ONCE UPON A TIME IN İSKENDERPAŞA

 




Bundan 15 yıl önce, 2009 yılında bir arkadaşımız, bize gönderdiği bir mesajında şunları söylüyordu:

“[Mahmud Esad Coşan] Rh.A Hocamızdan sonra; Rh.A’in cenazesinde de ilan edildiği üzere Nureddin hocamıza bey’at etmiş olduk.. (Ben şahsen Nureddin hocamız demeyi tercih ediyorum, gerçi Nureddin hocamız demişler ki bana hocam değil, Nureddin bey deyin demiş,  elimi de öpmeyin vs. demiş, fakat ben hocaefendi demeyi tercih ediyorum) (Rh.A’den sonra hiç tereddütsüz olarak Nureddin hocamıza bey’at ettik, çünkü Abdülaziz [Bekkine] Efendi (ks)’den sonra nasıl bir takım kimseler MZK [Mehmed Zahid Kotku] (ks) hocamıza intisab etmemişler, edememişler, yine MZK (ks) hocamızdan sonra bir takım kimseler MEC [Mahmud Esad Coşan] (ks) hocamıza intisab etmemişler, edememişlerse, bende aynı duruma düşmekten çok korktuğum için hemen Nureddin hocamıza intisab ettim…. 

“Nureddin hocamızın konuşmalarını,yazılarını takip etmeye çalışıyorum, iskenderpaşa, akradyo, zinde, çeküd, sağduyu, server iletişim vb. internet sitelerini takip ediyorum, cemaatimizle ilgili ve alakalı mail gruplarına da üyeyim, bu yolla da mailleri takip etmeye çalışıyorum; çünkü ben Rh.A MEC hocamızı çok seviyorum.. 

Temmuz 2007 seçimlerinde büyük bir bocalama yaşadım, yapılan ve altında nureddin coşan yazan açıklamaya hiçbir mana veremedim, bu açıklamayı Nureddin hocamız yapmamıştır diyerekten kendimi avutmaya çalıştım, 21.Temmuz gecesi tanıdığım sevdiğim güvendiğim ağabeyleri aradım, açıklamanın ne manaya geldiğini, neden böyle bir açıklama yapıldığını, bu açıklamayı gerçekten de Nureddin hocamızın mı yaptığını elimden geldiğince sordum araştırdım, görüştüğüm ağabeyler çeşitli cevaplar verdiler, fakat ortak nokta ak partiye oy verecek olmalarıydı, bende oyumu ak partiye verecektim zaten, fakat açıklama üzerine tereddütler yaşadım, … ve sonradan kesin olarak öğrendim ki bu açıklamayı Nureddin hocamızın kendisi yapmış..

“Yine Hollanda büyükelçisine verilen cevabı ilk okuduğumda da büyük bir bocalama yaşamış, yapılan açıklamaya hiçbir anlam verememiş, Hocamız nasıl böyle bir açıklama yapar ve üslup kullanır diye düşünmüştüm…. 

“Yad2002, Yad2003, çeşitli zamanlarda yapılan basın açıklamaları, Kuşadasında yapılan açılış konuşması, Hollanda büyükelçisine cevap,13.Mart.2006 yad konuşması ve en nihayet Temmuz2007 seçim açıklaması.. Ben sürekli olarak hüsn-ü zan ettim, bu açıklamaları Nureddin hocamız yapmamıştır dedim, onun yaptığını kabullenemedim, hatta 21.Temmuz.2007 akşamı sizi de aramış ve fikrinizi sormuştum, siz bu konuda konuşmak istememiştiniz bunun üzerine bu açıklamayı gerçekten Nureddin hocamız yapmış mıdır diye size sormuştum, daha sonra ağustos ayında van’da kesin olarak öğrendim ki bu açıklamayı Nureddin hocamız yapmış.. (şimdi kesin olarak öğrendim ve anladım ki aslında olup-biten herşey Nureddin hocamızın kontrolünde, genel merkezin yaptığı faliyetler, proğramlar, çalışmalar hep Nureddin hocamızın yönlendirmesiyle, teşvikiyle, mesela Kur’an-ı Kerim’in mealini güzel okuma yarışması vs.. anlıyorum ki belki en başından beri olup-biten her şey Nureddin hocamızın arzusu üzere gerçekleştirilmiş ve yapılmış, organize edilmiş..)  

“Evrad-ı Şerif konusunda; benim ihvanımın ve benim, dedem kadar vakti yok, Evrad-ı Şerif’te küfre götüren ifadeler var gibi söylemler, dedemle Tasavvufi konularda tartışırdım, çatışırdım gibi ifadaler, [Robert Frager’in] kalp nefs ruh kitabının okunması, okutulması, satılması, yaygınlaştırılması … kab, kad [kritik analitik düşünme], doğal beslenme ve sivil savunma uzmanı olmak, Ramuz El-Ehadisi kütüphanenin en gizli yerine koymak, Rh.A’den gördüğümüz şekilde olan intisabı ortadan kaldırmak vs vs.. gibi tavsiye ve sözlerde aslında hep Nureddin hocamızın ağzından çıkıyormuş, ben ise hep hüsn-ü zan ediyormuşum..

“Yazılarınızın hemen hemen tamamını okudum, hepsini okudum desem doğru olmayabilir, şu sonuca vardım; yazdıklarınıza katılıyorum, hakikati yazmışsınız, fakat şunu çok merak ediyorum; 

“Acaba bu vazife Nureddin hocamıza verildi mi? verilmedi mi?

Ben, Rh.A Mahmud Es’ad Coşan (ks) hocamıza bey’at/intisab edip bağlanmıştım, eğer Rh.A hocamız bu vazifeyi Nureddin hocamıza gerçekten verdi ise şimdi ne yapamamız lazım?

