SİYASETEN KATL (SİYASET GEREĞİ CİNAYET, HUKUK DIŞI İNFAZ)








Turkcesi.biz adlı internet sitesinde Ahmed Selâmî imzasıyla yayınlanmış olan bir yazıda Kadir Mısıroğlu’nun bazı sözleri eleştiri konusu yapılmış bulunuyor.

Bunlardan biri, “siyaseten katl” meselesi hakkında söyledikleri.

Ahmed Selâmî şunları diyor:

Padişâhların kardeş  ve çocuk katlini “siyâseten katil” [siyaseten katl, siyaset gereği öldürme] diyerek meşrû’ göstermek… Rasûl-i Rusül Aleyhisselâm Efendimiz Hazretleri ile İslâmiyyet’i,  akvâl, ef’âl ve ahvâliyle  aşağılayan ve Mekke müşriklerini azdıran yahudi hahamı (Kaab İbni Eşref Kâfir MEL’ÛNUNU),  Allâh Sevgilisi Aleyhisselâm’ın me’mûr etdiği sahâbî eliyle düğün gecesinde tedmîr edib tepeleyişini, “İslâm’da ilk siyâseten kat’li Peygamber tatbîk etdi” diyerek, katlin gayr-i meşrû’ olanlarını da, “Siyâseten Katil” diyerek, bu meşrû’ olanın cinsinden ve aynı imiş gibi  göstermek… Bu noktadaki çirkinlik ve fitne, nâmütenâhî ölçüdedir… Bu FÂSİD mantık kıyâsından yola çıkarak, Osmanlı ecdâdımızın çirkin, vahşî ve ŞERÎAT-I MUTAHHARA’ya tuğyân tarafını şirin ve meşrû’ göstermek uğruna, kardeş katli ile Kaab İbni Eşref MEL’ÛN-I Melâininin katlini “Siyâseten Katil” diyerek, üstelik de ŞECAAT ARZEDEN BİLMEM NEYE benziyerek ve zerre kadar da utanmadan cihâna i’lân etmek… Ma’sûm kardeş ve çocuk hatta bebeklerin katli ile, Kaab İbni Eşref denen fitne ve zulüm çukurunun katlini “SİYÂSETEN KATİL” müştereği içinde toplayıb, aynı KEYFİYETE sâhib kılmak, … akıl kârı olabilir mi?… Böylece ve diğer yandan, Allâh Sevgilisi Aleyhisselâm Efendimiz Hazretlerini de “Siyâseten KATLİN” müşevvik ve azmetdiricisi mevkiinde bulundurarak, dolayısıyla, kardeş ve bebek-çocuk katli gibi bir zulm-i azîme denk bir cür’mün içinde göstermiş olmak ortaya çıkmış olmıyacak mıdır?… Ve bu, binnetîce ONU (Efendimiz Aleyhisselâm Hazretlerini),  sonsuz bir umursamazlıkla veya ONU kullanma cinnetiyle veya lâfın sonunun neye müncer olacağını düşünmeden, echelî bir cür’et ve tuğyânla, ONU, töhmet ve şâibe altında bırakmak ma’nâsına da gelmiyecek midir?…. Bunlar, iğrenç bir desîse ve cerbezedir. Aldatıcı sözlerle kurnazlık etmekdir… Hakîkatı gizlemek ve saptırmakdır. Hakkı, bâtılla TELBİSDİR… Aynı zamanda hilekârlık ya’ni DESSASLIKDIR… ..., hakkı bâtıl, bâtılı hakk göstermekdir. Tefsirdeki şekliyle bu, tâğûtîlikdir; ..., (menfilikde çukur)un dibine inişdir….

… Son derece Suçsuz bir kardeş veya çocuk veya bir ma’sumun KATLİ cinâyeti ile, Allâh Sevgilisi Aleyhisselâm’a olmadık yalan ve iftirâlar düzen; ve Mekke müşriklerini kudurtmıya kıyâm eden AZGIN bir yahûdînin nâmütenâhî SUÇUNDAN dolayı yüzde yüz ADLEN katledilişini, “Siyâseten KATİL” diyerek aynı CİNS ve keyfiyetde bir (katil) göstermek, bir müslümanın değil, bir gayr-i müslimin bile tüylerini diken diken etmiye kâfidir… Suçsuzun (ya’ni katli haketmiyenin) katli de, suçlunun (ya’ni KATLİ hakedenin) katli de aynı suçdan olacak; ya’ni  CEZÂLAR, (Siyâseten katl) olarak aynı cezâlar olacak… Bu ne dehşetli, konkunç ve tüyleri diken diken eden bir manzaradır! …   

Bu, hakkı bâtıl ile cinnetlik bir telbîsdir ki, bunu (İslâm) diye takdîm eden kim olursa olsun, ya gâfil, ya câhil, ya hâin veya aklından zoru olan bir ucûbedir… 

Bir akıl, muvâzenesini kaybetmeden veya her türlü rezillik  ve utanmazlığı göze almadan, Osmanlı târîhindeki bu korkunç ve çirkin cinâyetleri meşrû göstermiye kıyâm edemez, buna aslâ mecâl bulamaz, böyle bir dolandırıcılığı aslâ irtikâb edemez…

(http://www.turkcesi.biz/muharrirler/ahmed-selami/1-tahrife-karsi-cikarken-islamda-tahrifat.html)

Laikliği (siyasal dinsizliği) seçmiş rejimlerin istihbarat teşkilatlarında (gizli servislerinde) çalışan “müslüman”ların kimi örtülü cinayetleri işlerken vicdanlarını susturmak için başvurdukları “safsata”lardan biri işte budur: 

Siyaseten katlin cevazı.

