Onun kitaplarında, özellikle döneminde yaşadığı ve
fikir alış-verişinde bulunduğu insanları anlatırken onlara bir şeyler
öğrettiğini ya da hatırlattığını sık sık dile getirmiştir.
Bu ifadelerden sanki her hususta kendisine bir
pay çıkardığı izlenimi doğarsa da aslında işin gerçeği onun anlayışına göre
her insan her yaşta bir şeyler öğrenmeye muhtaçtır ve insanın neyi kimden
öğreneceği de belli ve belirlenmiş değildir.
İşte bu anlayışla İbn Arabi başta el-Futuhatu'l-Mekkiyye
adlı
eseri olmak üzere bütün eserlerinde kendisinden ve yaşadıklarından
bol bol örnekler vermektedir.
*
Yukarıdaki cümleler, Prof. Dr. Cağfer
Karadaş’ın Muhyiddîn İbn Arabî ve Düşünce Dünyası
adlı kitabında yer alıyor (Ankara, Otto Y.,
2018, s. 42).
Evet, kendisinden ve yaşadıklarından (hatta
yaşamadıklarından) bol bol örnekler veriyor.
Adam (salih ve müttekî, alim ve fazıl mürşid-i kamil
olduğu kanaatine vardığı) bir şeyhin irşad ve terbiyesi altında sabır ve sebat göstermeyi becerememiş, ipini koparan deli dana gibi sağda solda serseri
mayıncasına dolaşmış, nerde bir şeyh varsa gidip tanışmış, yanında bir teşehhüd
miktarı oturmuş.
Sonra da “Ben yüzlerce şeyhten feyz aldım” diyerek
artistlik yapmak için oturup kitap yazmış, bunların adlarını sıralamış,
“tekâsür”ü vird-i zeban edinmiş.
Fakat bunu sadece övünmek için yapmıyor; asıl gayesi, (insanların manevî bağışıklık sistemini çökertmek ve onları sapıklık virüslerine karşı savunmasız hale getirmek için) şu bilinçaltı mesajı vermek:
"Bakın ben nice salih zatlardan ilim irfan öğrenmiş, feyz almış mübarek bir adamım, bana güvenmeli, itiraz etmemelisiniz.. Ben velîyim.. Hem de velîlerin sonuncusu.. Benden sonra gelip de insanların velî diyecekleri kişiler ancak haşerat olabilir.. Ne sandınız ya!.. Bina, kerpiç, altın, gümüş, tuğla, aşk, meşk, keşf, güzel Nizam, kem küm, hık mık.. Ben velîyim, adamı çarparım.. Heeeyt, benim gibisi var mı!.."
*
Doğrudur, her insan her yaşta bir şeyler öğrenmeye
muhtaçtır ve insanın neyi kimden öğreneceği de belli değildir.
Ancak, “Falana şunu öğrettim, öbürüne bunu öğrettim,
filana şunu söyledim, feşmekana şöyle nasihat ettim” diyerek buram buram riya
kokan gevezelikler yapmak da gereksizdir.
Ayıptır.. Edeb açısından sorunlu bir
tavırdır.
Endülüslü soytarının en büyük özelliklerinden biri, edeb
özürlü olması.
İncelik ve zarafet gösterişçiliği yapan (özünde manen
harap) bir odun..
*
Mesela Karadaş’ın aktardığı şu olay:
Ebu
Muhammed Abdullah el-Bağı eş-Şekkaz, arkadaşı Abdullah Bedru'l-Habeşı ile
birlikte evine giderek tanıştıkları bir zattır. İbn Arabi, söz konusu şeyh ile
ilk karşılaşmasını, "Benim adetim bir kimsenin yanma girdiğimde şeyh
olsun fakir olsun üstümdeki bütün paraları vermem idi; bu şeyhin yanına
girdiğimde cebimde sadece bir dirhem vardı ve onu şeyhe takdim ettim."
(s. 54.)
Soytarının adeti buymuş..
Çirkin, akla ve izana,
hikmete, adab-ı muaşerete (muaşeret edeblerine) aykırı bir densizliği adet edinmiş..
Nadanlık..
