UĞUR MUMCU'NUN DİLİNDEN KARABEKİR-ATATÜRK KAVGASI – 41
Selanikli Mustafa Atatürk’ün mütareke (ateşkes)
dönemi sergüzeşti üzerinde duruyorduk.
İstanbul’da (13 Kasım 1918 – 16 Mayıs 1919 tarihleri
arasında) geçirdiği altı ayın ilk iki ayı, iki ayrı hedef çerçevesinde
gerçekleştirdiği çabayla geçmiş durumda: İngilizler’le anlaşma, ve hükümette
bakanlık koltuğu kapma.
Harbiye nazırı (savunma bakanı) olabilmek için hükümet
krizi çıkarmaya çalışmış, yapamayınca “ihtilal komitesi” (terör örgütü,
illegal çete) kurmayı denemiş, Kara Kemal ile (dönemin
sadrazamı/başbakanı) Tevfik Paşa’yı kaçırma planları yapmış, hatta Padişah
Vahideddin’i öldürmeyi bile kafasından geçirmiş.
Adam serapa ihtiras.. Hırs küpü..
İhtiras bir insan olsaydı adı büyük ihtimalle Mustafa Kemal,
memleketi de Selanik olurdu.
*
Evet, İstanbul’da geçirdiği ilk iki ay, içinde yakıcı tamahkârlık
rüzgârları esen, korkutucu dev ihtiras dalgaları kabaran bir kalbin karanlık
entrika ve planlarına sahne olmuş durumda.
Fakat, iki ay sonra, hangi dağda hangi kurt öldüyse, içindeki
fırtına bıçakla kesilmişcesine birdenbire mucize kabilinden son bulup sakinleşiyor,
ve Filistin’in ricat rekortmeni komutanı duruluyor, halim selim, çok düşünüp az
konuşan ketum bir adam haline geliyor.
Koltuk sevdasından ve
bakanlık hevesinden de vazgeçiyor.
Osmanlı Savunma Bakanlığı’nda (Harbiye Nezareti) müsteşar
sıfatıyla görev yapan İsmet İnönü’ye, Anadolu’ya “hiçbir sıfat ve
salahiyet sahibi olmaksızın” gitmeyi kararlaştırdığını söylüyor, dervişane
mahviyetkârlık ve fedakârlık destanı yazmaya başlıyor.
Böylece (teşbihte hata olmaz derler) Padişah Vahideddin ile
Osmanlı hükümetine “eşeğin aklına karpuz kabuğu düşürme” faslından bir tüyo
veriyor, onlara esaslı bir “numara” çekiyor.
“Bakın ilerde Anadolu’da birini görevlendirmek isteyebilirsiniz,
isteyeceksiniz, şimdiden aklınızda olsun, bu iş için hazır bir fedakâr
kahraman var, işte huzurlarınızda bendeniz hasbî ve fedakâr Selanikli cengâver
Kemal” mesajını veriyor.
İngiliz’in inşa etmeye başladığı yola asfalt döşüyor.
*
Adamdaki bu 180 derecelik dönüş ve dönüşümün, devrim
çapındaki değişimin nedeni, bir gece ilahî bir mazhariyete nail olup kalbinin
nurlanmış olması değil, en az üç defa görüşmüş olduğu (İngiliz istihbarat
teşkilatının / gizli servisinin İstanbul şefi) Robert Frew
vasıtasıyla İngiliz devletiyle anlaşmış, İngiliz enişte tarafından “öpülmüş”
olması.
Öyle anlaşılıyor ki İngiliz istihbarat şefi bunu bir “hızlı
eğitim”den geçirmiş.. Ajanlık sanatının saman altından su yürütme, saf
ayaklarına yatıp kurnazlık yapma, fedakârlık maskesi altında malı götürme, insanları
duygularına ve önem verdikleri “değer”lere hitap etmek suretiyle aldatma,
manevî değerleri istismar ederek maddî hasat kaldırma gibi ince şeytanlıklarını
ona bir çırpıda öğretmiş.
Bu da Allah var yetenekli ve zeki adam, söylenenleri hemen
kapmış.. İkiletmemiş.
Frew’nun olağanüstü yetenekli bir öğrencisi olarak, sakinleşmiş,
durmuş oturmuş bir halde İngilizler’in kotaracağı “basit bir tertip”le
Anadolu’ya geçmeyi beklemeye başlamış.
