Diyanet’in 12 Temmuz 2024
tarihli cuma hutbesinin konusu FETÖ (Fethullahçı Takiyye Örgütü) idi.
FETÖ, ıslah edicilik
maskesi altında fesat çıkarmakla, ve dini dünya menfaati için istismar
etmekle suçlanıyordu. (28 Şubat öncesi dönemde “din istismarı” suçlamasının ilk
hedefi hep Erbakan oluyor, “dini siyasete alet etmek”le suçlanıyordu.)
Bir önceki (5 Temmuz
tarihli) cuma hutbesinin konusu ise “makāsıdü’ş-şerîa(t)” (şeriatin gayeleri/hedefleri) idi.
Fakat,
tahmin edilebileceği gibi, Diyanet şeriat kelimesini ağzına almıyor ve
meseleyi laik (siyasal dinsiz) devletin rahatsız olmayacağı bir zemine
taşımak için “zarûrât-ı hamse” (beş zorunluluk) tabirini kullanıyordu.
Hutbede
“zarûrât-ı hamse” şöyle açıklanıyordu:
“… İslam’ın gönderiliş
hikmetlerinden biri de … erdemli ve güvenilir bir toplum inşa etmektir. İslam
dini, böyle bir toplumu inşa etmenin yolunu bizlere öğretmiştir. Bu yol;
yaratılmışların en değerlisi olan insanın canını, dinini, malını,
aklını ve neslini korumaktan geçer. Zarûrât-ı hamse olarak
adlandırılan bu beş temel hakka sahip çıkmak farz, hangi sebeple olursa
olsun bunlara zarar vermek ise haramdır.”
Bu ifadeler aslında “makāsıdü’ş-şerîa”nın
(şeriatin gayelerinin/hedeflerinin) bir ölçüde laikleştirilmesi anlamına
geliyor.
*
Dini korumadan maksad, Diyanet’in hutbesinde ortaya
çıkan anlamın aksine ed-Dîn’i, yani Allah indinde makbul olan dini
korumaktır.
Küfür olan inançlar buna dahil değildir.
Evet, (bir MİT-CIA prodüksiyonu
olarak ortaya çıkan) FETÖ, “dinler (doğrusu hinler) arası diyalog” ve
(İslam ile Yahudilik sapkınlığını, Hristiyanlık dalaletini eşitleyen) “İbrahimî
dinler” adlandırması gibi saçmalıklarıyla, ve (Siyasal İslam ya da İslamcılık
diye isimlendirdiği) “Rasulullah sallallahu aeyhi ve sellem ile ashabının
yolu”na tabi olma hassasiyetine karşı sergilediği “tenafür”le bir fesat hareketi
haline gelmiş durumdaydı.
Fesadı, Şeriat’in maksatlarından “dini
koruma” hedefine zarar vermesiyle ilgiliydi.
Ve bu fesada laik (siyasal dinsiz) Türkiye
Cumhuriyeti Devleti uzun yıllar boyunca destek verdi.
Aynı şekilde AK Partililer de o
yollarda ve yıllarda FETÖ ile beraber yürüdüler, aynı yağmurlarda ıslandı, aynı dağın yeli
olarak estiler.
Bugün FETÖ’cülere şiddetli düşmanlık sergileyenlere bakın, hepsinin mazisinde bir FETÖ güzellemesi vardır.
Buna MHP’liler de dahildir.
Geçmişte FETÖ’ye daha çok “yağ” çekenler,
kendilerine “iltisak” suçlaması yöneltilmesin diye daha fazla
küfrediyor, daha fazla çirkinleşiyorlar.
*
FETÖ’ye yöneltilecek bir (“dini
koruma” esası ile çelişen) fesatçılık suçlaması, laik (siyasal
dinsiz) devlet için de varit..
AK Parti de aynı durumda..
Aynı şey, Diyanet İşleri Başkanlığı
için de bir ölçüde söylenebilir.
Yine, Şeriat’in “nesli koruma”
gayesi çerçevesinde baktığımızda AK Parti’nin resmen bir tür fesat merkezi
haline gelmiş bulunduğunu söylemek mümkün olabilir.
İktidar partisinin ilk işlerinden biri, zinayı
yasal (laik devlet indinde helal) hale getirmesi olmuştu.
Eşcinsellere bile zeytin dalı uzatıyor
olmakla adeta övünüyor, bunu demokratlık ve özgürlükçülüklerinin bir alameti
olarak gösteriyorlardı.
Bu marifetlerini, aile kurumuna atılan
yağlı İstanbul Sözleşmesi kazığı ve o doğrultuda çıkarılan yasalar
izledi.
Eksizsiz gediksiz, tam dört dörtlük bir fesat
gerçekleştirildi.