*

Kadir Mısıroğlu’nun Selanikli Mustafa Atatürk’ün gerçek yüzünün anlaşılması konusunda yaptığı hizmetler çok değerlidir; bu, inkâr edilemez.. 

Fakat İslamî bilgisi aslında yetersizdi, bu yüzden epeyce bir çam da devirmiş bulunuyor.. Allah taksiratını affetsin.

Mesela, mirasyedi olarak 32 yaşında halife olan “sarhoş” (el-Humûr) lakablı Yezid hesabına Hz. Hüseyin r. a.’a dil uzatabilmiştir..

Ehl-i Sünnet’ten olma bu değildir; o zamanın ehl-i Sünnet’i Hz. Hüseyin’di..

Toplumsal”ın hakkını vererek huzurunda sazlar, çalgılar çaldıran, türküler söyleten, içki içip demlenen, kadınları semah kabilinden oynatan, oyun ve eğlence düşkünü “sosyal adam” Yezid ise “amel” düzeyinde “Anadolu (ya da Türkmen) Müslümanlığı”nı hatırlatan bir “Arabistan (Arapman) Müslümanlığı” (ya da dinci olmayan dindarlık) inşa etme yolundaydı.

*

Mısıroğlu’nun firaset ve basiret bakımından "engelli" olduğunu gösteren bir başka vukuatı Kıbrıslı Şeyhtan Nazım’a aldanmış olması.

Hatıratında, kızının bir hastalığıyla ilişkili olarak Nazım’dan keramet de naklediyor.. Kerametiyle kızının iyileşmesine vesile olmuş.. İstikametin olmadığı yerde keramet gibi görünen olağanüstülüklerin istidrac anlamına geleceğini gözden kaçırıyor. (Cinler vasıtasıyla insanları hasta hale getirip sonra iyileştirme gibi numaralar sergilenebilmektedir.)

Bu Nazım’ın Şeriat’e aykırı saçmasapan bir sürü lafı vardı.. İngilizler’in adamıydı, şu anki İngiltere kralı Charles’ın müslüman olup Hüseyin adını almış olduğu palavrası ile İngiliz siyasetine hizmet etti.

Ajandı.

*

Konuya dönelim..

Medine yahudilerinin servet ve şöhret sahibi önemli isimlerinden olan Kâ’b bin Eşref kudretli bir şair, etkili bir hatipti.. Dili keskindi..

Bedir Savaşı’ndan sonra kırk kadar adamıyla Mekke’ye gidip, Müslümanlar'a karşı birlikte savaşmak üzere Ebû Süfyân ile anlaşarak ittifak yapmıştı. 

Söylediği şiirlerle Kureyşliler’i galeyana getirmeyi, yaralarına tuz basmayı, intikam duygularını kamçılamayı da ihmal etmemişti.

Medine’deki kendi (kale gibi) korunaklı mahallelerine döndükten sonra şiirleriyle Peygamber Efendimiz s.a.s.’i ve Müslümanlar’ı hedef almaya devam etti.  

Bunun üzerine ashabdan Muhammed b. Mesleme, Abbâd b. Bişr, Hâris b. Evs ve Ebû Abs r. a., yanlarına Kâ‘b b. Eşref’in süt kardeşi Ebû Nâile b. Selâme’yi de alarak, dostça ziyaret ediyormuş gibi evine gittiler ve onu öldürdüler.

*

Burada, savaş halinde olan, fırsat bulduğunda birbirinin hakkından gelmek isteyen karşı kamplar, düşman saflar var.

Nitekim, Kâ’b’ın öldürülmesi diğer yahudilerin gözünü korkutmuş, Peygamber Efendimiz s.a.s.’e gelip rahatsızlıklarını dile getirmişlerdi.

Hz. Peygamber s.a.s. onları Kâ‘b gibi davranmamaları konusunda uyardı ve Müslümanlar’a karşı düşmanlarıyla işbirliği yapmamak üzere antlaşma yapmaya çağırdı. Yahudiler bu teklifi kabul edince Hz. Ali tarafından yazıya geçirilen bir antlaşma yapıldı.

İşte Ali Bulaç’ın 1990’llı yıllarda diline pelesenk ettiği, sakız gibi çiğnediği, temcit pilavı gibi ısıtıp ısıtıp sofraya getirdiği, Medine Sözleşmesi diye adlandırarak anyasa gibi gösterdiği metne, bu antlaşma da dahil.

TDV İslâm Ansiklopedisi’nin “Anayasa” maddesinde bu konuda şu söyleniyor:

“Muhtemelen müslümanlarla ilgili bölüm (1-23. md.ler) hicretten hemen sonra kaleme alınmış, yahudilerle ilgili bölüm ise (24-47. md.ler) Bedir Gazvesi’nden sonra ilâve edilmiştir (Hamîdullah, İslâm Peygamberi, I, 211-212). Yahudilerle ilgili bölümün bir defada değil ihtiyaç duyuldukça parça parça düzenlenmiş olması, ihtiyaç kalmayan hükümlerin metinden çıkarılmış bulunması da muhtemeldir (Watt, Muhammad at Medina, s. 227-228).”