Fazla beklemesine gerek kalmayacak, Doğu Karadeniz’i
karıştıran İngilizler, Osmanlı hükümetinden bölgeye bir yetkili göndermesini
isteyeceklerdir.
*
İşgalci İngilizler bu arada bir tutuklama ve Malta’ya sürgün furyası da başlatıyorlar.
Selanikli’nin “çete”sinin (ihtilal komitesinin) üyeleri
olan Fethi Okyar, İsmail Canbulat ve Rauf Orbay da Malta’ya
“postalananlar” arasında.
Fakat Selanikli’ye dokunan yok.
Bu hengâmede, İngilizler’in Doğu Karadeniz’deki
karışıklıklara son verecek bir “görevli” talebi üzerine top, Padişah
Vahideddin’i kafaya alıp güvenini kazanmış olan yaver Selanikli’nin ayağına
geliyor.
Vahideddin,
İngilizler’in bu talebini bir fırsata çevirmeyi düşünüyor, sadık bendesi
Selanikli’yi “vatanı kurtarması için” olağanüstü yetkilerle Anadolu’ya
gönderiyor..
Anadolu genel valiliği
anlamına gelen olağanüstü yetkilerle..
Ayağına kurşun sıktığının, İngilizler’in adamını
görevlendirmiş olduğunun farkında değil.
*
Allah var, Selanikli de asıl niyetlerini saklama bakımından
gerçek bir deha..
Sinema sanatçısı olarak çalışmamış olması sinema tarihi
açısından gerçekten çok büyük bir kayıp.. Böyle bir rol kabiliyeti çok az
insanda bulunur.
Düşünün, elinden gelse Padişah’ı bir kaşık suda boğacak,
fakat yanında öyle davranıyor, öyle konuşuyor ki, Vahideddin en güvenilir, en
sadık, en itaatkâr adamının o olduğunu zannediyor.
Hatta, onu Anadolu’ya göndermesin diye bir gece sabaha
kadar dil döken Şeyhülislam Mustafa Sabri Efendi’ye onu “Âteşîn bir
zekâ, âteşîn bir zekâ!” diyerek övüyor, Şeyhülislam’ı kibar bir dille, sadık
yaver Selanikli hakkında suizanda bulunmakla itham ediyor.
*
Evet, Selanikli Deccal (çok yalancı) Mustafa Atatürk’ün mütareke
(ateşkes) dönemi sergüzeştini (Falih Rıfkı Atay’ın
rivayetiyle) kendi ağzından dinliyorduk.
Muhaliflerinin değil, kendisinin beyanını esas alıyoruz.
Ancak, sözlerindeki tutarsızlık, çelişki, boşluk,
çarpıtma ve karartmalar, laflarını ihtiyatla karşılamayı, tenkidî ve
tahlilî (kritik-analitik) bir süzgeçten geçirmeyi zorunlu kılıyor.
Gerçekten Falih
Rıfkı’nın “M. Kemal’in Mütareke Defteri ve 19 Mayıs” adlı kitabında
ondan naklettiği hemen her cümle bir deccaliyet (çok yalancılık) harikası
durumunda.
Kaldığımız yerden okumaya devam edelim.. Rıfkı Atay,
Selanikli Deccal’in şu sözlerini aktarıyor:
“-
O sıralarda Anadolu'ya geçen kumandanlarla alakalanıyordum.
Kulağımdan rahatsız olduğum günlerde idi, arkadaşım Ali Fuat Paşa (Ali Fuat
Cebesoy) beni hasta yatağımda ziyaret etti, kendisi Ulukışla taraflarından
şimendiferle Ankara'ya nakledilmek üzere bulunan 20'nci Kolordu Kumandanlığını alacaktı:
“
‘- Bu kolordunun başında bulunmalısın, bundan sonra ehemmiyetli şeyler
olacaktır. Kolorduna hâkim ol. Etrafına emniyet ver. Hele halk ile yakından
temas et!’ [dedim.]
“Ali
Fuat Paşa ile Erkânıharbiye Mektebi'nde (kurmay okulunda) aynı sınıfta
arkadaşlık etmiştim.Askerlik hayatının kanlı ve buhranlı safhalarında
birliktebulunmuştum. Beni çok sevdiğini bilirdim. Babası Fazıl
Paşa beni o kadar severdi ki ara sıra gelir, boynuma sarılır, ‘Senden Fuad'ın
kokusunu alıyorum!’ derdi.”
(Falih Rıfkı Atay, “M.
Kemal’in Mütareke Defteri ve 19 Mayıs, haz.
