AKADEMİK CEHALETİN AĞINDAKİ İLAHİYAT

 





ANKARA SÜNNETSİZLER EKOLÜNÜN YEDİĞİ NANELERE YAKINDAN BAKIŞ - 18


"Defolu Ankara Ekolü" çetesinden Doç. İlyas Canikli'nin “Hilâfet Kavramıyla İlgili Hadislerin Tetkiki” başlığını taşıyan doktora tezimsisindeki bütün yanlışları düzeltmeye kalkışırsak sözün sonu gelmeyecek.

O yüzden doğrudan "sonuç" bölümüne geçerek onunla ilgili faslı sonlandıralım.

Bu akademik Frankeştayn'ın ilk cümlesi şöyle:

“Hilâfet Kavramıyla İlgili Hadislerin Tetkiki” isimli bu çalışmada, Orta Çağ olarak isimlendirilen bir dönemde, Hz. Peygamberin vefatından sonra Müslümanların niçin hilâfet adıyla bir siyasî kurumu hayatlarına dâhil ettiği hususu araştırma konusu yapılmamış, sadece hilâfet kurumunu meşrulaştırmak için delil olarak gösterilen hadisler ve tarihî süreçte hadis-hilâfet ilişkisi incelenmiştir."

Akademik intihar bombacısının (ve ardındaki derin zihniyetin) karın ağrısı işte bu: 

Hilâfet kurumu meşru olmamalı! 

"Temel anasını görmesin!" tarzı "laik (siyasal dinsiz) rejim" ilahiyatçılığı.

Onlara göre, meşruiyet ancak laik (siyasal dinsiz) ırkçı devlete yakışır.

*

Ekol yamağı sözlerini şöyle sürdürüyor:

"Hz. Peygamberin vefatından sonra yerine kimin geçeceği konusu, O’nun defni esnasında tartışılmaya başlanmış, o dönemin örfî anlayışları da göz önünde bulundurularak ensar ve muhacirûn tarafından Hz. Ebû Bekir halife seçilmiştir. Bu mesele Hz. Ebu Bekir’in halife seçilmesiyle bitmemiş, daha sonraki dönemlerde bunun siyasî yansımaları farklı boyutlar kazanarak artmış ve bazı rivayetlere de ulaşmıştır. Çok sayıda hadis kitabında yer alan hilafete konu olan hadisler senet ve metin bakımından incelenmiş ve şu sonuçlara ulaşılmıştır:

"1. Hz. Peygamberin vefatından sonra yönetime geçenlerin, araştırmaya konu olan rivayetler dikkate alındığında değişik unvanlarla anıldıkları görülmüş ve mesela Hz. Ebû Bekir Halife, Hz. Ömer Emîru’l-Mü’minîn, Muaviye ise Melik şeklinde isimlendirilmiştir. Ayrıca bu unvanlar dışında halifeler, Büyük Sultan ve İmam şeklinde de adlandırılmıştır. Dolayısıyla Hz. Ebû Bekir’le kullanılmaya başlanan halife kavramının Hz. Peygamber tarafından nasla belirlenen bir yönünün olmadığını söylemekte herhangi bir sakınca yoktur. Rivayetlerde yer aldığı şekliyle özellikle halifelerin halife, halifetu Rasûlillah ve halifetullah şeklinde isimlendirilme meselesinin Hz. Peygambere isnat edilmesi, rivayetlerin subûtu ve delaleti açısından söz konusu değildir. Ayrıca halifelerin isimlendirilmesi ile ilgili rivayetlerin birbirleriyle çeliştiği de görülmüştür." (s. 240)

Bu sersemin senet ve metin bakımından inceleme adını verdiği kepazeliğin röntgen sonuçlarını bu yazı serisinin önceki bölümlerinde ortaya koymuştuk.

Rezaletin büyüğü ise "... isimlendirilme meselesinin Hz. Peygambere isnat edilmesi, rivayetlerin subûtu ve delaleti açısından söz konusu değildir" şeklindeki genetiğiyle oynanmış Ekol köyü yumurtası.

Gerçekte halife tabiri farklı hadîslerde yer alıyor.. 

Bu sersemin isnat (senet) meselesinde nasıl aptalca (ve aynı zamanda şeytanca) çarpıtmalar yapmış olduğunu önceki yazılarda ortaya koymuştuk. Tekrara gerek görmüyoruz.