Medine Sözleşmesi diye adlandırılan metnin Yahudiler’le ilgili maddeleri bir “anayasa” değil, “uluslararası antlaşma” mahiyetindedir.

Evet, Kâ’b bin Eşref’in öldürülmesi Osmanlı’daki “siyaseten katl” olgusu ile ilişkisizdir.

Kâ’b, “casus belli (ka:zus beli), yani "savaş nedeni" olan bir tavır sergilemiş ve karşılığını almış, ektiğini biçmiştir..

Bundan ibret alan diğer Yahudiler de barış yapma (antlaşma imzalama) yoluna gitmişlerdir.

*

Peygamber Efendimiz s.a.s., İslam devletinin tebaası durumundaki (modern tabirle vatandaşlık hakkına sahip olan)  insanlara karşı hiçbir zaman “siyaseten katl” diye adlandırılabilecek bir muamelede bulunmamıştır.

Hatta, münafıkların kendisi aleyhindeki lafları şahitlerin ifadesiyle sabit olduğu halde, onları “devlete karşı suç işlemekle, devlet başkanına hakaret etmekle” suçlayıp cezalandırma gibi bir tavır sergilememiştir.

Onlara “demokratik” cezalar vermemiştir.

Onlar için “fikri hür, vicdanı hür, irfanı hür” darağaçları kurdurmamıştır.

Kendisine yakın gördüğü insanları gizlice maaşa bağlayıp muhaliflerini tespit ve cezalandırma işiyle görevlendirmemiş, onlara “Falancaya gidin, onu zehirleyin, filancayı ise yolda giderken atınızla çiğneyin, kaza oldu deyin, feşmekancanın da ağzını arayın, bakalım benim hakkımda ne düşünüyor.. Şunu takip edip aleyhinde delil biriktirin, bunu da takip edip taciz edin, rahat vermeyin, hep tedirgin yaşasın” şeklinde emirler vermemiştir.

Hiç kimseyi fail-i meçhul suikastle öldürtmemiştir.

Nerde kaldı ki “siyaseten katl” diye birşey yapsın.

O devirde demokrasi, insan hakları, laik fikir ve inanç hürriyeti mi vardı ki böyle yapsındı?!

*

Bu siyaseten katl caniliği Muhsin Yazıcıoğlu’nun ölümü meselesini de akla düşürüyor.

İşin açıkçası, Yazıcıoğlu’nun "engerekon" olmakla suçlanan 28 Şubatçılarla da, AK Parti ile de, Fethullahçılar’la da arası iyi değildi.

İktidar yandaşlarına göre, Yazıcıoğlu’nu FETÖ (Fethullahçılar) öldürmüş durumda.

Mümkün, fakat FETÖ liderinin Yazıcıoğlu’nun ölümünün ardından sergilediği tavır, onun bu işle alâkasının olmadığını gösteriyor gibime geliyor.

Üzüntüden uzak bir alâka ile” konuşmuştu.. Cinayet masası polislerinin çok iyi bildiği gibi, katiller genelde cenazede en çok ağlayanlar arasından çıkar.

En azından, şüphe celbetmemek için “Oh olsun!” deme anlamına gelen tavırlar sergilemezler.. Kaşlarını yıkar, suratlarını asar, somurtup sohranırlar.

Fethullah ise “Aldanırsanız böyle kurban gidersiniz” diye konuşmuştu.

Bir başka husus da şu: Cinayetin FETÖ ile bağlantısını kuracak şekilde “tutuklu ifadeleri” gündeme geliyor olsa da, “dışarıdaki” hiç kimseden bu yönde bir itiraf ya da ima gelmiyor.. (Tutuklu ifadelerinin ne idüğü meselesine şimdi girmeyelim.)

Böylesi bir olayda yakayı ele veren “tutuklular”ın, mafyatör Ayhan Bora Kaplan’ın “dışarıdakiler”e “Ben yanarsam siz de yanarsınız” mesajı vermesi gibi “dışarıdaki suç ortaklarına, planlayıcılara, azmettiricilere”, “Konuşurum ha, sizi de ele veririm” demeleri, işmarda bulunmaları beklenir.

Böyle bir durum yok..

*

FETÖ’cülere göre ise, bu helikopter kazası, engerekonsal derin devletin işiydi.. Ve Erdoğan, planlamadıysa bile buna izin verdi, göz yumdu.

Bu babda Yeni Şafak gazetesi yazarı ilahiyatçı Prof. Hayrettin Karaman’ı da suçluyorlar.

19 Aralık 2013 tarihli yazısındaki şu ifadelerini delil olarak gösteriyorlar:

Mecellemizin 26. Maddesi şöyle der: "Zarar-ı âmmı def içün zarar-ı hâss ihtiyar olunur".

Gençler de anlasın diye günün diline çevirelim:

Kamuya (ve bu arada ümmete) ait zararı önlemek için bir şahıs, bölge veya gruba ait zarar göze alınır, sineye çekilir.

Siyasette olan selim akıl ve kalb sahiplerine de bu kuralı hatırlatıyor ve örnek olarak merhum şehid Muhsin Yazıcıoğlu'nu dua ile anıyorum.