“Sizin hazırladığınız bu siteyi bilmeden önce de bu konuları sürekli konuşuyor ve düşünüyordum. Yine zinde.info’da çıkan ibrahim ilhan’ın kaleme aldığı iki güzel insan başlıklı yazıdan da çok etkilenmiştim, düşündüm acaba neden çok etkilendim diye, sonra anladım ki; (çünkü bu yazıda Rh.A kendinden sonra Nureddin hocamızın vazife yapacağını, rahmetli Mehmed Ali İyibükücü ağabeye bizzat söylemişler, doğan karaoğlan rivayetiyle anlatılıyor) ben içimden tabi farkında da değilim ama, kendi kendime öyle düşünmüşüm öyle bir kanıya varmışım ki Nureddin hocamıza acaba bu vazife gerçektende verildi mi verilmedi mi diye şüpheye kapılmış, tereddütler geçiriyor olduğumu anlamış oldum. 9.Şubat.2001 günü Fatih camiinde Rh.A hocamızın cenazesi esnasında bu vazifenin Nureddin hocamıza verildiği genele ilan edildi ve bizde hüsn-ü zan ederek tereddütsüz olarak hemen kabul ettik.. Fakat gelinen nokta ortada….

“Rh.A’e intisab etmiş biri olarak şuan ne yapmamı tavsiye ediyorsunuz, bu konuda nasıl düşünmem gerekiyor bilemiyorum, eğer Nureddin hocamıza gerçekten de vazife verilmiş ise benim durumum ne olur, yoksa mürid-i mürted mi olmuş oluyorum, vazife verilimiş ise şuan ki durum da ortada, o halde ben ne yapmalı nasıl davranmalıyım, ne tavsiye edersiniz bana?.... 

“Bildiğim kadarıyla, duyduğum kadarıyla da bu vazifenin Nureddin hocamıza verildiğini zannediyor ve Rh.A hocalarımızı üzmek ve onlara asi gelmiş olmaktan korkuyorum..

Oku emriyle kastedilen sadece arapçasından mı okumaktır vb. reklam bandı hala kuranimiz.net sitesinde yayınlanmaya devam ediyor, yani henüz hatadan dönülmüş değil..

“Zinde.info’da yayınlanan kavramları yeniden anlamak adlı yazıyı okumuş ve bazı yanlış noktalar hemen dikkatimi çekmişti, zaten sizde sitenizde gerekli değerlendirmelerde bulunmuşsunuz, fakat buna rağmen o yazı hala zinde.info sitesinde anasayfa üzerinde durmakta, keza yine yeniden düşünmek adlı yazı (Nevzat Yiğit) hala aynı sitede anasayfada durmakta..

“Rh.A hocamız yabancı kelime kullanmamaya büyük özen gösterirdi, hatta radyoya da ünaldı diyordu galiba, yabancı kelime kullananlara para cezası kesiyordu, fakat başta kritik-analitik kelimesi olmak üzere Nureddin hocaefendinin kullandığı kelimeler hep yabancı..

Ankad.org diye bir site hazırlamışlar, aKADemi ismiyle Ankara kad grubu hazırlamış galiba, bu sitede; hakiki doğal liderin özellikleri, liderlik haritanızı çıkartın gibi yazılar var, sizin yazmış olduğunuz doğal liderlik yazısını okuduğumda durumu daha iyi anlıyorum, ….

Sagduyu.org’tan bahsedecektim fakat siteye bağlanıldığı halde sitenin içerisindeki hiçbir şeye ulaşılamıyor, hosta bağlanılamadı diyor, belki de yanlışlarını düzeltecekler, hatalarından vazgeçeceklerdir….

“…. yapayalnız kaldık, ne yapacağımızı bilmez olduk, bütün bunların üstüne birde bugün gelinen nokta ortada, zaten durumu sitenizde özetlemişsiniz, şimdi ne yapmalıyız, nasıl davranmalıyız, Rh.A Hocamız şehid edildi, fakat yerine vazifeyi devam ettirecek bir şeyh, tebliğ ve irşad çalışmalarını devam edip yürütecek bir postnişin bırakmadı mı? Yoksa Rh.A Hocamız da birçok örneklerde olduğu gibi kendisinden sonraya kimseye vazife vermedi mi? …. Fakat vazife eğer Nureddin hocamıza verilmişse, Rh.A bu emaneti Nureddin hocamıza vermişse, MZK ks hocamızın ve Necati amcamızın rh.a torunu, MEC hocamızın oğlu, yüz hatlarıyla fizikiyle hocalarımızı bize hatırlatan, şimdiye kadar vazifenin kendisine verilmemiş olmasıyla ilgili hiçbirşey duymadığımız Nureddin hocamıza karşı gelmekle hata etmiş olmaz mıyız?

“Bu konularda gerçekten çok zorlandım ve sizinle istişare etmek istedim, yazmış olduğum bu yazıyı ilk defa sizinle paylaşıyorum, size açıyorum.. Nasihat, görüş ve tavsiyelerinizi, uyarı ve tenbihlerinizi bekliyorum….”

*

Yıllar önce bize sorulmuş olan bütün bu soruları şu şekilde basitleştirmek mümkündür:

1. Merhum Es’ad Efendi, Nureddin Coşan’ı yerine bıraktı mı, bırakmadı mı?

2. Bıraktıysa, yaptığı bu makul olmayan açıklamalar karşısında tutumumuz ne olmalıdır? Sorgulamadan tâbi mi olmalıyız?

3. Şayet Es’ad Efendi Nureddin Coşan’ı yerine bıraktıysa, onu terk etmemiz durumunda vebalde kalır mıyız? 

*

Bu sorulara sırasıyla şu şekilde cevap verilebilir:

Birinci soru: Merhum Es’ad Efendi’nin Nureddin Coşan’ı yerine bırakıp bırakmadığı konusunda bende kesin ve açık bir bilgi yok..

Ancak, sözü edilen (İbrahim İlhan’a ait) yazıda iki kişinin Es’ad Efendi’yi ziyaret ettiği ve onun şöyle dediği aktarılıyor:

“Nureddin sadece Server’in başına getirilmedi ki, o aynı zamanda benden sonra vazifeyi devam ettirecek kişidir, ama ben bunu kendi reyimle yapıyor değilim, yolumuzun büyükleriyle sürekli istişare halindeyim. Birçok kişi gelip rüyalarını anlatıyorlar, sahih rüyalar, onlar da bunu işaret ediyor.”

Bu konuda iki kişinin şahitliği (şayet şahitliklerine itibar edilmemesini gerektiren bir durumları yoksa, “adil” iseler) yeterli olabilir.

Fakat yukarıdaki söz, şahitlerin sayısı bakımından (“adil”, yani sözüne inanılabilecek kişiler oldukları varsayımı çerçevesinde) kuvvetli olmamakla birlikte (Ortada “mütevatir haber” yok) yeterli ise de, aktarılan sözün muhtevası bakımından sorunlu..

Yolumuzun büyükleriyle sürekli istişare halindeyim” sözünden neyin kastedildiği belli değil..

Bununla yaşayanlar mı, yaşamayanlar mı kast ediliyor?

İstişare, yaşayanlarla olur; yaşamayanlar için ancak işaretten söz edilebilir.

Şahsen, Esad Efendi’nin böyle birşey demiş olabileceğine inanmıyorum.

Ahirete intikal etmiş olan zatlarla istişare olmaz, onlar size bazı şeyleri bildirebilir, sizi ikaz edebilir, ya da teselli edebilirler.

*

Ayrıca, bu istişare lafının yanı sıra rüyaların delil olarak gösterilmesine ihtiyaç duyulması kafa karıştırıyor.

Bunlar nasıl rüyalardı, bilmiyoruz..

Ayrıca, herkesin kendine göre rüyası olabilir.

Rüyanın, bir durumun meşruiyetine mi, yoksa onun fiilen gerçekleşeceğine mi delalet ettiği de her zaman kestirilemez.

Yani rüya bazen ihbarî olur.. İnşaî değil..

Mesela, Yezid’in hilafetinden yıllar önce birisinin onu halife olarak görmüş olduğunu düşünelim. Bu, onun fiilen halife olacağını gösteriyor olabilir, fakat hilafeti hak etmiş olduğunu, halifelik makamının onun hakkı olduğunu göstermez.

İhbarî (haber verici) bir rüyaya inşaî (kurucu) anlam yüklenemez.

Rüya ile gerçek hayatı birbirine karıştırmamak gerekir.

Rüyada olan olaylar, gerçek hayatta olan olaylar gibi, yani gerçekten yaşanmış gibi kabul edildiğinde yanlış yorumlanmış olur.

Bir rüyanın nasıl tabir edileceği gören kişiye ve içinde bulunduğu şartlara göre değişebilir.

Birçok rüya, gören kişinin müslüman veya gayrimüslim, genç ya da yaşlı, alim veya cahil, salih veya fasık, erkek veya kadın, zengin veya fakir, sağlıklı ya da hasta, şehirli veya köylü, şu veya bu meslekten olmasına göre farklı anlam taşıyabilir.

Bu tür konularda bizce önemli olan insanların uyanıkken ne söylediği, ne yaptığıdır.

Ama, eğer bir rüya anlatmak gerekiyorsa, 2002 veya 2003 yılında gördüğümüz birini, yorumsuz olarak aktaralım:

Açık bir arazide, merhum Mehmed Zahid Efendi ile Es’ad Efendi’nin kabirleri… Her ikisinin üzerinde de, yaklaşık 70 cm yüksekliğinde sandık biçimli sanduka.. Bu sandukaların dört köşesinde yarım metre yüksekliğinde ağaç direkler var ve bu direklerin üst noktaları arasında floresan lambalar mevcut. Fakat lambaların hepsi yanmış, patlamış; sandukaların üstü ve bu direkler adeta bir yangın sonrasını andırırcasına isli ve kararmış.. Kabirlerin üç beş metre kenarında da, cemaatten biri ayakta duruyor. Rüyama göre, MİT’ten..

O şahsın MİT’ten olduğunu gösteren bir başka rüya daha görmüştüm. (Bu şahıs vefat etti, bugüne kadar ismini hiç kimseye söylemedim. Memleketi Doğu Anadolu Bölgesi sınırları içinde.)

*

Ancak, bu istişare ve rüya mevzuu bir tarafa bırakılarak meselenin salt Es’ad Efendi’nin tensibi, yaptığı bir atama olarak görülmesi mümkündür.

Yukarıdaki şahitlik bu açıdan bir sorun taşımıyor.

Söz konusu kişilerin şahitliklerini düşüren bir özellikleri bilinmedikçe, bu şahitliği geçerli kabul edebiliriz.

Bununla birlikte, Türkiye gibi ülkelerdeki “derin” tezgâhlar dikkate alınırsa, söz konusu kişilerin “tehdit, şantaj veya satın alınma” yoluyla böylesi uydurma şahitlikler yapmayacaklarından veya yapmak zorunda kalmayacaklarından emin de olunamaz.

Nitekim, merhum Esad Efendi’den naklettikleri “istişare” lafı mantıklı değil.

Saçmalığın zirvesi.

*

Ancak, mesele sadece bu değil..

Bu toplulukta (cemaat diyelim) bu konularda yaygın bazı hatalar yapıldığını görüyoruz.

Birincisi, şeyhlik ile velîliğin karıştırılması..

Şeyhlik başka, velîlik başkadır. Nitekim Mehmed Zahid Efendi rh. a., son konuşmasında, “Şeyhlik de boş, dervişlik de.. Mühim olan iyi bir kul olabilmektir” demiştir.

Şeyhlik boş olabilir, fakat velîlik (Allah’ın razı olduğu kul olmak) boş değildir.

Ayrıca, her şeyhin velî olması, her velînin de şeyh olması gibi bir durum yoktur; bunun bilinmesi gerekiyor.

İkinci olarak, şeyhlikle mürşid-i kâmillik karıştırılıyor.

Her şeyhin kâmil bir mürşid olmadığı, Ali Kalkancı ve Müslüm Gündüz gibi örneklerden bellidir.

*

Ancak, şeyhlikleri kendilerinden menkul bu şahısların yanı sıra, gerçekten icazetli şeyhlerin de kâmil bir mürşid olmaları gerçekte nadir rastlanan bir durumdur.

İmam-ı Rabbanî şöyle der:

“Şunu da bilesin ki, bazı ihlas sahibi kimselere icazet verilmesi, dalaletin yayılıp umumileştiği bir zamanda; bir cemaat için Hak yoluna delil (yol gösterici) olup göstermesi içindir. Bunun için kendisine icazet verilmiştir.... İcazet onun için, kemal ve tekmil vehmine düşüren ve esas maksattan olan birşey değildir.”