*

Hadîslerdeki çelişki meselesine gelince..

Bir sözün farklı kelimelerle aktarılması çelişki anlamına gelmez. 

Mesela birisinin "Hakimiyet bi-lâ kayd ü şart milletindir" dediği yerde bir başkası "Egemenlik kayıtsız ve koşulsuz olarak ulusundur" diye konuştuğunda, birbiriyle çelişen ifadeler kullanmış olmazlar.

Erdoğan için birisi başkan, bir başkası cumhurbaşkanı, başka biri reisicumhur, diğer biri devlet başkanı sıfatını kullandığında da bu, çelişki sergilenmesi anlamına gelmez.

Şu anlama gelir: Cumhurbaşkanından vs. kasıt, devlet başkanıdır. Bu tabirler arasında anlam birliği vardır.

Hilafetle ilgli hadîslere ait rivayetlerde de bazen halife ve bazen de mesela emîr veya imam (önder) kelimelerinin geçiyor olması çelişki anlamına gelmez; bundan halîfe kavramının emîre (müminlerin emiri) ve imama (önder) karşılık geldiği anlaşılır.

*

Burada mesele şu: 

Çağdaşlaşma adına hristiyan-yahudi uygarlığının basit ve kişiliksiz bir taklitçisi ve tetikçisi olmak isteyen birileri bu topraklarda hilafet kurumuna savaş açmış oldukları gibi, öldürmüş oldukları o kurumun isminin bile yaşamasını istemiyorlar.

Bunun için de ilahiyatçılar taifesindeki satılık ucuz tipleri kullanıyorlar.

Bunlar da tez diye karaladıkları (derin yol haritasına göre kotarılmış) zırvalarla dr., doç. veya prof. gibi unvanları alıp ceplerine koyuyorlar.

Basit birer titr için dinlerini ve imanlarını satıyorlar.

Yalın gerçek bu.. 

Bunu söylemek zorundayız.

Hilafet gibi en temel bir kurum hakkında böylesi yalan ve çarpıtmaları yapanların yüzüne ayna tutmazsak, veballerinin büyüklüğünü hatırlatıp ikaz etmezsek biz vebalde kalırız.

*

Bu sersem şahıs kirli vazifesine şu sözleriyle devam ediyor:

"2. Kur’an-ı Kerim’de bazı ayetlerde yer alan halife kelimesinin iddia edildiği gibi, siyasî anlamda hilâfete delil olması söz konusu değildir. Bahse konu olan ayetlerde dile getirilen husus, insanların yeryüzünde nasıl bir görev üstlenmeleri gerektiği ile ilgilidir." (s. 240)

Lafa bak!

Zavallı angut, insanın yeryüzünde halife olması siyaseti de kapsamaz mı?!

Mesela siyasal konularda halifeliğin insanlara mı yoksa mesela (kitap yüklü olsunlar veya olmasınlar) eşeklere mi bırakılmış olduğu konusu muallakta mı?

Aklınız yok ki "Aklınıza tüküreyim" diyeyim.

*

Ekol dangalağının bu 'parlak' laflarını şu cümle izliyor:

"Ayrıca, Hz. Davud ve Süleyman’ın durumundan söz eden ayetler esas alınarak, hilâfetin Kur’an’ın bir emri olduğunu söylemek de tutarlı bir yaklaşım değildir."

Devasız angut, hilafetin Kur'an'ın emri olduğunu söylemek için "... ve sizden olan ulu'l emre itaat edin" (Nisa, 4/59) buyruğu yeter de artar. 

Hz. Davud'a ve Hz. Süleyman'a gitmeye gerek yok.

"Bizden olmayan" Avrupa Birliği'ne itaat etmek için onların kapılarında yalvarıp yakaranların kuyruğuna takılmış olan kimliksiz ve kişiliksizler bunu anlayamazlar

Müslüman, "Hep birlikte Allah'ın ipine sımsıkı sarılın ve bölünüp parçalanmayın" (Al-i İmran, 3/103) emri gereğince, Müslümanların (adına ister halife, ister emir, ister melik, isterse sultan denilsin) tek bir başkanın emri altında siyasal bir birlik oluşturmalarının farz olduğunu bilir. 

*

Akademik angutun bir sonraki cümlesi:

"Kanaatimizce Ehl-i Sünnet tarafından ayetlerin zorlanarak hilâfete delil gösterilmesinin nedeni, Şia’nın Hz. Ali’nin hilâfetinin nassa dayandığı iddiasına cevap verme gayretidir." (s. 240)

Sen bu lafınla kafasızlıkta "kitap yüklü eşek"leri bile sollayıp geçtin, yaya bıraktın.

Ayetlere şuna buna inat olsun diye zorlama anlamlar yükleyenler, Tevrat'ı ve İncil'i tahrif edenler gibi sapıtmış olurlar.

Ehl-i Sünnet dediğimiz zaman bundan, kişisel heva ve hevesi ya da yaşadıkları beldedeki siyasî rejimin ve güç sahiplerinin menfaati için ayet ve hadîslerin anlamlarıyla oynayanları değil, Sünnet'e tabi olanları anlıyoruz.

Sen daha Ehl-i Sünnet olmanın ne anlama geldiğini bile anlayamamışsın. 

Ehl-i Sünnet Şia'ya inat olsun diye (doğru yanlış, hak batıl demeden) "dinî anlayış" icat edecek olsaydı, senin gibi ahmakların şimdi yaptığı şeyi yapar, "hilafet kurumunun nassa, Kur'an'a, hadîslere dayanmadığını, dolayısıyla Hz. Ali'nin nassa dayanan bir halifeliğinin de söz konusu olmadığını" söyler geçerdi. 

Böylesi çarpıtmalar, Ehl-i Sünnet'in değil, ("metodda mezhep imamları" yahudi çıfıt Goldziher ile Schacht kaltabanı olan) Defolu Ankara Ekolü serserilerinin işidir. 

*

Akademik çılgınlık, bunun ardından şu cılk "yumurta"yı peydahlıyor:

"3. Hz. Ebû Bekir, Hz. Ömer, Hz. Osman ve Hz. Ali’nin hilâfet sıralarıyla ilgili bilgiler veren hadislerin sıhhatli olduğunu söylemek mümkün görünmemektedir. Her ne kadar söz konusu hadislerden bazılarının senet bakımından sıhhatli olduğu tespit edilse de, bu durum o hadisin metin sıhhati hakkında karar vermek için tek başına yeterli değildir." (s.241)

Senet bakımından sıhhatli rivayetler varsa, mesele bitmiştir. 

Fakat burada akademik "zorlama" şampiyonumuz bir başka cılk yumurta daha peydahlıyor, "metin sıhhati" garabetinden söz ediyor.

Ey şaşkın, sende "metin sıhhati" hakkında konuşacak bir ilim ve idrak bulunsaydı, doktora tezi diye böyle rezalet bir "zorlama" paçavra hazırlayarak kendini kepaze etmezdin.

*

Maşaallah zorlama Frankeştayn'ımız cılk yumurta üretimi konusunda sağlam.. Sıhhatli..

Sözlerini şöyle sürdürüyor:

"Yapılan metin tenkidi sonucunda rivayetlerin delaletlerinde problemler olduğu görülmektedir. Bir kısım rivayetlerde, Hz. Ebû Bekir ve Hz. Ömer’in ismi zikredilmiş, bazılarında da Hz. Osman ve Hz. Ali bu sıralamaya dahil edilmemiş bazı rivayetlerde ise, dört halifenin ismi hilâfete geçtiği sıra dahilinde rivayetlerde yer almıştır. Bu durum, rivayetlerin belli bir amaca yönelik olarak hareket eden kimselerce ortaya atıldığını göstermektedir." (s. 241)

Mucit dangalak, Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem konuşurken "belli bir amaca yönelik" konuşmuş olamaz mı?!

"Bu durum, rivayetlerin belli bir amaca yönelik olarak hareket eden kimselerce ortaya atıldığını göstermektedir" şeklindeki iddia, "Rasulullah s.a.s., Dört Halife hakkında hiçbir şey söylemedi, onlarla ilgili bütün rivayetler uydurma" demek anlamına gelir.

O rivayetlerde ravî olarak adları geçen dünya kadar ashabı, tabiîni ve tebe-i tabiîni yalancı ilan etmiş oluyorsun. 

Neye dayanarak?

Sözde, yaptığın metin tenkidine dayanarak.

Sende, bir metni tenkide tabi tutabilecek zekâ mı var, akademik dandik?