Meşhur 17 Aralık meselesinden iki gün sonra yayınlanmış bir yazı.

19 Aralık’ta yayınlandığına göre, 18 Aralık’ta kaleme alınmış olduğunu varsayabiliriz.

Burada bir gruba (FETÖ grubuna) bir mesaj var gibi görünüyor.

Ancak, Muhsin Yazıcıoğlu’ndan hangi bağlamda söz edildiği anlaşılamıyor.

“Siyasette olan selim akıl ve kalb sahipleri”nden kimler kastediliyor, o da belli değil.

*

Karaman, konuyla ilgili olarak daha sonra açıklama yapıp kendisini savundu:

Yeni Şafak gazetesinin ilahiyatçı yazarı Hayrettin Karaman kendisi ile ilgili bir ses kasetinin çıkarılacağını söyledi.

"Bana ulaşan bilgilere göre yeni bir ses kaydı düzenlenmiş" diyen Karaman şöyle devam etti:

"bu kayıtta Başbakan sözde beni arıyor 'Devletin bekası için birini öldürmek caiz midir?' diyormuş, ben de bazı detaylar verdikten sonra 'Olabilir bir sakınca yok' diyormuşum. Sonra başbakan bu fetvayı(!) merhum Yazıcıoğlu'na uyguluyormuş."

Bir süredir Twitter'da Cemaat'e yakın hesaplarda, Muhsin Yazıcıoğlu'nun ölümünde Başbakan Erdoğan'ın payı olduğu dillendiriliyordu.

"Bu defa dublaj mı, montaj mı, ses üretimi mi, başka bir şey mi yaptılar bilemiyorum, ama anlaşılan bir ses kaydı uydurdular." diyen Karaman şöyle devam etti:

"Bildiğim, Allah'a imanım kadar emin olduğum bir şey var ki, o da böyle bir konuşmanın aslının olmadığıdır, böyle bir konuşmanın asla yapılmadığıdır.

Eğer yayınlarlarsa bazıları 'Efendim işte ses kaydı, sahih olduğuna dair de rapor var' diyecekler. Ben de onlara diyeceğim ki, basit bir montaj ile Sayın Bahçeli'ye 'Öcalan Kahramandır' dedirtenler, Sayın Kılıçdaroğlu'na 'AK Parti'yi ve başbakanı övdürenler' oldu, bu montajlarda da ses ve ağız hareketleri kusursuzdu, peki bunlar da gerçek miydi?"

FETVA VERMEDİM

Yine Cemaat'e yakın adreslerde Yazıcıoğlu'nun ölümü ile ilgili Hayrettin Karaman'ın fetva verdiği iddia edilmişti. Karaman o iddiaya şöyle yanıt verdi:

"Bir fetva lafıdır tutturdular. Duyan da sanacak ki, telefonun bir ucunda ben, diğer ucunda Sayın Başbakan, her adımda bana fetva soruyor, ben de veriyorum!

Efendiler, keşke böyle olsa, ama bu ülke fetvalara göre değil, laik demokratik kanunlara göre idare ediliyor. Ayrıca Başbakanımız, bu güne kadar, bir kere bile telefon açıp bana fetva sormamıştır. Ben müftü değilim, fetvahanem de yok. Ben bir emekli ilahiyat hocasıyım ve Yeni Şafak'ta köşe yazısı yazıyorum. Kitaplarımdan ve yazılarımdan okuyarak istifade eden binlerce kişi arasında siyasiler de bulunabilir; bunu, neredeyse günlük fetva alış-verişi şeklinde sunmanın gerçekte karşılığı yoktur.

Defalarca yazdım ve soranlara açıkladım ki, merhum Yazıcıoğlu, siyasi menfaatini, millet ve memleket menfaatine feda edecek kadar faziletli bir vatan evladı idi, davranışlarıyla bunun örneklerini verdi, onu bu fazileti bakımından örnek gösterdim, ona kıyanlar olduysa, inşallah hem bu dünyada hem de ahirette cezalarını çekeceklerdir.

Benim, onun adı anılmış olmasa bile ulu orta böyle bir fetva vermem mümkün değildir. Sayın Başbakan'ın da böyle bir cinayeti işlemek şöyle dursun, aklından geçirmek için bile ortada bir sebep yoktur."

(https://www.odatv.com/guncel/benim-de-kasetim-cikacak-55702)

*

Biz de aynısını diyoruz: 

Ona kıyanlar olduysa, inşallah hem bu dünyada hem de ahirette cezalarını çekeceklerdir."

 

ASKERLİKTE SIFATSIZ-SALAHİYETSİZ HİZMET ZOR DEĞİL DİYOR

 










UĞUR MUMCU'NUN DİLİNDEN KARABEKİR-ATATÜRK KAVGASI – 41

 

Selanikli Mustafa Atatürk’ün mütareke (ateşkes) dönemi sergüzeşti üzerinde duruyorduk.

İstanbul’da (13 Kasım 1918 – 16 Mayıs 1919 tarihleri arasında) geçirdiği altı ayın ilk iki ayı, iki ayrı hedef çerçevesinde gerçekleştirdiği çabayla geçmiş durumda: İngilizler’le anlaşma, ve hükümette bakanlık koltuğu kapma.