Doğal olarak, FETÖ’ye diş gıcırdatan “emir
kulu” Diyanet’ten buna karşı ne bir inilti, ne bir sızıltı, ne bir vızıltı, ne
de bir fısıltı duyuldu.
Herşey güllük gülistanlıktı.. Adeta asr-ı
saadeti yaşıyorduk..
Dombıramız yeri göğü inletiyordu.
*
Makasıd-ı şerîa denilince ilk akla gelen
isim İmam Şâtıbî, ve ilk akla gelen eser de onun el-Muvafakat (çev. Prof. Dr. Mehmet Erdoğan)
adlı kitabı olmaktadır.
Bu kitabı Türkiye’de (mütercimi dışında)
kaç kişi okumuştur bilmiyorum, fakat ona atıfta bulunan pekçok kişinin aslında okumamış
oldukları, yazılarındaki saçmalıklardan anlaşılmaktadır.
İmam şöyle diyor:
“…, akıl [akıl sahibi insan] ancak
şeriatin arkasından bakar [peşi sıra gitmek zorundadır]. Dolayısıyla usûlle
ilgili delillerin incelenmesi sırasında bu noktanın akıldan çıkarılmaması
gerekir. Ümmet, hatta sâir milletler, şeriatin [bir hukuk sisteminin] şu zarurî beş esasın korunması için konulmuş
olduğunda ittifak etmişlerdir. Bunlar: din, nefis (can güvenliği),
nesil, mal ve akıldır. Bütün ümmete [bütün müslümanlara] göre bunlar
[bunların korunması], dinden olduğu zorunlu olarak bilinen şeylerdendir
[Bunlar, makasıd-ı şerîa(t) durumundadır]. …”
Bu beş esası ilk olarak merhum Necmettin
Erbakan, 1980’li yılların sonlarından itibaren gündeme getirmeye
başlamıştı.
Süleyman Karagülle ve Arif Ersoy gibi
isimlerin fikir babalığını yaptığı “adil düzen” teorisi çerçevesinde bu
beş maksadı “doğuştan gelen haklar” olarak adlandırıyordu
Yani temel insan hakları ya da
insanın insan olması hasebiyle sahip olduğu haklar.
Ancak, konunun “adil düzen” teorisi
çerçevesinde yorumlanışı bir laikleştirmeyi de içeriyordu.
Fıkıh usulü çerçevesinde “dinin korunması”, ed-Din’in (İslam’ın, tevhid
akidesinin) korunmasıyken, insanların hak dini benimsemelerinin önündeki bütün
engellerin kaldırılmasıyken (Ki bu da ancak İslam’ın hakim olmasıyla
sağlanabilir) “adil düzen”de bu hedef laikliğe paralel bir “din
hürriyeti” oluyordu.
*
İmam Şatıbî, eserinin başka bir yerinde,
hemen hemen bütün toplumlarda bu beş esasın hepsinin veya çoğunun korunmasına
çalışılmakla birlikte bunu sadece İslam Şeriati’nin tam ve eksiksiz biçimde
sağlayabileceğini belirtmektedir.
Tabiî “dinin korunması” hedefi, İslam dışı rejimlerde “rejimin, resmî ideolojinin korunması” hedefine dönüşmektedir.
Onların “İslam’ı (tevhid akidesini) koruma” gibi bir derdinin
olmayacağı açıktır.. (Mesela Ayasofya’nın banisi İmparator Jüstinyen, Aryüs mezhebinden
olan muvahhid hristiyanlara savaş açmıştı.)
*
Öte yandan, bu beş esas arasında bir önem
sıralaması da vardır; dinin (sahih itikadın, ed-Din'in, "Allah
katında"ki dinin) korunması/korunabilmesi hedefi, en önde gelir.
2000’li yılların sonlarında Hayrettin
Karaman, Yeni Şafak gazetesinde, hatalı
olarak canı koruma hedefinin dini koruma hedefinden önce geldiğini
yazabilmişti.
Diyanet’in hutbesinde de can, dinden önce
zikrediliyor.. Şaşırdık mı?.. Hayır!
Şaşırmamak gerekiyor, çünkü Türkiye’de
nice zamandır, ulvî değerler için canını feda edebilme anlayışının
yerini, dünya ve dünyalık için bütün manevî değerlerden vazgeçme ve
hatta onları satma tavrı, “millî/ulusal karakter(sizlik)”
katına yükseltilmiş bulunuyor.
Karaman’a gönderdiğimiz bir e-postada,
İmam’ın el-Muvafakat’ta iki yerde aksini savunduğunu, dinin
korunması esasını en başa aldığını belirtmiştik.
