biraz sonra “- Mösyö F. F” dediler, içeriye giren zat oturduğum kanepenin soluna yerleşti. Fransızca görüşüyorduk:

“- Ben çoktan beri Türkiye’de yaşayan bir ecnebiyim”, diye söze başladı, “Türklerin, daha doğrusu, İttihat ve Terakki’nin idaresini bizzat gördüm. Ne fecidir efendim, bilirsiniz. Umumî Harp’te (Birinci Dünya Savaşı’nda) şahit olduklarımı tekrar etmekten utanırım. Belki de hepsini anlatsam, medeniyet âlemi Türkiye’yi mahveder.”

“- Fakat, dedim, siz benimle görüşmek istemişsiniz, bu hanım ve kocası delalet ettiler (aracı oldular), sizinle konuşmam faydalı olacağını söylediler, bana bunları söylemek için mi bu mülakatı aradınız?”

“- İttihat ve Terakki’nin cinayetlerini evvela tasdik etmelisiniz.”

“- Ben İttihat ve Terakki’nin mümessili (temsilcisi, sözcüsü) değilim!”

Nutkuna devam etti. Canım sıkılmadı değil, fakat bunu mümkün olduğu kadar saklamaya çalıştım:

“- Evet, İttihat ve Terakki’nin mümessili değilim, fakat müsaadenizle söylemeliyim ki İttihat ve Terakki vatanperver bir cemiyet idi. Başlangıcından çok zaman sonrasına kadar ben de bu cemiyet içinde bulundum. Cemiyet hiçbir vakit sizin bu tezyiflerinize (aşağılamalarınıza) hak verecek bir mahiyet almamıştır. Çok kusurları ve yanlışları olabilir. Ama vatanperverliği münakaşaların üstündedir.”

Bu zatın, bu mülakatı [ne] için istediğini hâlâ anlamadım.

Fakat bir küçük hatırama ilave edeyim: Ankara’da bulunduğum sıralarda bir gün Antalya’ya geldiğini ve Madam M’in salonunda kendisinden “Gene görüşelim!” vaadi ile ayrılmış olduğumu hatırlattığını yazdılar. Ne cevap verdiğimi tahmin edersiniz.

Ecnebilerle bu temaslar, beni tanıdıklarımdan birçoğunun düşüncelerinden uzaklaştırmaya yardım etti.

Benim kanaatim o idi ki, ve daima o oldu ki dünyada insan diye yaşamak isteyenler, insan olmak vasıflarını ve kudretini kendilerinde görmelidirler. Bu uğurda her türlü fedakârlığa razı olmalıdnlar. Yoksa hiçbir medeni millet, onları kendi sırasında ve safında görmek istemez. (A.g.e., s. 131-133.)

Görüldüğü gibi, Selanikli çok güzel hikaye anlatıyor.

Ancak, hikâyesinde “hayatın olağan akışı” açısından akla yatmayan, sağduyuya ters gelen mantıksız ve tutarsız noktalar var.

Anlatıdaki tuhaf ve aptalca boşluklar, öykünün havada kalmasına yol açıyor.

“Burada anlatılmayan başka şeyler olabilir mi?” diye düşünmemek için ya iflah olmaz bir geri zekâlı ya da Selanikli’nin her lafına “gökten inmiş ayet” muamelesi yapan bir “Ata put tapıcısı” olmak gerekiyor.

İlk soru şu: Rahip Frew ile yaptığı görüşme zararsız bir görüşme idiyse, neden Falih Rıfkı, ilgili isimleri sansürlemeyi, Frew’u “F” olarak kodlamayı gerekli görmüş?

“İstanbul otellerinden birinin müdürü iken tanıdığım M” diyor, ne otelin adını veriyor ne de M’nin kim olduğunu açıklıyor.

Aynı şekilde ilgili sefaretin (büyükelçiliğin) ismi neden saklanmaktadır?

Neden?

Ayıp mıdır, günah mıdır, ihanet midir, işbirlikçilik midir, ajanlık mıdır, nedir yani?

*

Sözü edilen Bay M, Pera Palas’ın Fransız müdürü Mösyö Martin..

Selanikli’nin 13 Kasım 1918’de İstanbul’a gelince ilk temas kurduğu yabancı..

Selanikli, İngiliz gazeteci Ward Price’la onun vasıtasıyla tanışmış durumda.. Price da Selanikli’nin görüşme talebini İngiliz subaylara iletiyor.