Harbiye nazırı (savunma bakanı) olabilmek için hükümet krizi çıkarmaya çalışmış, yapamayınca “ihtilal komitesi” (terör örgütü, illegal çete) kurmayı denemiş, Kara Kemal ile (dönemin sadrazamı/başbakanı) Tevfik Paşa’yı kaçırma planları yapmış, hatta Padişah Vahideddin’i öldürmeyi bile kafasından geçirmiş.

Adam serapa ihtiras.. Hırs küpü..

İhtiras bir insan olsaydı adı büyük ihtimalle Mustafa Kemal, memleketi de Selanik olurdu.

*

Evet, İstanbul’da geçirdiği ilk iki ay, içinde yakıcı tamahkârlık rüzgârları esen, korkutucu dev ihtiras dalgaları kabaran bir kalbin karanlık entrika ve planlarına sahne olmuş durumda.

Fakat, iki ay sonra, hangi dağda hangi kurt öldüyse, içindeki fırtına bıçakla kesilmişcesine birdenbire mucize kabilinden son bulup sakinleşiyor, ve Filistin’in ricat rekortmeni komutanı duruluyor, halim selim, çok düşünüp az konuşan ketum bir adam haline geliyor.

Koltuk sevdasından ve bakanlık hevesinden de vazgeçiyor.

Osmanlı Savunma Bakanlığı’nda (Harbiye Nezareti) müsteşar sıfatıyla görev yapan İsmet İnönü’ye, Anadolu’ya “hiçbir sıfat ve salahiyet sahibi olmaksızın” gitmeyi kararlaştırdığını söylüyor, dervişane mahviyetkârlık ve fedakârlık destanı yazmaya başlıyor.

Böylece (teşbihte hata olmaz derler) Padişah Vahideddin ile Osmanlı hükümetine “eşeğin aklına karpuz kabuğu düşürme” faslından bir tüyo veriyor, onlara esaslı bir “numara” çekiyor.

“Bakın ilerde Anadolu’da birini görevlendirmek isteyebilirsiniz, isteyeceksiniz, şimdiden aklınızda olsun, bu iş için hazır bir fedakâr kahraman var, işte huzurlarınızda bendeniz hasbî ve fedakâr Selanikli cengâver Kemal” mesajını veriyor.

İngiliz’in inşa etmeye başladığı yola asfalt döşüyor.

*

Adamdaki bu 180 derecelik dönüş ve dönüşümün, devrim çapındaki değişimin nedeni, bir gece ilahî bir mazhariyete nail olup kalbinin nurlanmış olması değil, en az üç defa görüşmüş olduğu (İngiliz istihbarat teşkilatının / gizli servisinin İstanbul şefi) Robert Frew vasıtasıyla İngiliz devletiyle anlaşmış, İngiliz enişte tarafından “öpülmüş” olması.

Öyle anlaşılıyor ki İngiliz istihbarat şefi bunu bir “hızlı eğitim”den geçirmiş.. Ajanlık sanatının saman altından su yürütme, saf ayaklarına yatıp kurnazlık yapma, fedakârlık maskesi altında malı götürme, insanları duygularına ve önem verdikleri “değer”lere hitap etmek suretiyle aldatma, manevî değerleri istismar ederek maddî hasat kaldırma gibi ince şeytanlıklarını ona bir çırpıda öğretmiş.

Bu da Allah var yetenekli ve zeki adam, söylenenleri hemen kapmış.. İkiletmemiş.

Frew’nun olağanüstü yetenekli bir öğrencisi olarak, sakinleşmiş, durmuş oturmuş bir halde İngilizler’in kotaracağı “basit bir tertip”le Anadolu’ya geçmeyi beklemeye başlamış.

Fazla beklemesine gerek kalmayacak, Doğu Karadeniz’i karıştıran İngilizler, Osmanlı hükümetinden bölgeye bir yetkili göndermesini isteyeceklerdir.

*

İşgalci İngilizler bu arada bir tutuklama ve Malta’ya sürgün furyası da başlatıyorlar.

Selanikli’nin “çete”sinin (ihtilal komitesinin) üyeleri olan Fethi Okyar, İsmail Canbulat ve Rauf Orbay da Malta’ya “postalananlar” arasında.

Fakat Selanikli’ye dokunan yok.

Bu hengâmede, İngilizler’in Doğu Karadeniz’deki karışıklıklara son verecek bir “görevli” talebi üzerine top, Padişah Vahideddin’i kafaya alıp güvenini kazanmış olan yaver Selanikli’nin ayağına geliyor.

Vahideddin, İngilizler’in bu talebini bir fırsata çevirmeyi düşünüyor, sadık bendesi Selanikli’yi “vatanı kurtarması için” olağanüstü yetkilerle Anadolu’ya gönderiyor..

Anadolu genel valiliği anlamına gelen olağanüstü yetkilerle..

Ayağına kurşun sıktığının, İngilizler’in adamını görevlendirmiş olduğunun farkında değil.

*

Allah var, Selanikli de asıl niyetlerini saklama bakımından gerçek bir deha..

Sinema sanatçısı olarak çalışmamış olması sinema tarihi açısından gerçekten çok büyük bir kayıp.. Böyle bir rol kabiliyeti çok az insanda bulunur.

Düşünün, elinden gelse Padişah’ı bir kaşık suda boğacak, fakat yanında öyle davranıyor, öyle konuşuyor ki, Vahideddin en güvenilir, en sadık, en itaatkâr adamının o olduğunu zannediyor.