Herhangi bir düzeltme yapmadı.. Halbuki, dini tahrif etmekte olduğunu anlaması ve Şeriat’in “dini koruma” maksadı doğrultusunda yanlışından dönmesi gerekirdi.
İmam’ın belirttiği gibi, cihad,
dini koruma hedefi canı korumadan öncelikli olduğu için vardır; öyle olmasaydı
cihad, canı tehlikeye attığı için, ehemmi mühim için harcamak olurdu.
*
Bakara Suresi’nde fitnenin
(yani insanların açık veya dolaylı yollarla küfre ve şirke zorlanmalarının,
hakkı tam bir hürriyetle eksiksiz bir biçimde benimseyip savunabilmelerinin
engellenmesinin) katilden/öldürmeden daha kötü olduğunun
belirtilmesi sebepsiz değildir.
Bu engelleme bugün camide bile yapılmakta,
hutbelerde, Casiye Suresi’nin 18’inci ayeti gibi Şeriat vurgusu yapan ayetler
ve rejimin hoşuna gitmeyen hadîsler okunamamaktadır.
İnsanın öldürülmesi/katli salt bu
sınırlı dünya hayatının kaybı demektir, ki bu er geç olacak birşeydir; fitne (dinin sahih bir şekilde anlatılmasının engellenmesi) sonucu ortaya çıkan küfür ve
şirk ise ebedî/sonsuz felaket ve bedbahtlık sebebidir.
*
İslam dışı rejimlerde “Mal canın
yongasıdır” fehvasınca dinin bile değil, malın/vatanın/toprağın, maddî
menfaatin, çıkarın, hele de ulusal sıfatını taşıyan çıkarın (ulusal çıkarın), candan
daha değerli olduğu kabul edilir; vatan/toprak için ölme keyfiyeti
yüceltilir.
“Kanımızın son damlasına kadar…”, “Toprak,
eğer uğrunda ölen varsa vatandır” vs. edebiyatı bunun sonucudur.
“Din, eğer uğrunda ölebiliyorsanız
dindir” denilmez; o, önemsizdir.
Bununla birlikte böylesi rejimlerin, İslam
için değilse de kendi küfür ve şirklerinin bekası için (Ki
buna bazen devletin bekası adını verirler) tehlikeli
addettikleri kişileri kimi zaman “örtülü yöntemlerle” ortadan kaldırdıkları,
canlarını aldıkları da olur.
Bediüzzaman ve Es'ad Erbilî gibi
zatların zehirlenmesinde olduğu gibi.
*
Bu rejimlerin bendeleri, Allah
yolunda ölmeyi değil, küfür ve şirk namına öldürmeyi seçmişlerdir.
Bununla birlikte, “Allah’ın
hükümlerinin yürürlükte olmasına asla izin vermek istemedikleri
ülkeleri için” ölenlerin, Allah yolunda ölenlere mahsus şehadet/şehitlik
rütbesine sahip olduklarını ileri sürecek kadar da istismarcıdırlar.
İşte bu, Diyanet’in hutbesinde FETÖ’ye
yöneltilen din istismarı olgusuna karşılık geliyor.
Hem devletin din devleti olmasına
sonuna kadar karşılar, hem de devlet için ölenlerin din için ölmüş kabul
edilmesini istiyorlar.
Böylece devlet çakma din haline gelmiş,
getirilmiş oluyor.
*
Türkiye’de laik (siyasal dinsiz) devlet, din
istismarını da tekeline almak, din istismarı alanının
yegane sahibi olmak istiyor.
FETÖ gibi grup ve cemaatlerle olan
kavgasının temelinde bu yatıyor.
Laik efendiler, din istismarını devletin
tekeline vermek istedikleri için “Devlet din istismarında da şerik kabul
etmez” felsefesiyle hareket ediyor, kendi laik (siyasal dinsiz)
zihniyetleri çerçevesinde meşru kabul etmedikleri dinî hareketlere, (onların
çalışma tarzlarının Şeriat’e uygun olup olmadığına bakmaksızın) din
istismarı suçlamasını yöneltiyorlar.
Onlara göre, kutsallık atfedilerek putlaştırılan
devlet şerik kabul etmez, fakat teşrî (yasama, yasa yapma)
hususunda Allahu Teala şerik kabul eder; kendileri bu konuda Allahu Teala’ya
denktir, O’na ortaktır.
Hatta, Allahu Teala’ya kırıntı
kabilinden bile bir ortaklık hakkı tanımazlar, teorik olarak
uluslarının/milletlerinin (devletlerinin), pratikte ise politik ve
bürokratik mutlu elitlerin “ortaksız” olduğunu, şerik kabul etmediğini ilan ederler, çünkü
benimsedikleri laiklik (siyasal dinsizlik) bu anlama gelmektedir.
*
Konuya devam edeceğiz inşaallah.