Üstündeki bütün paraları çıkarıp çok muhtaç bir fakire vermen
normal karşılanabilir de, tanıştığın her şeyhe de tutup (sadaka verircesine)
para sunmaya kalkışman, akılsızlık ve nadanlıkta zirveyi zorlamaya çalışman
anlamına gelir.
Peki, cebindeki bütün parayı böyle yanına girdiğin
her insana veriyorsun diyelim, sonra ne yapıyorsun?
Gidip inşaatta mı çalışıyorsun, hamallık mı
yapıyorsun, neyle geçiniyorsun?
İnsanların duygularıyla oynayan bir asalaksın, hepsi
bu..
*
Şeyhin yanına girmişsin, cebinde topu topu bir
dirhem varmış (Biz bir kuruş veya bir lira diyelim), en iyi ihtimalle şunu
demiş olabilirsin:
“Zatıalinize layık değil ama, sahip olduğum bütün
para bu, kabul buyurmanız ümidiyle size takdim etmek istiyorum.”
“Sen bir kuruşluk adamsın, al sana bir kuruş!”
diyecek halin yok.
Böylece karşındaki kişiye, “Ben fakirim, çok fakir
olduğum halde canına cömert bir adamım, bütün servetimi dağıtabiliyorum.. O
halde benim halimi görün, benim elimden tutun” mesajını vermiş oluyorsun.
Bu ince görünme budalası özü kaba dangalak, bir de
utanmadan yaptığı dingilliği bir marifetmiş gibi anlatıyor.
Adamın işi gücü her kitabında kendisinin
reklamını yapmaktan ibaret.
Her hususta kendisine bir pay çıkarma azgınlığını ve şımarıklığını o
kadar abartmış ki, Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem’i İslam
binasında gümüş kerpiç, kendisini de altın kerpiç yapmış.
Halbuki kendisi tezek (ya da ahbun) kerpiç.
*
Karadaş’ı dinlemeye devam edelim:
“Genellikle tefsir [Kur’an yorumu] tarihçileri
İbn Arabi'nin yetenekli bir müfessir [yorumcu] olduğu kanaatindedirler. Ancak
bazı ayetlerin içerdiği tasavvııfi anlamlan ince bir üslupla dile getirmesini
olumlu kabul ederken bazı te'villerinde dil kaidelerini zorlayacak hatta yok
sayacak tarzda aşırı davranışlarını olumsuz bulurlar.” (s. 68.)
Olumsuz bulmamak, onaylamak mümkün değildir.
Bu yaptığı şey, tek kelimeyle cinayet.. Ucu küfre kadar gider.
Adam, Kur’an’ın anlamını tahrif etmek için dil kaidelerini
bile tahrif edebiliyor, tahrif edemediği zaman ise yok sayıyor.
Bunu ancak, konuştuğu dile hakim olmayan bir aptal ya da (dini içinden
yıkmaya çalışan) bir deccal (çok yalancı) yapabilir.
İbn Arabî denilen şarlatanın maskeli zındıklığı işte bu noktada kabak gibi ortaya
çıkıyor.
*
Kur’an’ın mesajını bu şekilde tahrif etmeye çalışan bu zındığın
elinden, hadîsler (Rasulullah sallallahu aleyhi ve
sellem’in sözleri) de kurtulamamış.
Karadaş’tan
dinleyelim:
“:.. İbn Arabi,
sufiler ile muhaddislerin [hadîsçilerin] hadis konusunda
anlaşamadıklarını, onların 'zayıf' dediği bir hadisin veliler katında,
keşif ile tebliğciden [Rasulullah
sallallahu aleyhi ve sellem’den] bizzat alınması
hasebiyle 'sahih' olabileceğini, aksine onların 'sahih'
dediklerinin sufilerce 'zayıf' bulunabileceğini belirtir. Bundan da öte
hadisçilerin kendilerine haksızlık ettiklerinden yakınır ve hakikatin kimsenin tekelinde bulunmayıp çeşitli yollardan elde edilebileceğini vurgular.” (s. 69.)
Endülüs’ün
kurnaz zampara zındığının keşf maskesi takarak Müslümanlar’ı aldatmaya
çalıştığı temel konulardan biri bu.
“Usûl”ü
bozmak suretiyle İslam’ın/Şeriat’in iki temel kaynağını, Kur’an
ve Sünnet’i hedef alıyor.
Sermayesi, dağarcığındaki keşf palavrası ve Müslümanlar'ın saflığı..
*
Öncelikle
şunu söyleyelim: Hadîsler söz konusu olduğunda sufîlerin konuşmaya hakları
yoktur.. Bir sufî aynı zamanda muhaddis ise o başka..
İkincisi,
sufî olmak, velî olmak anlamına gelmez.. Her sufî velî olacak diye
birşey yok.. Ayrıca, velî olmak için sufî olmak da şart değildir.
Üçüncüsü,
bir velî, muhaddisler nazarında zayıf olan bir hadîsin (rüyada, vakıada vs. Rasulullah
sallallahu aleyhi ve sellem’i görmek suretiyle) sahih olduğunu öğrense bile, başkaları için bu
delil olmaz, sadece kendisini bağlar.
Yerli-milli istihbaratçılar ile yabancı ajanların uydurma rüyalar ile aldattıkları çok adam var.
*
Dördüncüsü, İbn Arabî soytarısının “muhaddislerin
'sahih' dediklerinin sufilerce 'zayıf' bulunabileceğini” söylemesi, kendisinin anlattığı keşf hikayelerinin
bir palavra olduğunu ortaya koyan bir karîne durumunda.
Çünkü, keşf yoluyla hadîs hakkında bilgi sahibi olmak, onun Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem tarafından gerçekten söylenmiş olup olmadığının öğrenilmesi anlamına gelir.
Bu durumda ortaya iki
ihtimal çıkar: Hadîs ya sahihtir (gerçekten söylenmiştir) ya da uydurmadır
(mevzu’dur, uydurukçunun biri tarafından vaz’ edilmiştir).
Endülüs'ün sivri zekâlı kurnaz eşeğinin kafası burada kısa devre yapmış, keşfin hadîs için "Vardır" veya "Yoktur" diyeceğini, "Zayıftır" filan demeyeceğini aklına getirememiş.
Evet, keşf
bahane edilerek, “muhaddislerin 'sahih' dediklerinin sufilerce 'zayıf' bulunabileceği” iddia edilemez.
Bir keşf ki, hadîs için "Vardır" veya "Yoktur" bilgisini vermiyor, "Zayıftır" hükmünü getiriyor. Tam komedi!..
Endülüs’ün zındık
deccalinin foyası burada meydana çıkmış, keşf balonu patlamış durumda.
*
Endülüs’ün kitap yüklü eşeğinin “hakikatin kimsenin tekelinde bulunmayıp çeşitli yollardan elde edilebileceğini” ileri sürmesi ise tam bir sapıklık abidesi.
Hakikat, Allahu Teala ile Rasulü'nün, yani Kur’an ile sahih Sünnet’in tekelindedir.
Hakikati,
Kur’an ve Sünnet’i bir tarafa bırakıp başka yollardan elde
edebilir misin?!
Kur’an ve Sünnet dışında hakikat değil, ancak sapıklık vardır.
Ve
ne yazık ki bu Endülüslü (kendisini “velîlerin sonuncusu” ilan eden) eşek, dört
dörtlük, dört başı mamur bir sapık durumunda.
Dil kaidelerini yok sayarak ayetlere alâkasız anlamlar verebilen bir sapık..
Sadece bu bile, adamın dalalet ehli olduğunu matematiksel kesinlikle ispat ediyor.
Başkaca bir delil ikamesine gerek yok.
*
Böylece,
Tevbe Suresi’nin 31’inci ayetinde belirtilen haham ve rahiplerin “rab”
edinilmesi şirkini “kendi kendisini (heva ve hevesini) rab” yaparak sergilemiş
durumda.
Uydurma keşfini bahane ederek Müüslümanlar'a kendisini fiilen "rab" edinmeleri çağrısında bulunuyor.
Bu
sapığı küfürle itham edenler delilsiz konuşmuyorlar, Endülüs'ün ucub ve enaniyet
hastalığından mustarip edepsiz ve hadsiz zamparasının zırva ve hezeyanları ortada.