Hatta, onu Anadolu’ya göndermesin diye bir gece sabaha kadar dil döken Şeyhülislam Mustafa Sabri Efendi’ye onu “Âteşîn bir zekâ, âteşîn bir zekâ!” diyerek övüyor, Şeyhülislam’ı kibar bir dille, sadık yaver Selanikli hakkında suizanda bulunmakla itham ediyor.

*

Evet, Selanikli Deccal (çok yalancı) Mustafa Atatürk’ün mütareke (ateşkes) dönemi sergüzeştini (Falih Rıfkı Atay’ın rivayetiyle) kendi ağzından dinliyorduk.

Muhaliflerinin değil, kendisinin beyanını esas alıyoruz.

Ancak, sözlerindeki tutarsızlık, çelişki, boşluk, çarpıtma ve karartmalar, laflarını ihtiyatla karşılamayı, tenkidî ve tahlilî (kritik-analitik) bir süzgeçten geçirmeyi zorunlu kılıyor.

Gerçekten Falih Rıfkı’nın “M. Kemal’in Mütareke Defteri ve 19 Mayıs” adlı kitabında ondan naklettiği hemen her cümle bir deccaliyet (çok yalancılık) harikası durumunda.

Kaldığımız yerden okumaya devam edelim.. Rıfkı Atay, Selanikli Deccal’in şu sözlerini aktarıyor:

“- O sıralarda Anadolu'ya geçen kumandanlarla alakalanıyordum. Kulağımdan rahatsız olduğum günlerde idi, arkadaşım Ali Fuat Paşa (Ali Fuat Cebesoy) beni hasta yatağımda ziyaret etti, kendisi Ulukışla taraflarından şimendiferle Ankara'ya nakledilmek üzere bulunan 20'nci Kolordu Kumandanlığını alacaktı:

“ ‘- Bu kolordunun başında bulunmalısın, bundan sonra ehemmiyetli şeyler olacaktır. Kolorduna hâkim ol. Etrafına emniyet ver. Hele halk ile yakından temas et!’ [dedim.]

“Ali Fuat Paşa ile Erkânıharbiye Mektebi'nde (kurmay okulunda) aynı sınıfta arkadaşlık etmiştim.Askerlik hayatının kanlı ve buhranlı safhalarında birliktebulunmuştum. Beni çok sevdiğini bilirdim. Babası Fazıl Paşa beni o kadar severdi ki ara sıra gelir, boynuma sarılır, ‘Senden Fuad'ın kokusunu alıyorum!’ derdi.”

(Falih Rıfkı Atay, “M. Kemal’in Mütareke Defteri ve 19 Mayıs, haz. Nurer Uğurlu, İstanbul: Yeni Gün Haber Ajansı Basın ve Yayıncılık, Mayıs 1999, s. 131.)

Görüldüğü gibi, Selanikli artistlik yapıyor, rol çalıyor.

O sıralarda Anadolu'ya geçen kumandanlarla alâkalanıyormuş.

O sırada sen ne Harbiye Nezareti’nde görevlisin ne de Genelkurmay’da..

Alâkalansan ne olur, alâkalanmasan ne olur?!

Sonra, Anadolu’ya geçen kaç kumandan var, “artiz”?

İki kişi: Biri Kâzım Karabekir, diğeri Ali Fuat Cebesoy.

Karabekir, hatıratında, Anadolu’ya gitmeden önce Selanikli Deccal’i evinde ziyaret ettiğini, onu Anadolu’ya geçmeye ikna etmeye çalıştığını, Selanikli’nin ise “Bu da bir fikirdir” diyerek geçiştirdiğini anlatıyor.

Alâkalanıyorsun da arkadaşlarının ayağına mı gidiyorsun?.. Hayır, onlar seni arkadaş diye ziyaret ediyor, sana Anadolu’ya geçme tavsiyesinde bulunuyorlar..

“Artiz”in alâkalanma dediği bu..

*

Ali Fuat Cebesoy’un bu Selanikli üzerindeki hakkı büyük..

Çünkü Selanikli, öğrenciliği sırasında İstanbul’da onların evinde kalmıştı. Yani Cebesoy’un babası Fazıl Paşa buna kol kanat germişti.

Tahmin edilebileceği gibi, Selanikli Deccal; sonradan Rauf Orbay ve İsmail Canbulat gibi arkadaşlarına yaptığı iyiliği Ali Fuat Cebesoy’dan da esirgemedi.

İzmir Suikasti parodisi bahane edilerek Ali Fuat Paşa da tutuklandı ve yargılandı.. Tıpkı Kâzım Karabekir gibi..

Cebesoy suçluydu.. Çünkü, Karabekir gibi Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası’nın (Partisi’nin) kurucuları arasında yer almıştı.. Cezalandırılmayı hak etmişti.

Selanikli, bir “Selanikli klasiği” olarak İsmail Canbulat’ı astırdı.. 

Yağlı ipte sallandırdı.

Rauf Orbay’ı ise 10 yıl hapse mahkum ettirdi. 

Fakat bu yetmezdi, ayrıca malına mülküne el koydurdu.

Ancak Karabekir ve Ali Fuat Paşalara diş geçiremedi.. Çünkü ordudaki diğer subaylar buna tepki gösterdi, bu kadarını kaldıramadılar.. Böylece bu iki paşa, ecel terleri dökmekten kurtulmuş oldular.