Şurası çok açık: Sözü edilen M’ler (Martin ailesi) İngiliz gizli servisinin ajanı ya da işbirlikçileri durumunda.

Evlerini de servisin hizmetine açmışlar. (Müttefik ülkelerin istihbarat servisleri kendi aralarında bilgi alışverişi yaparlar.. Bazen ortak operasyon yaptıkları da olur.)

Ve de bu M’ler, Mustafa Kemal’le de samimi görüşüyor, evine gelip onu rahatça ziyaret edebiliyorlar.

Öyle ki, Selanikli, onların ricasını kırmıyor.

Anlatılan hikâyeye göre durum bu.

*

İkincisi, herşeyde inisiyatifin kendisinde olmasını huy edinmiş olan Selanikli, neden bu görüşmeyi kabul sorumluluğunu Fethi Okyar’a yüklüyor?

Sen çocuk musun, neden “Fethi Bey’ e doğru döndüm, kabul et, der gibi baktı” diyerek sorumluluğu Fethi Okyar’ın üstüne yıkmaya çalışıyorsun?

Böyle birşeyi söylemeye neden ihtiyaç duyuyorsun?

Üçüncüsü, hikâyeye göre teklifin Frew’dan geldiği açıkken, Selanikli’nin M’ye (Martin’e), “Konuşalım, fakat eğer o istiyorsa…” diye cevap vermiş olması mümkün olabilir mi?!

İnsanın böyle bir cevap vermesi için sıradan bir aptal değil, aşırı salak olması gerekiyor.

Selanikli Deccal’in (“çok yalancı”nın) salak olmadığı da kesin.

M’ye böyle dediğini Faih Rıfkı’ya söyleyerek, görüşme isteğinin kendisinden değil de karşıdan geldiğini abartılı bir şekilde vurgulama, aptalca bir cümleyle gözümüze sokma ihtiyacını neden duymaktadır?

*

Dördüncüsü, karşındaki adam (Ki, düşman milletten, hem de işgalci düşman) İttihat ve Terakki’nin Osmanlı-Türk vatanseverliğini umursar mı ki, sen ona “Yanlışları var ama vatanseverler” diyorsun, ya da demiş olasın?

Mesela sen İngilizler’in İstanbul’daki zulümlerini anlatacak olsaydın, ve de adam, “Askerlerimizin hataları var ama, vatanseverler.. İngiltere’ye sadıklar; bu, her türlü tartışmanın üstündedir” şeklinde “Dam üstünde saksağan, vur beline kazmayı, durma vur” türünden ilgisiz bir cevap verseydi ne düşünürdün?

Adamın aklından şüphe etmez miydin?

Öyle bir ortamda böyle bir konuşmanın cereyan etmiş olması “hayatın olağan akışı“na uygun düşer mi?

Beşincisi, sen neden o görüşmede işgalcilerin İstanbul ve Anadolu’daki zulümlerini gündeme getirmedin?

Mütareke şartlarına aykırı olarak Yunan’ı İzmir’e çıkarmalarını niye adamın gözüne sokmadın?

Hamiyyetin, vatanperverliğin, Türklüğün, askerliğin neredeydi?. Başlarını alıp nereye gitmişlerdi?

*

Altıncısı, adamın karşısında canının sıkıldığını saklama ihtiyacını neden duydun?

Neden canın sıkılmamış gibi davrandın?..

Adama ne borcun vardı ki bunu yaptın?..

Diyelim ki “Canım sıkıldı” diyerek bize samimiyetsiz vatanseverlik gösterişçiliği yapmıyorsun, gerçekten canın sıkıldı, o ortamda “Köprüyü geçene kadar ayıya dayı deme” tavrı sergilemeni gerektiren bir durum mu vardı?

Ve de canının sıkıldığını saklamayı, sıkılmamış gibi yapmayı nasıl başarabildin?

İstediğin zaman devreye koyabildiğin böyle sıradışı ve olağanüstü bir aktörlük ve rol yapma yeteneğin mi var?

Papazın karşısındaki tavrın mı numaraydı, yoksa Falih Rıfkı’ya bunları anlatırken mi numara yapıyor, canının sıkılmış olduğunu söyleyerek bizimle mi kafa buluyorsun?

Hikâye çerçevesinde görüşme teklifi karşıdan geldiği ve sen teklifi kabul edip M’lerin evine gitme zahmetine katlandığına göre psikolojik açıdan üstün taraf orada sen olmalısın.

Böylesi bir durumda (Nutuk’ta söylediğine göre kıytırık bir “sergüzeşt-cû”dan, macera heveslisinden başka birşey olmayan) bir papaz karşısında bu derece alttan alma tavrı içine girmek, ezik ve kişiliksiz bir adam gibi davranmak, vatanı kurtarmak için dünyayı karşısına almaya hazır bir “kahraman”dan beklenebilecek birşey midir?

*

Yedincisi, adamlar, M’den naklettiğin lafa göre, sana önem veriyorlardıysa, ve de seninle görüşmek için M’den defalarca talepte bulunmuştularsa, sen de nazlanarak kabul edip görüşmeye gittiysen, sanki sen bir talepte bulunmuşsun da onlar pazarlığa devam etmek için önüne bir ön şart getirmişler gibi sana nasıl “İttihat ve Terakki’nin cinayetlerini evvela tasdik etmelisiniz” diyebilirler?

Sen kime masal anlatıyorsun, dünyada bir tek akıllı sen misin?

Böyle bir sözün söylenmesi ancak sen onlardan bir talepte bulunduysan “hayatın olağan akışı”na uygun kabul edilebilir.

Bu kadar mantıksızlık ve tutarsızlık, ayağı yere değmezlik bir hikâye için fazla değil mi?

*

Sekizincisi, karşındaki adam, sanki Birinci Dünya Savaşı’na bir tek kendisi şahit olmuş, başka kimsenin haberi olmamış da kimsenin bilmediği birtakım esrarengiz sırları anlatacakmış gibi manyakça “Umumî Harp’te şahit olduklarımı tekrar etmekten utanırım. Belki de hepsini anlatsam, medeniyet âlemi Türkiye’yi mahveder” diye konuşmuş olabilir mi?

Diyelim ki konuştu, böyle bir manyaklığı yapan adama, “Sende utanma duygusu varsa, ki yok gibi görünüyor, kendi yaptıklarınızdan utanmalısın. Biz gidip İngiltere’ye, İngiliz topraklarına saldırmadık, siz gelip bize saldırdınız, şimdi de başkentimizi bile işgal ettiniz, Mondros Mütarekesi’nin şartlarını da çiğniyorsunuz” niye diyemedin?.

Firarların kahramanı, pabucumun vatanseveri, niye bunu söyleyemedin?

*

Dokuzuncusu, Falih Rıfkı’ya bunları anlattığın sırada (ki herşeyin geride kaldığı, İstiklal Harbi sonrası günler) Rahip Frew’nun seninle niçin görüşmek istediğini hâlâ nasıl anlamamış olabiliyorsun?

Burada saflık kime düşüyor, bize mi, sana mı?

Onuncusu, “… Madam M’in salonunda kendisinden ‘Gene görüşelim!’ vaadi ile ayrılmış olduğumu hatırlattığını yazdılar. Ne cevap verdiğimi tahmin edersiniz” diyorsun, işi tahmine bırakıyorsun.

Güzel.. Peki Rahip Frew ile o görüşmenizde başka neler konuşmuş olabileceğiniz konusunda da tahmin yürütmemize razı mısın?

*

Selanikli defolu dahi, sözlerini, “Ecnebilerle bu temaslar, beni tanıdıklarımdan birçoğunun düşüncelerinden uzaklaştırmaya yardım etti” diyerek sürdürüyor.

Temas değil, temaslar..

Tanıdıklarından birçoğunun düşüncelerinden bu temasların etkisiyle uzaklaşmış, tamam anladık da, ne yönde uzaklaşmış?..

Sözlerinin devamına bakılırsa, medenî (emperyalist demiyor) milletler tarafından onların sırasında ve safında görülmek için her türlü fedakârlığa razı olmaya karar vermiş.

O medenîlerin benimsediği türden “insan olma vasıflarını” kazanmayı kafaya koymuş.

O medenîler seni insandan saymıyorsa, sen de kendini insandan saymamak, onların işgal sırasında İstanbul’da sergiledikleri ve Yunan’a Ege’de sergilettikleri insanlık vasıflarını benimsemek zorunda mısın?

Zorunda mıydın?