(Mektubat, C. 1, çev. A. Akçiçek, İstanbul: Merve Y., s. 467)

*

Burada sorun olarak ortaya çıkan bir başka konu, merhum Es’ad Efendi’nin ve Nureddin Coşan’ın “şeyhlik” kurumuna yaklaşım biçimleriyle ilgilidir.

Başta İmam Gazalî olmak üzere ulema nezdinde şeyhliğin hükmü “muallimlik”tir (öğretmenlik, hocalık). Es’ad Efendi’ye göre ise, şeyhe yapılan biat, siyasal anlamda halifeye yapılan biatle aynı şeydir.

İşte bu görüş çerçevesinde Es’ad Efendi’nin yerine bıraktığı kişiye intisap etmek gibi bir zorunluluk ve sorumluluktan fıkhî açıdan söz edilemez.

Dolayısıyla, bu noktada şu söylenebilir: Es’ad Efendi gerçekten yerine Nureddin Coşan’ı bırakmış olabilir, fakat insanların salt bu nedenle Nureddin Coşan’a intisap etmek gibi bir yükümlülükleri mevcut değildir.

*

Nureddin Coşan’ın konuya yaklaşım biçimi de bir başka soruna yol açmaktadır.

2003 yılında, kendisiyle ilgili “algı, tarif ve beklentileri yeniden yorumlama”ya tâbi tutmak suretiyle, gerçekte kendisine yapılan biat ve sözleşmeyi fesh etmiştir.

Bu açıdan da, onun “doğal liderlik” tanımı ve yaklaşımını kabul etmeyen, yani “yeni tarif”ini benimsemeyenler için onun şeyhliğini kabul etmek gibi bir sorumluluk mevcut değildir.

Bu sorumluluğun ortadan kalkmasının nedeni de bizzat Nureddin Coşan’ın kendi “yeniden yorum”udur.

*

Bu topluluktaki daha ciddi bir hatayı, Şiîlerinkine benzer bir “zamanın imamı” anlayışının savunulmaya başlanmış olması oluşturuyor.

Aslında bu tekkede, Mehmed Zahid Kotku rh. a.’in şeyhi Ömer Ziyaeddin Dağıstanî rh. a.’in Tasavvuf ve Tarikatlarla İlgili Fetvalar kitabının gösterdiği gibi, halifeye biatle şeyhe intisabı ayıran bir anlayış mevcuttu.

Bu anlayış, Halid-i Bağdadî hazretlerinin mektuplarında da kendisini göstermektedir.

Ayrıca Ehl-i Sünnet ulemasının bu konudaki yaklaşımı bellidir.

Durum buyken, evimize kadar gelip bizi “İmamlar Kureyş’tendir” hadisini söyleyerek “Nureddin’in zamanın imamlığı” konusunda güya irşad etmeye çalışanlar bile çıktı.

Bunu kamuoyu önünde de dile getirdiler.

Mesela zinde.info adlı sitede yayınlanan “Kavramları Yeniden Anlamak” başlıklı yazıda Ehl-i Sünnet’le telifi mümkün olmayan bir anlayış savunuldu:

“Peygamberlere uymayan insanların helak olması gibi, zamanının din önderini, vazifeli insanını bilmeden, onu tanımadan ölmesi de o kişinin helakine, sanki islamdan önce ölmüş gibi imansız gitmesine sebep olabilir.”

(http://www.zinde.info/zduyurular.php?subaction=showfull&id=1261645139&archive=&start_from=&ucat=3,18)

*

İkinci soruya gelince…

Nureddin’e tâbi olmayanlar için onun açıklamalarını dikkate almak gibi bir sorumluluk düşünülemez.

Tâbi olanların da, “Halik’a isyan olan yerde mahluka itaat edilmeyeceğini” akıllarında tutmaları gerekiyor.

Nureddin’in şer’î delilini gösteremediği görüşlerini kimsenin kabul etmesi gerekmediği gibi, Şeriat’e aykırı olan görüşlerini reddetmek de, özellikle onu destekleyenler üzerindeki bir mükellefiyettir.

Sağduyu Partisi’nin açıklamaları açıkça Şeriat’e aykırıdır.

Hatta orada, dinî yani İslamî değerler açıkça tahkir edildi, aşağılandı. Reddedildi.

Aynı tutumlarını bugün de sürdürüyorlar.

Ayrıca Nureddin’in doğal liderlik iddiasının da hiçbir şer’î delili mevcut değildir.

Keyfî ve indî, heva ve hevese dayanan bir yaklaşımdır.

Kullandığı “doğal liderlik” kavramı, “İnsan Kullanım El Kitabı” ifadesi için “user manual”ın referans gösterilmesinde olduğu gibi, Batı’dan ithaldir.

Yani bu konuda Şeriat’e değil, hristiyan Batılılar’ın söylem ve yaklaşımlarına tâbi olunmaktadır.

*

Solduyulu Sağduyu Partisi faciasına gelince..

Vikipedi’de “Sağduyu Partisi” maddesinde şunlar söyleniyor:

“Sağduyu Partisi (SAGDUYU), 4 Eylül 2002 tarihinde Muharrem Nureddin Coşan liderliğinde kurulan, Türk siyasi partisidir. …

“İsmini; içinde barındırdığı evrensel değerlerle, her iyiliğin özünde bulunan; varlığında gerçek mutluluk, eksikliğinde zulüm zuhur eden; her şart ve zamanda vazgeçilmez olan; hem hedeflerini, hem yöntemlerini tek kelimeyle özetleyen bir olgu olan SAGDUYU'dan aldığı ifade edilmiştir. SAGDUYU; özellikle hikmet, adalet ve yüksek ahlâk değerleri üzerinde yükselen bir erdemler bütünü olarak tanımlanmış, SAGDUYU hâkimiyetinin ise yalnızca bağımsızlık şartı ile mümkün olduğu belirtilmiştir. Bu ifade aynı zamanda ‘SAGDUYU = Bağımsızlık x (Hikmet + Adalet + Yüksek Ahlâk)’ şeklinde formüle edilmiştir.”

Saçmalık..

Bu denklem çerçevesinde “bağımsızlık”a sıfır değerini verdiğimizde “sagduyu” denilen “olgu” sıfıra karşılık geliyor. Bağımsızlık sonsuz olduğunda ise “sagduyu” da sonsuz oluyor. (Olgu değil kavram demeleri gerekiyor ya, neyse..)

İmdi, sen parti olarak devlete bağımlısın.. Devletin Anayasa’sı ve Siyasal Partiler Kanunu seni bağlıyor.. Onlardan bağımsız olduğunu söyleme imkânına sahip değilsin.. O halde hangi bağımsızlıktan söz ediyorsun?!..

Laik (siyasal dinsiz) devletin otoritesi karşısında senin bağımsızlığın yok hükmünde.. Sıfır.. Dolayısıyla “sagduyu”n da sıfır.

*

Vikipedi’deki ifadelerin devamı şöyle:

“Sağduyu Partisi … Diğer tüm kişi, kurum ve oluşumlardan bağımsız olduğunu; ancak değerlerine uygun konularda iş birliği yapabileceğini ifade etmiştir.

Demek ki balık hafızası ve balık zekâsı ile parti de kurulabiliyormuş.. “Ol mahiler ki derya içreler deryayı bilmezler.” Sen İçişleri Bakanlığı kurumundan bağımsız mısın?!.. Devletin seni denetleyen kurumları yok mu?!.. Onlarla “değerlerine uygun konularda işbirliği” yapmakla mı yetiniyorsun?! Değerlerine uymayan konularda onlara “Hadi lan get!” mi diyorsun?!

Vikipedi ayrıca “İdeoloji” başlığı altında partinin ideolojisi hakkında şu bilgileri veriyor:

“Sağduyu Partisi'ne göre klasik teorilerde siyasi konumlar; devletin ekonomiye ve bireysel yaşantıya ne derecede müdahil olduğuna göre belirlenmektedir. Türkiye'de ise siyasi konumlamanın şimdiye dek; üzerinden ‘millet’ tanımlamasının yapıldığı iki unsura, yani dini değerlere (İslâm) ve milliyetçiliğe (Türk milliyetçiliğine) nasıl baktıklarına göre yapıldığı ifade edilmiştir. Sağduyu Partisi; siyasi partilerin liberal, devletçi, milliyetçi, sağ veya sol olmalarından daha önemli konum belirleyicileri olduğunu düşündüğünü; bunlardan ilkinin bağımsızlıkları, ikincisinin ise kendi düşünce eksenleri içerisinde, bakışlarında ve uygulamalarında ne kadar sağduyulu oldukları olduğunu belirtmiştir.

Evet, partinin internet sitesinde yer alan bu saçmalıklarla söylenmek istenen şu: Biz insanların siyasî konumları hakkında değerlendirme yaparken onların İslamî değerlere nasıl baktıklarını önemsemiyoruz.. Bizim için önemli olan, birincisi, onların (son tahlilde bir masaldan ibaret olan) bağımsızlıkları..

İkinci olarak da onların “kendi düşünce eksenleri” içerisinde (Ki bu düşünce ekseni İslamî değerleri hiçe sayan ateizm de olabilir, dinsizlik de olabilir, bütün milliyetçilikleri yadsıyan kozmopolitizm de olabilir) ne kadar sağduyulu olduklarını önemsiyoruz.

Dedikleri bu.

Şimdi diyeceksiniz ki bunlar “sağduyulu olmak”tan bahsetmekle işi getirip adalet, hikmet ve yüksek ahlâk değerlerine bağlamış oluyorlar, ve bunlar İslamî değerler demek.. İşte, Sağduyu Partililer (onların ardındaki, bağlı ve bağımlı oldukları “üst akıl”) bunu baştan düşünmüş, bu hataya düşmememiz için, daha baştan, insanları değerlendirirken onların İslamî değerlere nasıl baktıklarını önemsemediklerini bilmemizi sağlayacak şekilde bu şerhi itina ile kayda geçirmişler.

Yani bunların sözünü ettiği adalet, hikmet ve yüksek ahlâk değerleri İslam’ın öngürdüğü değerler değil; evrensel (bir laikin, bir dinsizin, yahut evrensel düşünen bir Budistin de kabul edeceği, İslam’ın malı olarak görmeyeceği) adalet, hikmet ve yüksek ahlâk değerleri.. (Nasıl bir evrensellikse?.. Evrensellik babalarının tapulu malı, baba mirası.. Birileri ne yapsa evrensel ve çağdaştır, sen ne yapsan çağdışıdır.)

Bu saçmalıklara karşı “İslamsız adalet, İslamsız hikmet, İslamsız yüksek ahlâk değerleri olmaz” derseniz, Sağduyu Partisi’nin size söyleyeceği şu: Türkiye’de şimdiye dek böyle düşünenler vardı, fakat biz onlardan farklıyız, biz bağımsızlığı ve “kendi düşünce ekseni içinde” sağduyulu olmayı keşfettik..

*

Burada mesele, parti olarak programlarında Şeriatçi olduklarını söyleme meselesi değil, Şeriat’e aykırı beyanda bulunmama meselesi..

Şüpheli ve sanıklara bile sorgu sırasında “susma hakkı” tanınıyor.

İlla da konuşmak, yanlış şeyler söylemek zorunda değilsiniz..

Sağduyu Partisi’nin tutup sitesinde yayınladığı saçmalıklar, söylemek zorunda olduğu şeyler değildi.. Yuvarlak, tevile müsait laflarla işi geçiştirebilirlerdi.

Ortadaki rezaletin makul bir açıklaması yok..

Derinlerde neler döndüğünü, hangi rüzgârların estiğini, hangi dalgaların sahilleri selamladığını ise bilebilecek durumda değiliz.

*

Nureddin’in Hollanda Büyükelçisi’ne yaptığı açıklama da, fıkıhla tasavvuf, Şeriat’le tarikat, hukukla ahlâk arasındaki farkı bilmediğini ve daha kötüsü Şeriat’in önemini kavrayamadığını, ya da önemsiz gördüğünü ispatlamaktadır.

*

Üçüncü soruya gelince..

Nureddin, şapkasından el çabukluğuyla çıkardığı doğal liderlik tavşanına eşlik eden “yeniden yorum”u ile bütün intisapları/biatları fesh etmiş bulunmaktadır.

Olayın takva ile ilgili boyutu bakımından kendisini “aciz bir kardeş” olarak göstermektedir.

Doğal liderliğinin şer’î bir dayanağı bulunmuyor; takvaya çağırma görevi çerçevesindeki “aciz bir kardeş” olma durumu ise, başkalarını sorumlu hale getirmez.

“Aciz bir kardeş” olduğu unutulmamalıdır.

*

Söz konusu arkadaşın mesajında Ramuz el-Ehadîs’e, Evrad’a (dua ve virdler kitabına) ve Robert Frager’in “Kalp, Nefs ve Ruh” kitabına da atıfta bulunuluyor.

Nurettin’in Ramuz ve Evrad hakkındaki sözleri tuhaf..

Üç kişilik bir heyete (Yanlış hatırlamıyorsam Mikdat Kutlu, Zühtü Ünal ve Hür Mahmut Yücer’den oluşuyordu) yeni bir evrad siparişi verdiğini de duymuştum. Sonunun ne olduğunu bilmiyorum.

Ahmet Ziyaüddin Gümüşhanevî rh. a.’in hazırladığı hadis kitabı ile Mehmed Zahid Kotku rh. a.’in tertip ettiği Evrad’ı beğenmeyen Nurettin’in beğendiği, cemaate hararetle tavsiye ettiği, övdüğü kitap, Frager’in Kalp, Nefs ve Ruh’uydu.

Tavsiye ile yetinmediler, cemaat olarak bu kitabın satış ve dağıtımını bir kampanyaya dönüştürdüler.

Halbuki bu kitap itikadî hatalar içeriyordu.

Her ne kadar Allah’ın kelamı dışında kusursuz kitap bulunmasa da, itikadî hatalar ile mesela tarihî bilgilerle ilgili hatalar ve dünyevî bilgi yanlışları aynı kefeye konamaz.

Üstelik bu tip kitaplara eleştiri yöneltildiğinde şöyle bir tepki alınmaktadır: “Ama o kitabı Hocamız tavsiye etti”.

Frager’in kitabı hakkındaki değerlendirmelerimiz “Haramilerce Yağmalanan Tasavvuf” adlı kitabımızda (https://archive.org/details/haramilerce-yagmalanan-tasavvuf) “Modern Batılı Tasavvuf” başlığı altında dercedilmiştir.

Ramuz için gösterilen hassasiyetin daha fazlasının Frager’in kitabına karşı gösterilmesi gerekmez miydi?!


E-KİTAP: ZAMANIN İMAMI MESELESİ VE ŞİÎLEŞEN TARİKATÇILAR

 

https://archive.org/details/zamanin-imami-meselesi-ve-siilesen-tarikatcilar



ZAMANIN İMAMI MESELESİ VE 

ŞİÎLEŞEN TARİKATÇILAR

  

Dr. Seyfi SAY

 

 

İÇİNDEKİLER

 

ZAMANIN İMAMI, MÜSLÜMANLARIN HALİFESİNE KARŞI 4

ZAMANIN ZAMANSIZ TÜREYEN İMAMLARI 11

KRİPTO ŞİÎLERİN "ZAMANIN İMAMI" ABRAKADABRASI 17

"ZAMANIN İMAMI"NI "USÛL"ÜN (AKLIN VE NAKLİN) YOL GÖSTERİCİLİĞİYLE ARAMAK 28

“ZAMANIN İMAMI” VE ŞİÎLEŞEN TARİKATÇILIK 36

KUR’AN VE “ZAMANIN İMAMI” 43

“ZAMANIN İMAMI” YOK, “ZAMANIN İMAMSIZLIĞI” VAR 48

ZAMANIN NAYLON İMAMLARI 54

KIRAN KIRANA "ZAMANIN İMAMI" SAVAŞLARI 65

TARİKATLAR, ŞEYHTANLAR, ZAMANIN İMAMLARI, VE VAZİFELİ KİŞİLER 73

"ZAMANIN RABLERİ"NİN İRFANINDAN, NAZARINDAN, İRŞADINDAN SAKIN! 80

SÜNNET'SİZ SÜNNÎCİLİĞİN "ZAMANIN İMAMI" SAFSATASI 97

BİAT VE İNTİSAP MESELESİ 107

ŞEYHLER VE İLM-İ LEDÜN 112

NUREDDİN COŞAN’A TÂBİ OLMAK VEBALLİ MİDİR? 115

ZEHİRLİ ET 132

KEŞF, İLHAM VE GAYBÎ BİLGİ 135

MUTASAVVIFLAR VE İSTİKAMET 142

ŞERİAT VE TASAVVUF 149

*

KEŞF, İLHAM VE GAYBÎ BİLGİ

 

Şöyle diyennler var: Dinî konuları sufiler daha iyi bilirler. Onların söz ve eylemlerinde bizim bilmediğimiz hikmetler bulunur.

Öncelikle şunu belirtelim: Ehl-i Sünnet ve Cemaat’e göre, bilgi sahibi olmanın yolları üçtür: Haber-i sadık (Vahiy bu kapsamda yer alır), akıl ve havass-ı selime (sağlam duyular).

Bunlarda ise insanlar ortaktır.

Bunun dışında keşif veya ilham, kesin bilgi kaynağı kabul edilmemiştir.

İmam-ı Rabbanî şöyle demektedir:

“Vahiy kat’i olup ilham zannîdir.... Bunun için, o meydanda hata dönebilir (ilhamda hata olabilir).”

(Mektubat, C. 1, çev. A. Akçiçek, İstanbul: Merve Y., s. 147.)

Yine şöyle demektedir:

“Ne ilham, haramı ve helali isbat edebilir (belirleyip sabit hale getirebilir); ne de batın erbabının keşfi farzı ve sünneti anlatabilir.” (Mektubat, C. 2, s. 1119.)

Üstelik, keşf sahibi olmak bir üstünlük sebebi de değildir. İmam-ı Rabbanî şöyle demektedir:

“... Gayblerin keşfi, bunların velayetine birşey artırmaz.... Çoğu kez, gaybî suretlerin keşfine sahip olmayan; o suretlerin keşfine sahip olandan daha faziletlidir.” (Mektubat, C. 2, s. 1217.)

“Hakikat, ehl-i hak olan ulema yanındadır.... Zira, alimlerin ilimleri, nübüvvet (peygamberlik) kandilinden alınmıştır. O nübüvvet sahibine (Hz. Peygamber’e) salât, selam ve tahiyyet.. İşbu ilimlerin esas kaynağı, kat’i vahiyle teyid edilmiştir. Ancak, sofiye zümresinden bazı zatların maarifi (irfanı), keşf ve ilhama dayanır. Hem keşifte, hem de ilhamda hata yolu bulunabilir. Keşfin ve ilhamın sağlamlığına alamet odur ki: ehl-i sünnet ve vel cemaat ulemasının ilimlerine mutabık buluna.. kıl kadar olsa dahi, aralarında bir aykırı durum olursa, doğruluk çenberinden çıkar. Asıl sağlam ilim ve açık hakikat budur. Hakkın harici (gerçek dışı) olan da, ancak dalalettir (sapıklıktır).” (Mektubat, C. 1, s. 288-289.)

İmam-ı Rabbanî'nin şu uyarıları da önem taşımaktadır:

“... Meselelerden bir meselede; ulema ile sofiye ihtilaf halinde olduğu zaman, tam bir şekilde mülahaza edilince görülecektir ki: Hak ulema tarafındadır.” (Mektubat, C. 1., s. 645)

“Sofiyenin amelleri, helal ve haram işinde senet değildir.... Burada muteber olan, İmam Ebu Hanife’nin, İmam Ebu Yusuf’un, İmam Muhammed’in kavlidir. Allah onlara rahmet eylesin....” (Mektubat, C. 1, s. 662.)

“Kulluk ve itaat makamı, ihtilafa dayalı meselelerde meşayihle (şeyhlerle) bir olup ulemaya (alimlere) karşı muhalif durmaya takat getiremez.” (Mektubat, C. 2, s. 1055.)

Günümüzün ilimsiz şeyhlerinin laflarına gelince, onların keşif ve ilham ürünü olduklarını söylemek lüzumsuz hüsnüzan olur.

*

Sûfîler genellikle nefs terbiyesi ve manevi haller ile ilgili mevzularda bilgi sahibidirler.

Bununla birlikte onların ayırıcı vasfı, şayet sahipseler, bu bilgilerinin tecrübî olması, kitaplarda yazılı olan teorik açıklamaların öğrenilmesine dayanmamasıdır.

Kitaplardaki bilgileri öğrenme bakımından sûfî olanla olmayan arasında bir fark yoktur.

Tecrübî bir bilgi olan (hale dayanan) tasavvuf, fıkhî konularda bilgi sahibi olmanın yolu değildir.

Dolayısıyla, sûfîlerin tasavvufla ilgisiz konulardaki görüşlerine ancak bunların şer’î delillere dayanması ve ait olduğu ilmin usul ve kurallarına uyması durumunda itibar edilebilir.

*

Ancak, sûfîlerin değil böylesi konularla, kendi alanlarıyla ilgili beyanları bile genellikle ihtiyatla karşılanmalıdır.

Konuyla ilgili olarak İmam Gazâlî şöyle der:

“Ne yazık ki mutasavvıfenin sözleri daima eksiktir. Çünkü onların âdeti, kendi hallerinden haber vermektir. Başkasının hallerine önem vermezler. Hallerin ihtilafı ile cevaplar da ihtilaf eder. Bu ise ilim derecesine nisbetle noksandır. Zira eşyayı olduğu gibi bilmek daha iyi ve daha üstündür. Ancak himmet, irade ve ciddiyete nisbetle de bir kemaldir. Zira herkes kendi durumunu açıklar, başkasına kıymet vermez ve onu benimsemez. Çünkü (kişinin) Allah’a giden yolu kendi nefsi, ve menzilleri, konak yerleri de kendi halleridir. Halbuki bazen kulun Allah’a giden yolu ilim olur. Her ne kadar yakınlık ve uzaklık itibariyle ihtilaf ederlerse de Allah’a giden yollar pek çoktur. Hidayetin aslında müşterek olmakla beraber, daha çok hidayete ermiş olanı (ancak) Allah bilir.”

(İhyâu’ Ulûmi’d-dîn, çev. A. Serdaroğlu, İstanbul: Bedir, C. 4, s. 76-77.)

İmam Gazâlî, eserinin başka sayfalarında konuyu daha ayrıntılı biçimde ele alır:

“… Herkes kendi vaziyetini (halini) açıklamıştır. Başkası hakkında da aynı hükmü vermek, doğru olmaz. İşte zahirî ilimlerde âlim (olan) ile sofunun [sûfînin] farkı buna göredir. Sofu ancak kendi halinden konuşur. Şüphesiz her sofu kendi haline göre cevap verir. Âlim, gerçeği olduğu gibi anlayan kimsedir. O, kendi vaziyetini (halini) örnek (esas) almaz, belki (nesnel) gerçeği açıklar. O gerçek ki, onda kimse ihtilaf etmez. Çünkü daima hak birdir. Hakkı bulamayanlar, sayılamayacak kadar çoktur…. Bunun için bunlardan (bu mutasavvıflardan, sufilerden aynı devirde yaşayan) hiçbiri diğerinin tasavvufta daha üstün olduğunu kabul etmez ve hiç biri diğerini medh ü senada bulunmaz. Belki her biri kendisinin hakka vasıl olup hakikati bulduğunu iddia eder. Zira onlar ekseriya kalplerindeki hallerin gereğine göre hareket ederler. Ancak kendi nefisleri ile meşgullerdir, başkasına bakmazlar. Fakat ilim, nuru ile parladığı zaman her şeyi kuşatır, hakkın yüzünden perdeyi kaldırarak ayrılıkları (ihtilafları) giderir.”

(İhyâu’ Ulûmi’d-dîn, C. 2, s. 616.)