En az senin kadar angut ve dangalak olan hocalarının Goldziher ve Schacht gibi çıfıt ve kaltabanlardan öğrendikleri klişe yaftalardan başka ne biliyorsunuz?!

O basmakalıp ezberlerle tutup İmam Nevevî ve İbn Hazm gibi kartallara hadlerini bildirmeye kalkışıyor, "sinek sıklet doktor" unvanını alabilmek için Goldziher çıfıtı ile Schacht kaltabanı gibi oryantal(ist) keferenin besteledikleri operada tenor olarak arz-ı endam eden hocalarının "suyuna giderek" zırvalar yumurtluyorsun. 

*

Bu angut sözlerini şöyle sürdürüyor:

"4. Hz. Peygamber ile bir kadın ve Hz. Aişe arasında geçen özel bir konuşmaya dair rivayetlerin de siyasî olarak yorumlanması söz konusu değildir. Çünkü Hz. Peygamberin insanların problemlerini çözmek için ihtiyaç duyan her insanla konuştuğu ve onlara sorunlarının çözümü noktasında yardım ettiği bilinmektedir. Söz konusu rivayetlerin bir kısmının isnad bakımından sıhhatli olduğu görülse de Hz. Peygamberin bir kadına kendinden sonra yardım edebilecek kimselerin ismini zikretmesi, ileride o kimsenin Hz. Peygamberin işareti ile halife olacağı anlamında düşünülmesi rivayetlerin delaleti bakımından zorlama bir yorum olarak görünmektedir." (s. 241)

Rivayetlerin bir kısmı isnad bakımından sıhhatli olunca diğerleri de aynı hükmü alır.

Şunun gibi: Diyelim ki acemi, mesleğinde yetersiz bir hekim senin kafanı muayene etti ve beyninin sulanmış olduğunu söyledi.. Bu teşhis "zayıf" bir teşhis olur.. Fakat aynı branşın en başarılı hekimi de aynı teşhisi koyduğunda, artık o ilk "zayıf" teşhis "sıhhat" kazanmış olur.

Anladıysan, anlayabildiysen devam edelim.

Burada sözü edilen delalet, açık ve kesin bir delalet olmaz, fakat dolaylı bir işaretin bulunmadığı da söylenemez. 

Kesin bir delaletten söz etmek "zorlama" olur, fakat "işaret"in bulunmadığını söylemek de, aynı şekilde "zorlama" bir yorum olmaktan kurtulamaz. 

*

Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem isteseydi, kendisinden sonra ümmeti Hz. Ebubekir'in halife sıfatıyla idare edeceğini açık ve net bir şekilde söyleyebilirdi.

Söylememiştir.

Bu tavrının hikmetten halî olduğu düşünülemez.

Şayet böyle yapmış olsaydı, her halifenin kendisinden sonraki halifeyi tayin edip belirlemesi "sünnet" kabul edilecek, böyle bir tayin bulunmadığı zaman ise ümmetin herhangi bir kimseyi halife olarak seçmesinin (İslam birliğini sağlayan bir İslam devletinin kurulmasının) üzerlerine vacip olmadığı ileri sürülebilecekti.

Oysa Peygamber Efendimiz s.a.s. yerine kimseyi bırakmadan vefat etti.

Ashabtan pekçok kimse hilafet için ehil olmakla birlikte, aralarından "en ehil" olanı halife yaptılar.

Böylece, Müslümanların Allah'ın Rasulü'nün halifesi sıfatını taşıyan bir başkanın etrafında birleşip tek bir devlet olarak varlıklarını sürdürmelerinin vacip olduğu hükmü ashabın "icma"ı ile tesis edilmiş oldu. 

Bilindiği gibi Ehl-i Sünnet'ten olmak, hadîste belirtilen "fırka-i naciye"den (kurtulan gruptan) olmaktır.

Fırka-i naciye ise Rasulullah s.a.s.'in ve ashabının yoluna tabi olanlardır. 

Demek oluyor ki, hilafet kurumunun vacipliğini tasdik, olaydaki "icma" boyutu bir yana, "ashabın yolunu izleme" yönüyle Ehl-i Sünnet'ten olmanın gereğidir. 