Karabekir, Selanikli ölene kadar bir daha rahat yüzü göremeyecek, sürekli polis takibi ve tacizi altında kalacaktı.

Kumpasların hedefi olacaktı..

Fikri hür, vicdanı hür, irfanı hür” olduğu, Selanikli Deccal’e kulluk etmeyi kabul etmediği için, bastırdığı kitabı toplatılıp yakılacaktı..

Cebesoy ise 1927 yılında tasfiye edilip bir kenara atılacaktı.. Fakat dört yıl sonra, 1931’de ona, terbiye olup yola geldiğine kanaat getirilerek bir milletvekilliği bahşedilecekti..

*

Konuya dönelim..

Falih Rıfkı sözlerini şöyle sürdürüyor:

“Mustafa Kemal'le konuşanlar arasında Anadolu'ya gitmek sergüzeştini tehlikeli bulanlar az değildi. İngilizlere itimat verebilsek, yahut Fransızları kazanabilsek, veya İtalyanlarla hoş geçinme yollarını arasak gibi ümitler besleyenler vardı [Mustafa Kemal’in dediğine göre]:

" ‘- Şahsen bunlara inanmıyordum. Fakat inanmakta olanları hadiseler fikirlerinden caydırmalı idi. Mesela bir şayia çıkar, sefaretlerden (büyükelçiliklerden) birinin papazı Vahdettin'le mülakat (görüşme) aramıştır ve kendisine bilmem ne manada teminat (güvence) vermiştir. Saray ferahlık içindedir. Bu ferahlık, etrafa da sirayet eder. İstanbul her gün bu türlü başka bir şayia ile çalkalanmakta idi’.” (s. 131)

Bu sözler gayet aydınlatıcı..

Kendisi Anadolu’ya gitme kararı almışmış, fakat görüştüğü kişiler bunu macera olarak değerlendiriyor, tehlikeli buluyorlarmış..

Demek ki İsmet İnönü’ye çektiği numarayı başkalarına da çekiyor, herkese hiçbir sıfat ve salahiyet sahibi olmaksızın” Anadolu’ya gitme masalı anlatıyormuş.

Anadolu’ya gitmeyi tehlikeli bulmadığı kesin.. Çünkü İngilizler’den güvence almış durumda.

*

Nitekim, Anadolu’ya gittikten üç ay sonra Erzurum’dan anasına yazdığı ve Salih Bozok vasıtasıyla gönderdiği mektubundaPekala bilirsiniz ki ben yaptığımı bilirim. Netice görmeseydim başlamazdım” diyecektir.

Daha İstanbul’dayken neticeyi görmüştü..

İngilizler ona neticeyi göstermişlerdi.

O neticeyi sadık bendeleri Mazhar Müfit Kansu ile Süreyya Yiğit’e Erzurum Kongresi gecelerinden birinde (milletten saklanması kaydıyla, ve de “vahyin kaynağı”nın İngiliz tanrısı olduğunu açıklamadan) haber de vermişti: Osmanlı Devleti yıkılacaktı, adı cumhuriyet olan yeni bir devlet kurulacaktı, bu devlet tesettürü ortadan kaldıracak, Arap harflerini yasaklayıp Latin harflerini millete dayatacak, şapka giymeyi zorunlu hale getirecekti.

Evet, “netice”yle ilgili “vahyin kaynağı”nın İngiliz tanrısı olduğunu söyleme bahtiyarlığı Mazhar Müfit ile Süreyya’ya değil, İsmet İnönü’ye nasip olacaktı:

İstiklâl mücadelesinin başarısı da esasında İngilizlerin buna karar vermesi ve diğer müttefikleri de bunu kabule mecbur etmesiyle mümkün olmuştur.

(Milliyet Gazetesi‘nin 29 Ekim 1973 tarihli sayısından aktaran Fikret Başkaya, Paradigmanın İflası, İstanbul: Yordam Kitap, 2018, s. 60.)

*

Masala bakın:

Mustafa Kemal'le konuşanlar arasında Anadolu'ya gitmek sergüzeştini tehlikeli bulanlar az değilmişmiş de, ve "İngilizler’e itimat verebilsek, yahut Fransızlar’ı kazanabilsek, veya İtalyanlar’la hoş geçinme yollarını arasak" gibi ümitler besleyenler varmışmış da, Selanikli Deccal “Şahsen bunlara inanmıyormuş”..

Halbuki İngilizler’le ve müttefiki olan Fransız ve İtalyanlar’la hoş geçinmek için “behemahal sulh (barış)” yapılması için daha savaş sırasında yeni padişah Vahideddin’e Suriye’den telgraf gönderen Selanikli’nin kendisi..

İstanbul’a gelince de ilk yaptığı iş Vakit ve (Fethi Okyar ile ortak olup birlikte çıkardıkları) Minber gazetelerinde İngilizler’e “yağ” çekmek olmuştu.

Anasının evini aratmak isteyen İtalyan subayını bir telefonla yüz geri ettirdiğini "şecaat arzeden Kıptî" gibi övünerek anlatan da yine kendisi..

Başlangıçta aklı fikri hükümette bakan olmaktaydı.. Bunun için (ihtilal ve darbe dahil) her yola başvurmaya (hatta Padişah’ı öldürmeye) hazırdı.