Nurer Uğurlu, İstanbul: Yeni Gün Haber Ajansı Basın ve Yayıncılık, Mayıs 1999,
s. 131.)
Görüldüğü gibi, Selanikli artistlik yapıyor, rol çalıyor.
O sıralarda Anadolu'ya
geçen kumandanlarla alâkalanıyormuş.
O sırada sen ne Harbiye
Nezareti’nde görevlisin ne de Genelkurmay’da..
Alâkalansan ne olur,
alâkalanmasan ne olur?!
Sonra, Anadolu’ya geçen
kaç kumandan var, “artiz”?
İki kişi: Biri Kâzım
Karabekir, diğeri Ali Fuat Cebesoy.
Karabekir, hatıratında, Anadolu’ya gitmeden önce Selanikli
Deccal’i evinde ziyaret ettiğini, onu Anadolu’ya geçmeye ikna etmeye
çalıştığını, Selanikli’nin ise “Bu da bir fikirdir” diyerek
geçiştirdiğini anlatıyor.
Alâkalanıyorsun da arkadaşlarının ayağına mı gidiyorsun?..
Hayır, onlar seni arkadaş diye ziyaret ediyor, sana Anadolu’ya geçme
tavsiyesinde bulunuyorlar..
“Artiz”in alâkalanma dediği bu..
*
Ali Fuat Cebesoy’un bu
Selanikli üzerindeki hakkı büyük..
Çünkü Selanikli, öğrenciliği sırasında İstanbul’da onların
evinde kalmıştı. Yani Cebesoy’un babası Fazıl Paşa buna
kol kanat germişti.
Tahmin edilebileceği gibi, Selanikli Deccal; sonradan Rauf
Orbay ve İsmail Canbulat gibi arkadaşlarına yaptığı iyiliği Ali Fuat
Cebesoy’dan da esirgemedi.
İzmir Suikasti parodisi
bahane edilerek Ali Fuat Paşa da tutuklandı ve yargılandı.. Tıpkı Kâzım
Karabekir gibi..
Cebesoy suçluydu.. Çünkü, Karabekir gibi Terakkiperver
Cumhuriyet Fırkası’nın (Partisi’nin) kurucuları arasında yer almıştı..
Cezalandırılmayı hak etmişti.
Selanikli, bir “Selanikli klasiği” olarak İsmail Canbulat’ı astırdı..
Yağlı ipte sallandırdı.
Rauf Orbay’ı ise 10 yıl hapse mahkum ettirdi.
Fakat bu yetmezdi, ayrıca malına mülküne el koydurdu.
Ancak Karabekir ve Ali Fuat Paşalara diş geçiremedi..
Çünkü ordudaki diğer subaylar buna tepki gösterdi, bu kadarını kaldıramadılar..
Böylece bu iki paşa, ecel terleri dökmekten kurtulmuş oldular.
Karabekir, Selanikli ölene kadar bir daha rahat yüzü
göremeyecek, sürekli polis takibi ve tacizi altında kalacaktı.
Kumpasların hedefi olacaktı..
“Fikri hür, vicdanı hür, irfanı hür” olduğu,
Selanikli Deccal’e kulluk etmeyi kabul etmediği için, bastırdığı kitabı
toplatılıp yakılacaktı..
Cebesoy ise 1927 yılında tasfiye edilip bir kenara atılacaktı..
Fakat dört yıl sonra, 1931’de ona, terbiye olup yola geldiğine kanaat getirilerek bir milletvekilliği bahşedilecekti..
*
Konuya dönelim..
Falih Rıfkı sözlerini şöyle sürdürüyor:
“Mustafa
Kemal'le konuşanlar arasında Anadolu'ya gitmek sergüzeştini tehlikeli
bulanlar az değildi. İngilizlere itimat verebilsek, yahut Fransızları kazanabilsek,
veya İtalyanlarla hoş geçinme yollarını arasak gibi ümitler besleyenler
vardı [Mustafa Kemal’in dediğine göre]:
"
‘- Şahsen bunlara inanmıyordum. Fakat inanmakta olanları hadiseler
fikirlerinden caydırmalı idi. Mesela bir şayia çıkar, sefaretlerden (büyükelçiliklerden)
birinin papazı Vahdettin'le mülakat (görüşme) aramıştır ve kendisine bilmem ne manada teminat (güvence) vermiştir. Saray
ferahlık içindedir. Bu ferahlık, etrafa da sirayet eder. İstanbul her gün
bu türlü başka bir şayia ile çalkalanmakta idi’.” (s. 131)
Bu sözler gayet
aydınlatıcı..