Hilafet kurumuna savaş açmış olan laik (siyasal dinsiz) rejimler ile onların güdümündeki (imamlığını Goldziher gibi kefere taifesinin yaptığı) Çıfıtiye mezhebi müntesipleri ise, Ehl-i Sünnet dışı bid'atçilerdir.

Bu bid'atçilerin bir kısmının münafık ya da kâfir oldukları da kesindir.

*

Angutumuzun bir başka "zorlamalı yumurta"sı:

"Hz. Peygamberin, kendinden sonra yönetime geçecek halifeleri rüyâsında gördüğüne dair rivayetler de senet bakımından zayıf olduğu gibi, Hz. Peygamberin hayatı boyunca bütün faaliyetlerini rüya yoluyla değil de bir işin gerekleri ne ise ona göre yaptığı ve meseleleri de vahyin yol göstericiliğiyle çözme yoluna gittiği gerçeğiyle çelişmektedir." (s. 241)

Buradan anlaşılıyor ki bu angut ne Kur'an'ı biliyor ne de siyerden haberi var.

İlim bakımından boş.. Tamtakır kuru bakır.. 

Fakat, tez danışmanı ile jüri üyelerinin durumu da aynı.. Önümüzdeki tezimsi zorlama rezalet, bunun belgesi..

Bir defa, Peygamber Efendimiz s.a.s. rüyalarını dikkate alıyordu.. Çünkü peygamberlerin rüyası bizim rüyalarımız gibi değildir.

O yüzden, mesela Uhud Savaşı öncesinde ilgili rüyasını (sağlam zırh, ağzında gedik açılan kılıç, boğazlanmış sığır vs.) anlatmış, sağlam zırhın Medine anlamına geldiğini söyleyerek meydan savaşından kaçınmayı tavsiye etmişti.

*

Yine, Hudeybiye Barışı öncesinde umre için Mekke'ye gitmeye niyetlenmesi de gördüğü bir rüya sonucunda aldığı bir karardı:

"Andolsun, Allah, Peygamberinin rüyasını doğru çıkardı. Allah dilerse, siz güven içinde başlarınızı kazıtmış veya saçlarınızı kısaltmış olarak, korkmadan Mescid-i Haram’a gireceksiniz. Allah, sizin bilmediğinizi bildi ve size bundan başka yakın bir fetih daha verdi." (Fetih, 48/27)

Kur'an'dan, Sünnet'ten, siyerden habersiz ilahiyatçı ise şöyle diyor:

"Hz. Peygamberin hayatı boyunca bütün faaliyetlerini rüya yoluyla değil de bir işin gerekleri ne ise ona göre yaptığı ve meseleleri de vahyin yol göstericiliğiyle çözme yoluna gittiği gerçeğiyle çelişmektedir."

Çelişkiden söz ediyor.

Tesadüfe bakın ki bulduğu bütün çelişkiler böyle..

Peygamberlerin rüyası vahye aykırı olur mu, dangalak?!

Daha bunu bile öğrenememişsin.. 

Fakat hocaların da öğrenememiş..

Goldziher çıfıtı ile Schacht kaltabanının efsun ve masallarını ezberlemeye çalışmaktan Kur'an ve Sünnet'e sıra geliyor mu ki?!

Baştan ayağa çelişki ve som ahmaklıksınız, fakat haberiniz yok.

Cümle renk körleri ve şaşılar toplanmış bir araya gelmişler ve insanları görme yetileri konusunda sorguluyorlar.

Bunlarınki örgütlü çelişki, kurumsal ve kronik tenakuz.

*

Geçelim..

Angutumuz sözlerini şöyle sürdürüyor:

"Ayrıca Hz. Peygamberin hastalığı sırasında Hz. Ebû Bekir’i namaz kıldırmak için görevlendirmesi ile ilgili rivayetleri de halife tayini ile ilişkilendirmek mümkün değildir. Çünkü Hz. Peygamber daha önceleri Hz. Ali’yi Tebûk Gazvesi’nde, Ummu Mektûm’u Hendek Gazvesi’nde ve Hz. Osman’ı da Zâtu’r-Rıka Gazvesi’nde yerine vekil olarak bıraktğı için aynı şeyi onlar için de düşünmek mümkündür. Bu husustaki rivayetler, daha sonraki nesil tarafından Hz. Peygamberin Hz. Ebû Bekir’i hilâfete işareti olarak yorumlanmış olup, yapılan senet ve metin tetkîki sonucunda bunun zorlama bir yorum olduğu belirlenmiştir." (s. 241)

Açık bir belirlemeden söz edilemez, fakat işaret ya da ima bulunmadığı da söylenemez.

"Senet ve metin tetkiki sonucunda bunun zorlama bir yorum olduğu belirlenmiştir"miş.

Ahmak, Hz. Peygamber s.a.s. Ümmü Mektum'u (Mektum'un anasını) yerine ne zaman vekil bıraktı?!

Sen daha İbni Ümmü Mektum ile Ümmü Mektum arasındaki farkı bile anlayamıyorsun, bu kafayla nasıl metin tenkidi yapacaksın?

*

Diğer ashabın Hz. Peygamber s.a.s.'in (savaş dolayısıyla) yokluğunda vekil olarak Medine'de kalmaları ile, hastalığı sırasında Hz. Ebubekir'in Medine'de kendisinin yerine imamlık yapması da aynı şey değildir.

Mesela bir devlet kurumunu (hastane, itfaiye, garnizon vs.) düşünelim, cumartesi ve pazar günleri orada nöbetçi bir yetkili bulunur. Fakat hafta içinde o kurumun amiri, yardımcılarından önde gelen birine "Toplantılara benim yerime sen başkanlık et!" dediğinde, bu, onu ikinci adam olarak görmesi anlamına gelir.

Bu, açıkça söylenmese de "işareten" ortaya konulmuş olur. Personel bu "işaret"i anlar ve ona göre davranırlar. 

Bu "işaret"ten anlamayıp o yardımcıya "Havaya girme lo, ben de geçen hafta sonu burada nöbetçi yetkiliydim" diyen angutlara da ne desen azdır!

Bak hele sen, bu kafayla metin tenkidi yapıyor ağam!

*

Senet ve metin tenkidi edebiyatı yapan bu zavallı, zorlama tezinde konu edindiği hadîsler sağdan say beşi, soldan say beşi geçmediği halde bunların senetlerini hafızasına alamamışken, onbinlerce hadîsi hem metinleri hem de ravîleriyle ezberleyen, her bir ravînin güvenilirlik derecesini de bilen geçmişin Himalayalar heybetindeki muazzam ve muhteşem âlimlerini beğenmiyor da onlara dil uzatıyor.

Metin tenkidi edebiyatı ile onlara not vermeye, yalancı ilan etmeye kalkışıyor.

Konu edindiği hadîslerden biri, önceki yazılarda belirttiğimiz gibi, "iki halife" konulu.

Hadîsin farklı rivayetleri dört ayrı sahabîye dayanıyor.

Bu müthiş zekâ, farklı rivayetlerin bir şemasını da hazırlamış (s. 151).

Şemaya bakıyorsunuz, dört sahabîden biri, Abdurrahman b. Abd Rabbu'l-Kâ'be görünüyor. Hadîsi Peygamber Efendimiz s.a.s.'den dinlemiş.

Gerçekteyse Abdurrahman, hadîsi bizzat Hz. Peygamber s.a.s.'den duymuş değil.. Abdullah bin Ömer'den (Hz. Ömer'in oğlu Abdullah'tan) almış.

Vatandaşın üzerinde çalıştığı hadîs sayısı beşi geçmiyor.. Doktora tezi diye aylarca, senelerce uğraşmış, ve hafızasına bu kadar alabilmiş.

Ve bu zavallı hafıza, perişan zekâ, yerlerde sürünen dikkat ve ciddiyet ile kalkmış hadîs imamlarını yargılıyor.

Fakat mesele salt onun şahsıyla da ilgili değil.. Bu ve benzeri rezaletlerden tez danışmanı ile tez jürisinin de haberi yok.

Körler sağırlar bu Ekol sofrasında birbirlerini gayet iyi ağırlar.

*

Gelecek yazıda inşaallah "sonuç" başlıklı zırvaların devamını da görecek ve bu dosyayı kapatacağız.


SELANİKLİ MUSTAFA ATATÜRK’ÜN VAHİDEDDİN'E GİZLİ İHANETİ

  UĞUR MUMCU'NUN DİLİNDEN KARABEKİR-ATATÜRK KAVGASI – 38   Önceki bölümlerde, Selanikli Mustafa Atatürk’ün mütareke döneminde 13 Kasım ...