Fakat sonra, İngilizler’le anlaştı, ve sözde vatanı kurtarmak, gerçekte ise Lord Curzon’un projesi çerçevesinde (başkenti Anadolu’da olacak, hilafet kurumunu etkisizleştirecek, Türkler’i İslam dünyasının gözünden düşürecek, itibarsızlaştıracak) yeni bir devlet kurmak üzere Anadolu’ya gitme planları yapmaya, İngilizler'in bunun için sunacağı fırsatları gözlemeye başladı.

İngiliz vizesi çantada keklikti.

*

Selanikli Deccal’in “Mesela bir şayia çıkar, sefaretlerden birinin papazı Vahdettin'le mülakat (görüşme) aramıştır ve kendisine bilmem ne manada teminat (güvence) vermiştir” şeklindeki sözleri çok önemli ve de aydınlatıcı.

Nedense sefaretin (büyükelçiliğin) de, papazın da adını vermiyor.

Kendisi deha, bu millet de aptal ya, söylemeye gerek duymuyor.

Sözünü ettiği büyükelçilik, İngiliz Büyükelçiliği..

Papaz ise İngiliz gizli servisinin (istihbarat teşkilatının) İstanbul şefi Robert Frew (Fro)..

Kendisini papaz görünümü altında kamufle ediyor.

Bu papaz Osmanlı Devleti’nin padişahı ile mülakat yapmak (yüzyüze görüşmek) istemişmiş..

Niye büyükelçi, yahut İngiliz işgal gücünün en yüksek rütbeli subayı değil de bir papaz?

Neyi konuşacaklar?.. Kur’an ile İncil’i mi karşılaştıracaklar?

Sonra, bir papaz hangi yetkiyle bir padişaha güvence veriyor, verebiliyor?..

Neyin güvencesi?.. Padişah’a “cennet garantisi” mi veriyor?

*

Selanikli’ninŞahsen bunlara (İngilizlere itimat verebilme, yahut Fransızları kazanabilme, veya İtalyanlarla hoş geçinme yollarını bulma) inanmıyordum. Fakat inanmakta olanları hadiseler fikirlerinden caydırmalı idi” şeklindeki sözü, İngilizler’in hazırladığı yol haritasının ipuçlarını da veriyor.

Osmanlı Devleti’nin varlığına son verme, yeni bir Türk devleti kurdurma kararı alındığı için, Osmanlı Hükümeti’nin İngilizler, Fransızlar ve İtalyanlar’la “medenîce” bir diyalog kurma ve anlaşma yapma imkânının bulunmadığının “hadiselerle, olaylarla” gösterilmesi, milletin Osmanlı Devleti’ne yönelik umutlarının ve güveninin yok edilmesi gerekiyordu.

Hadiseler milleti bu tür fikirlerden caydırmalı, ümitlerini kurulmakta olan yeni devlete bağlamalarını sağlamalıydı.

O hadiseleri projelendirip hayata geçirme işi ise İngilizler’in üzerindeydi.

Ancak, Selanikli’nin sözlerinden, tam da onun ajan-rahip Frew ile anlaştığı sıralarda, Padişah Vahideddin’in, bilmem ne manada teminat (güvence) verilerek (Selanikli’nin önünü açacak şekilde) ferahlamasının ve gaflete düşmesinin sağlanmak istendiği anlaşılıyor.

*

Bu Selanikli Deccal az deccal değil..

Türk tarihinin en büyük deccali, “çok yalancılık” rekortmeni..

Ne lüzumu varsa, bir papazın padişahla görüşmesinden laf açıyor.. “Mülakat arama”dan söz ederek “mülakat varmış” gibi bir izlenim uyandırıyor.. Mülakat aramakla mülakat gerçekleştirmek farklı şeylerdir fakat sıradan okuyucu bunu “mülakat yapılmış” gibi anlar.. Hafızasında öyle kalır.

Gerçekteyse söz konusu “papaz ajan”la (gizli kapaklı, yalnız, yanında kimse olmadan) görüşen kendisi.

En az üç defa görüşmüş durumda.

Ve ondan (onun vasıtasıyla İngiliz devletinden) güvence alan da (İsmet İnönü’nün açıkladığı gibi) kendisi.. Padişah değil..

İngilizler'den güvence almış, “Vasıfsız ve salahiyetsiz Anadolu’ya gideceğim” diye şayia çıkararak sözde fedakârlık özde “ben yaptığımı bilirimli neticecilik” bayrağı açmış, senaryosunu İngiliz’in yazdığı tiyatroda baş rolü kapmış bulunuyor.. (Bazen film çekilirken ölümlü kazalar bile olabiliyor; bu tiyatro da Yunanistan'da Kral Konstantin'in başa geçip Venizelos'un İngilizler'e verdiği sözleri tutmaması yüzünden gerçekçi bir görünüm kazandı.)

Selanikli büyük adam.. Büyük hain..

Fakat deccallikte (“çok yalancılık”ta) büyük değil.. Küçük deccal..

Büyüğü kıyametin büyük alâmetlerinden..


"DERİN" SİYASETİN DİAMOND PİYONU

  Diamand adlı sümsük ve sünepe süprüntü, "Şeriatın haricindeki hiçbir sistemde altı yaşındaki bir kızla evlenemezsin" diyormuş. Ö...