*

Selanikli, yukarıya aldığımız açıklamalarını, milleti aptal yerine koyarcasına "Bu zatın, bu mülakatı niçin istediğini hâlâ anlamadım" diyerek bitirmiş

Merak buyurmasınlar, biz anladık.

O görüşmeyi niçin istediğini hâlâ anlamamışsa, sonraki görüşmeyi ya da görüşmeleri niçin yaptıklarını herhalde gayet iyi anlamıştır.

Çünkü, Falih Rıfkı'ya (Frew'la bir daha görüşmeyi kabul etmediği kaydıyla) bunları söyledikten bir yıl sonra yaptığı (Nutuk adıyla kitaplaştırılan) uzun konuşmasında, bu casusla İstanbul'da bir iki defa görüştüğünü söylemek suretiyle, daha sonra en az bir kez daha görüşmüş olduğunu ağzından kaçırmış bulunuyor.

Adama boşuna mı deccal (çok yalancı) diyoruz.

*

Rauf Orbay'a göre, bu sayı üç de olabilir. (Bkz. Feridun Kandemir, Hatıraları ve Söylemedikleri ile Rauf Orbay, İstanbul: Sinan Matbaası, 1965, s. 32.)

Selanikli’nin sadık yaveri Cevat Abbas'a göre ise, Mustafa Kemal bu "fasılalı" görüşmelerden çok şey öğrenmişti:

“Atatürk, İstanbul’da bulunduğu ayların sonlarına doğru İtalya mümesilli [temsilcisi] Kont Sforzia ve Papaz Mister Frew ile de ayrı ayrı ve fasılalı tarihlerde görüşmüştü. Aldığı kanaat acı idi. Ağırdı. Samsun ve İzmir mıntıkalarının bir gün işgal altına alınacağı ve Ermeni yurdu yapılacağı kanaatini bu mülakatlar vermişti.”

(Atatürk’ün Yaveri Cevat Abbas Gürer, Cepheden Meclise Büyük Önder ile 24 Yıl, 5. b., İstanbul: Gürer Yayıncılık, 2007, s. 214.)

Fasıladan söz ediliyorsa görüşme sayısı en az üç olmalıdır.

Kont Sforza, İtalyanlar'ı temsil ediyor, İtalya’nın İstanbul’daki “fevkalade murahhas”ı (olağanüstü temsilcisi).. Sonradan İtalya dışişleri bakanı olacaktır.

Papaz Mister Frew ise İngilizler’i temsil ediyor.. Asıl görevi papazlık değil, İngiliz Gizli Servisi’nin (istihbarat teşkilatının) İstanbul şefi.

Frew İngilizler'i temsil etmese, onun Samsun ve İzmir'le ilgili kara haberlerine itibar etmek gerekmezdi. 

Durum buyken, Cevat Abbas'ın sadece kulaktan duymuş olduğu halde hatırladığı görüşmeyi Selanikli (kendisi yaptığı halde) sonradan unutacak, ve Falih Rıfkı'ya Frew hakkında "Bir daha da görüşmedim, benimle niçin görüştüğünü de hâlâ anlayamadım" diyecektir.  

Bile bile yalan söylemek işte böyle birşey.

Bu "casus"lu hikâyede doğruluk ne yana düşer usta, yalan ne yana?

*

Denilmiştir ki, iyi bir yalancının iyi bir hafızası olmalıdır.

Yalanının açığa çıkmaması, aynen tekrarlayabilmesi için bu gerekli.

Olayımızda ise Selanikli, bir yıl sonra yaptığı ve Nutuk adıyla kitaplaştırılan uzun konuşmasında, bir önceki açıklamasının yalan olduğunu ortaya koymuş durumda.

Sorun şurada ki, Nutuk’taki açıklaması da doğru değil.. Orada söylediği de, ikinci bir yalan.

Türkiye’de “Ata Türk” olduğunuz zaman, iyi bir yalancı olmak için iyi bir hafızaya sahip olmanız gerekmiyor.

Adamın her yalanını tasdik etmeye hazır bir kitle, ve de yalanlarını korumak için kanun çıkaran bir siyasal düzen varken, hafızasını boş yere niye yorsun ki?!


"DERİN" SİYASETİN DİAMOND PİYONU

  Diamand adlı sümsük ve sünepe süprüntü, "Şeriatın haricindeki hiçbir sistemde altı yaşındaki bir kızla evlenemezsin" diyormuş. Ö...