Kendisi Anadolu’ya
gitme kararı almışmış, fakat görüştüğü kişiler bunu macera olarak
değerlendiriyor, tehlikeli buluyorlarmış..
Demek ki İsmet İnönü’ye
çektiği numarayı başkalarına da çekiyor, herkese “hiçbir
sıfat ve salahiyet sahibi olmaksızın” Anadolu’ya gitme masalı anlatıyormuş.
Anadolu’ya gitmeyi
tehlikeli bulmadığı kesin.. Çünkü İngilizler’den güvence almış durumda.
*
Nitekim, Anadolu’ya
gittikten üç ay sonra Erzurum’dan anasına yazdığı ve Salih Bozok
vasıtasıyla gönderdiği mektubunda “Pekala
bilirsiniz ki ben yaptığımı bilirim. Netice görmeseydim başlamazdım” diyecektir.
Daha
İstanbul’dayken neticeyi görmüştü..
İngilizler
ona neticeyi göstermişlerdi.
O
neticeyi sadık bendeleri Mazhar Müfit Kansu ile Süreyya Yiğit’e
Erzurum Kongresi gecelerinden birinde (milletten saklanması kaydıyla, ve de
“vahyin kaynağı”nın İngiliz tanrısı olduğunu açıklamadan) haber de vermişti: Osmanlı
Devleti yıkılacaktı, adı cumhuriyet olan yeni bir devlet kurulacaktı, bu
devlet tesettürü ortadan kaldıracak, Arap harflerini yasaklayıp Latin
harflerini millete dayatacak, şapka giymeyi zorunlu hale
getirecekti.
Evet,
“netice”yle ilgili “vahyin kaynağı”nın İngiliz tanrısı olduğunu söyleme
bahtiyarlığı Mazhar Müfit ile Süreyya’ya değil, İsmet İnönü’ye nasip
olacaktı:
“İstiklâl mücadelesinin başarısı
da esasında İngilizlerin buna karar vermesi ve diğer müttefikleri de
bunu kabule mecbur etmesiyle mümkün olmuştur.”
(Milliyet Gazetesi‘nin
29 Ekim 1973 tarihli sayısından aktaran Fikret Başkaya, Paradigmanın İflası, İstanbul: Yordam Kitap, 2018,
s. 60.)
*
Masala bakın:
Mustafa Kemal'le
konuşanlar arasında Anadolu'ya gitmek sergüzeştini tehlikeli bulanlar az değilmişmiş
de, ve "İngilizler’e itimat verebilsek, yahut Fransızlar’ı kazanabilsek, veya İtalyanlar’la
hoş geçinme yollarını arasak" gibi ümitler besleyenler varmışmış da, Selanikli
Deccal “Şahsen bunlara inanmıyormuş”..
Halbuki İngilizler’le ve
müttefiki olan Fransız ve İtalyanlar’la hoş geçinmek için “behemahal sulh
(barış)” yapılması için daha savaş sırasında yeni padişah Vahideddin’e
Suriye’den telgraf gönderen Selanikli’nin kendisi..
İstanbul’a gelince de
ilk yaptığı iş Vakit ve (Fethi Okyar ile ortak olup
birlikte çıkardıkları) Minber gazetelerinde İngilizler’e “yağ”
çekmek olmuştu.
Anasının evini aratmak isteyen İtalyan subayını bir telefonla yüz geri ettirdiğini "şecaat arzeden Kıptî" gibi övünerek anlatan da yine kendisi..
Başlangıçta aklı fikri hükümette bakan
olmaktaydı.. Bunun için (ihtilal ve darbe dahil) her yola başvurmaya
(hatta Padişah’ı öldürmeye) hazırdı.
Fakat sonra,
İngilizler’le anlaştı, ve sözde vatanı kurtarmak, gerçekte ise Lord
Curzon’un projesi çerçevesinde (başkenti Anadolu’da olacak, hilafet
kurumunu etkisizleştirecek, Türkler’i İslam dünyasının gözünden düşürecek,
itibarsızlaştıracak) yeni bir devlet kurmak üzere Anadolu’ya gitme planları
yapmaya, İngilizler'in bunun için sunacağı fırsatları gözlemeye başladı.
İngiliz vizesi çantada keklikti.