Öte yandan, şu ayeti de akılda tutmak gerekir:

“(Yahudiler) Allah'ı bırakıp bilginlerini (hahamlarını); (hıristiyanlar) da rahiplerini ve Meryem oğlu Mesîh'i (İsa'yı) rabler edindiler. Halbuki onlara ancak tek ilâha kulluk etmeleri emrolundu. O'ndan başka tanrı yoktur. O, bunların ortak koştukları şeylerden uzaktır.” (Tevbe, 9/31)

Merhum Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır Hoca, (daha önce de aktardığımız gibi) Hak Dini Kur’an Dili’nde bu ayeti şu şekilde tefsir etmektedir:

“Allah'dan başka bir de hahamlarını (yahudiler) ve rahiplerini (hıristiyanlar) kendilerine rab edindiler". Allah'ın emrine, Hakk’ın hükmüne değil, onların hükümlerine, onların iradelerine tabi oldular. Onlara Allah'a tapar gibi taptılar, hatta Allah'ı bırakıp onlara taptılar, Allah'ın emirlerini bırakıp, açıkça Allah'ın emirlerine ters düşen keyfî arzularına itaat eylediler. Allah'ın haram kıldığı şeyleri onların emriyle helâl gördüler…. Onlara, Allah'ın emirlerini uygulayan, O'nun dininin hükümlerini anlayıp anlatan kimseler gözüyle değil de, dinde sanki Allah gibi hükümler vermeye ve kurallar koymaya yetkili imişler gibi baktılar. Doğrudan doğruya kendi yanlarından şeriat vaz' etmeye, dini hükümler koymaya hakları varmış, sanki birer müdebbir rabmış gibi baktılar. Onların iradelerine, heva ve heveslerine uydular.

Nitekim bu âyetin mânâsı hakkında meşhur Hatim-i Tâî'nin oğlu Adiy demiştir ki:

"Resulullah'a geldim, boynumda altından bir haç vardı (ki Adiy o zaman henüz müslüman olmamıştı ve hıristiyandı), Resulullah Berâetün (Tevbe) Sûresi'ni okuyordu, bana ‘Ya Adiy şu boynundaki veseni at’ buyurdu. Ben de çıkardım attım. (Surenin) ‘Allah'tan başka hahamlarını ve rahiplerini de rab edindiler’ anlamına olan âyetine geldi, ben, ‘Ya Resulallah, onlara ibadet etmezlerdi’ dedim. Resulullah buyurdu ki: ‘Allah'ın helal kıldığına haram derler, siz de haram tanımaz mıydınız? Allah'ın haram kıldığına helâl derler, siz de helâl saymaz mıydınız?’ Ben de ‘Evet’ dedim. ‘İşte bu, onlara ibadettir’ buyurdu.”

Rebi' demiştir ki, "Bu rablık İsrailoğulları'nda nasıl idi?" diye Abdul'âli’ye sordum. O da "Genellikle Allah'ın kitabında hahamların sözlerine aykırı olan âyetler bulurlar, bununla beraber kitabın hükmünü bırakırlar da hahamların sözlerini tutarlardı" dedi.

Bu rivayetler şunu gösterir ki, herhangi birini rab edinmiş olmak için behemahal ona "rab" adını vermiş olmak şart değildir. Allah'ın emrine uygun olup olmadığını hesaba katmayarak, onun emrine uymak ve özellikle de dinin hükümlerine ait olan hususlarda onu kural koymaya yetkili sanıp ne söylerse, ne emrederse doğru farzetmek, ona uyduğu zaman Allah'ın emrine ters düşeceğini düşünmeden hareket etmek, onun emirlerini taparcasına yerine getirmek onu rab edinmek ve ona tapmak demektir.

Şu halde burada din âlimlerine, ulul'emr adı verilen devlet başkanlarına itaat etmek, Allah'ın emri olan bir farz değil midir? O halde yahudilerle hıristiyanların kendi âlimleri ve yöneticileri demek olan "ahbar" ve "ruhban"a itaat etmeleri niçin muaheze olunuyor şeklinde düşünmeye gerek yoktur…. Böyle bir itaat Halık’a isyan bulunmamak şartıyla meşru olur. İlmin hükmünün hak, emrin de maruf olması şartına bağlıdır. İlmin hakkı, hak ve hakikatı izlemesinde, gerçekle olan ilişkisinde, Hakk’ın emrine uygun düşmesinde ve daima Allah’ın rızasını araştırmasında, Hakk’ın ahkâmını (hükümlerini) tanıyıp kavramasında, hasılı Allah için olmasındadır. Yoksa gerçekle uyum sağlamayan, hak temeli üzerinde yürümeyen, Allah'ın hukukuna aykırı olan, Allah'ın koyduğu kanun ve kurallara karşı gelmek isteyen kuruntular ne kadar süslenirse süslensin ilim değildir. Ve âlimlerin değeri, ilim zihniyetine ve haysiyetine bağlılıkları ile ölçülür…. Hakkı batıl, batılı hak yapmaya çalışanlar ise ilmî haysiyetten mahrum birer tağutturlar…. Şeytanlara, Tağutlara, Nemrudlara, Firavunlara, putlara ve evsana tapmak nasıl bir şirk ve küfür ise âlimlere de haddinden fazla kıymet vermek öyledir. Mesela; doğruyu yanlışı, hakkı batılı ayırmaksızın hak ilminin gereği olmayan fikirlerini, sözlerini, hakkın emrine dayanmayan, ondan kaynaklanmayan şahsi görüşlerini, istek ve arzuya dayanan keyfi fetvalarını ve iradelerini üstün tutmak, sanki onlarda Allah'ın haram kıldığını helâl, helâl kıldığını da haram kılma yetkisi varmış gibi, hakkı değiştirebilecek bir hakları varmış gibi, kasıtlı sapıklıklar şöyle dursun, Allah'ın emrine aykırı olduğu açık olan (kasıtsız, kötü niyetli olmayan) hatalarına bile itaatı caiz görmek, hasılı Allah bu konuda ne buyuruyor, diye düşünmeden, Allah'ın emrine uymak gerektiğini hesaba katmadan onlara itaat dahi öyle bir şirk ve küfürdür. Allah'ı bırakıp başkalarına tapmak demektir….”


 

SELANİKLİ MUSTAFA ATATÜRK’ÜN VAHİDEDDİN'E GİZLİ İHANETİ

  UĞUR MUMCU'NUN DİLİNDEN KARABEKİR-ATATÜRK KAVGASI – 38   Önceki bölümlerde, Selanikli Mustafa Atatürk’ün mütareke döneminde 13 Kasım ...