*
Selanikli Deccal’in “Mesela
bir şayia çıkar, sefaretlerden birinin papazı Vahdettin'le mülakat
(görüşme) aramıştır ve kendisine bilmem ne manada teminat
(güvence) vermiştir” şeklindeki sözleri çok önemli ve de aydınlatıcı.
Nedense sefaretin
(büyükelçiliğin) de, papazın da adını vermiyor.
Kendisi deha, bu millet
de aptal ya, söylemeye gerek duymuyor.
Sözünü ettiği
büyükelçilik, İngiliz Büyükelçiliği..
Papaz ise İngiliz gizli
servisinin (istihbarat teşkilatının) İstanbul şefi Robert Frew (Fro)..
Kendisini papaz görünümü
altında kamufle ediyor.
Bu papaz Osmanlı
Devleti’nin padişahı ile mülakat yapmak (yüzyüze görüşmek) istemişmiş..
Niye büyükelçi, yahut
İngiliz işgal gücünün en yüksek rütbeli subayı değil de bir papaz?
Neyi konuşacaklar?.. Kur’an
ile İncil’i mi karşılaştıracaklar?
Sonra, bir papaz hangi
yetkiyle bir padişaha güvence veriyor, verebiliyor?..
Neyin güvencesi?..
Padişah’a “cennet garantisi” mi veriyor?
*
Selanikli’nin “Şahsen
bunlara (İngilizlere itimat verebilme, yahut Fransızları kazanabilme, veya
İtalyanlarla hoş geçinme yollarını bulma) inanmıyordum. Fakat inanmakta
olanları hadiseler fikirlerinden caydırmalı idi” şeklindeki sözü,
İngilizler’in hazırladığı yol haritasının ipuçlarını da veriyor.
Osmanlı Devleti’nin varlığına son
verme, yeni bir Türk devleti kurdurma kararı alındığı için, Osmanlı
Hükümeti’nin İngilizler, Fransızlar ve İtalyanlar’la “medenîce” bir diyalog
kurma ve anlaşma yapma imkânının bulunmadığının “hadiselerle, olaylarla”
gösterilmesi, milletin Osmanlı Devleti’ne yönelik umutlarının ve güveninin yok edilmesi
gerekiyordu.
Hadiseler milleti bu tür
fikirlerden caydırmalı, ümitlerini kurulmakta olan yeni devlete bağlamalarını
sağlamalıydı.
O hadiseleri
projelendirip hayata geçirme işi ise İngilizler’in üzerindeydi.
Ancak, Selanikli’nin
sözlerinden, tam da onun ajan-rahip Frew ile anlaştığı sıralarda, Padişah
Vahideddin’in, bilmem ne manada teminat (güvence) verilerek
(Selanikli’nin önünü açacak şekilde) ferahlamasının ve gaflete düşmesinin
sağlanmak istendiği anlaşılıyor.
*
Bu Selanikli Deccal az
deccal değil..
Türk tarihinin en büyük
deccali, “çok yalancılık” rekortmeni..
Ne lüzumu varsa, bir papazın
padişahla görüşmesinden laf açıyor.. “Mülakat arama”dan söz ederek “mülakat
varmış” gibi bir izlenim uyandırıyor.. Mülakat aramakla mülakat gerçekleştirmek
farklı şeylerdir fakat sıradan okuyucu bunu “mülakat yapılmış” gibi anlar..
Hafızasında öyle kalır.
Gerçekteyse söz konusu “papaz
ajan”la (gizli kapaklı, yalnız, yanında kimse olmadan) görüşen kendisi.
En az üç defa görüşmüş durumda.
Ve ondan (onun vasıtasıyla
İngiliz devletinden) güvence alan da (İsmet İnönü’nün açıkladığı gibi) kendisi..
Padişah değil..
İngilizler'den güvence almış, “Vasıfsız ve salahiyetsiz Anadolu’ya gideceğim” diye şayia çıkararak sözde fedakârlık özde “ben yaptığımı bilirimli neticecilik” bayrağı açmış, senaryosunu İngiliz’in yazdığı tiyatroda baş rolü kapmış bulunuyor.. (Bazen film çekilirken ölümlü kazalar bile olabiliyor; bu tiyatro da Yunanistan'da Kral Konstantin'in başa geçip Venizelos'un İngilizler'e verdiği sözleri tutmaması yüzünden gerçekçi bir görünüm kazandı.)
Selanikli büyük adam.. Büyük hain..
Fakat deccallikte (“çok
yalancılık”ta) büyük değil.. Küçük deccal..
Büyüğü kıyametin büyük
alâmetlerinden..
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder