Turkcesi.biz adlı internet sitesinde Ahmed
Selâmî imzasıyla yayınlanmış olan bir yazıda Kadir Mısıroğlu’nun bazı sözleri
eleştiri konusu yapılmış bulunuyor.
Bunlardan biri, “siyaseten
katl” meselesi hakkında söyledikleri.
Ahmed Selâmî şunları diyor:
Padişâhların kardeş ve çocuk katlini “siyâseten katil” [siyaseten katl, siyaset gereği öldürme] diyerek
meşrû’ göstermek… Rasûl-i Rusül Aleyhisselâm Efendimiz Hazretleri ile
İslâmiyyet’i, akvâl, ef’âl ve ahvâliyle aşağılayan ve Mekke
müşriklerini azdıran yahudi hahamı (Kaab İbni Eşref Kâfir MEL’ÛNUNU), Allâh Sevgilisi Aleyhisselâm’ın me’mûr etdiği sahâbî
eliyle düğün gecesinde tedmîr edib tepeleyişini, “İslâm’da ilk siyâseten kat’li Peygamber tatbîk etdi” diyerek, katlin gayr-i meşrû’ olanlarını da, “Siyâseten Katil” diyerek, bu meşrû’ olanın cinsinden ve aynı imiş gibi
göstermek… Bu noktadaki çirkinlik ve fitne, nâmütenâhî ölçüdedir… Bu FÂSİD
mantık kıyâsından yola çıkarak, Osmanlı ecdâdımızın çirkin, vahşî ve ŞERÎAT-I MUTAHHARA’ya tuğyân tarafını şirin ve meşrû’ göstermek uğruna, kardeş katli ile Kaab İbni Eşref MEL’ÛN-I
Melâininin katlini “Siyâseten Katil” diyerek, üstelik de ŞECAAT ARZEDEN BİLMEM NEYE benziyerek ve
zerre kadar da utanmadan cihâna i’lân etmek… Ma’sûm kardeş ve çocuk hatta
bebeklerin katli ile, Kaab İbni Eşref denen fitne ve zulüm çukurunun
katlini “SİYÂSETEN KATİL” müştereği içinde toplayıb, aynı KEYFİYETE sâhib kılmak, …
akıl kârı olabilir mi?… Böylece ve diğer yandan, Allâh Sevgilisi Aleyhisselâm
Efendimiz Hazretlerini de “Siyâseten KATLİN” müşevvik ve azmetdiricisi mevkiinde bulundurarak, dolayısıyla, kardeş ve bebek-çocuk katli gibi bir zulm-i azîme
denk bir cür’mün içinde göstermiş olmak ortaya çıkmış olmıyacak mıdır?… Ve bu, binnetîce ONU (Efendimiz Aleyhisselâm
Hazretlerini), sonsuz bir umursamazlıkla veya ONU kullanma cinnetiyle veya
lâfın sonunun neye müncer olacağını düşünmeden, echelî bir cür’et ve tuğyânla,
ONU, töhmet ve şâibe altında bırakmak
ma’nâsına da gelmiyecek midir?…. Bunlar, iğrenç bir desîse ve cerbezedir.
Aldatıcı sözlerle kurnazlık etmekdir… Hakîkatı gizlemek ve saptırmakdır. Hakkı,
bâtılla TELBİSDİR… Aynı zamanda hilekârlık ya’ni DESSASLIKDIR… ..., hakkı bâtıl, bâtılı hakk göstermekdir.
Tefsirdeki şekliyle bu, tâğûtîlikdir; ..., (menfilikde çukur)un dibine inişdir….
… Son derece Suçsuz bir kardeş veya çocuk veya bir ma’sumun KATLİ cinâyeti ile, Allâh Sevgilisi Aleyhisselâm’a olmadık yalan ve iftirâlar düzen; ve Mekke müşriklerini kudurtmıya kıyâm eden AZGIN bir yahûdînin nâmütenâhî SUÇUNDAN dolayı yüzde yüz ADLEN katledilişini, “Siyâseten KATİL” diyerek aynı CİNS ve keyfiyetde bir (katil) göstermek, bir müslümanın değil, bir gayr-i müslimin bile tüylerini diken diken etmiye kâfidir… Suçsuzun (ya’ni katli haketmiyenin) katli de, suçlunun (ya’ni KATLİ hakedenin) katli de aynı suçdan olacak; ya’ni CEZÂLAR, (Siyâseten katl) olarak aynı cezâlar olacak… Bu ne dehşetli, konkunç ve tüyleri diken diken eden bir manzaradır! …
Bu, hakkı bâtıl ile cinnetlik bir telbîsdir ki, bunu (İslâm) diye takdîm eden kim olursa olsun, ya
gâfil, ya câhil, ya hâin veya aklından zoru olan bir ucûbedir…
Bir akıl, muvâzenesini kaybetmeden veya her türlü rezillik
ve utanmazlığı göze almadan, Osmanlı târîhindeki bu korkunç ve çirkin
cinâyetleri meşrû‘ göstermiye kıyâm edemez, buna aslâ mecâl bulamaz, böyle bir
dolandırıcılığı aslâ irtikâb edemez…
(http://www.turkcesi.biz/muharrirler/ahmed-selami/1-tahrife-karsi-cikarken-islamda-tahrifat.html)
Laikliği (siyasal dinsizliği) seçmiş rejimlerin istihbarat teşkilatlarında (gizli servislerinde) çalışan “müslüman”ların kimi örtülü cinayetleri işlerken vicdanlarını susturmak için başvurdukları “safsata”lardan biri işte budur:
Siyaseten katlin
cevazı.
*
Kadir Mısıroğlu’nun Selanikli Mustafa Atatürk’ün gerçek yüzünün anlaşılması konusunda yaptığı hizmetler çok değerlidir; bu, inkâr edilemez..
Fakat İslamî bilgisi aslında yetersizdi, bu
yüzden epeyce bir çam da devirmiş bulunuyor.. Allah taksiratını affetsin.
Mesela, mirasyedi olarak 32
yaşında halife olan “sarhoş” (el-Humûr) lakablı Yezid hesabına Hz. Hüseyin
r. a.’a dil uzatabilmiştir..
Ehl-i Sünnet’ten olma bu değildir; o
zamanın ehl-i Sünnet’i Hz. Hüseyin’di..
“Toplumsal”ın
hakkını vererek huzurunda sazlar, çalgılar çaldıran, türküler söyleten, içki
içip demlenen, kadınları semah kabilinden oynatan, oyun ve eğlence düşkünü
“sosyal adam” Yezid ise “amel” düzeyinde “Anadolu (ya da Türkmen)
Müslümanlığı”nı hatırlatan bir “Arabistan (Arapman) Müslümanlığı” (ya da dinci
olmayan dindarlık) inşa etme yolundaydı.
*
Mısıroğlu’nun firaset ve basiret
bakımından "engelli" olduğunu gösteren bir başka vukuatı Kıbrıslı Şeyhtan Nazım’a
aldanmış olması.
Hatıratında, kızının bir
hastalığıyla ilişkili olarak Nazım’dan keramet de naklediyor.. Kerametiyle
kızının iyileşmesine vesile olmuş.. İstikametin olmadığı yerde keramet
gibi görünen olağanüstülüklerin istidrac anlamına geleceğini gözden kaçırıyor.
(Cinler vasıtasıyla insanları hasta hale getirip sonra iyileştirme gibi
numaralar sergilenebilmektedir.)
Bu Nazım’ın Şeriat’e aykırı
saçmasapan bir sürü lafı vardı.. İngilizler’in adamıydı, şu anki İngiltere
kralı Charles’ın müslüman olup Hüseyin adını almış olduğu palavrası ile
İngiliz siyasetine hizmet etti.
Ajandı.
*
Konuya dönelim..
Medine yahudilerinin servet
ve şöhret sahibi önemli isimlerinden olan Kâ’b bin Eşref kudretli
bir şair, etkili bir hatipti.. Dili keskindi..
Bedir Savaşı’ndan sonra kırk kadar adamıyla Mekke’ye gidip, Müslümanlar'a karşı birlikte savaşmak üzere Ebû Süfyân ile anlaşarak ittifak yapmıştı.
Söylediği şiirlerle Kureyşliler’i galeyana getirmeyi, yaralarına tuz basmayı, intikam
duygularını kamçılamayı da ihmal etmemişti.
Medine’deki kendi (kale gibi) korunaklı mahallelerine döndükten sonra şiirleriyle Peygamber Efendimiz s.a.s.’i
ve Müslümanlar’ı hedef almaya devam etti.
Bunun üzerine ashabdan
Muhammed b. Mesleme, Abbâd b. Bişr, Hâris b. Evs ve Ebû Abs r. a., yanlarına Kâ‘b b.
Eşref’in süt kardeşi Ebû Nâile b. Selâme’yi de alarak, dostça ziyaret
ediyormuş gibi evine gittiler ve onu öldürdüler.
*
Burada, savaş
halinde olan, fırsat bulduğunda birbirinin hakkından gelmek isteyen karşı
kamplar, düşman saflar var.
Nitekim, Kâ’b’ın
öldürülmesi diğer yahudilerin gözünü korkutmuş, Peygamber Efendimiz s.a.s.’e
gelip rahatsızlıklarını dile getirmişlerdi.
Hz. Peygamber s.a.s.
onları Kâ‘b gibi davranmamaları konusunda uyardı ve Müslümanlar’a karşı
düşmanlarıyla işbirliği yapmamak üzere antlaşma yapmaya çağırdı. Yahudiler
bu teklifi kabul edince Hz. Ali tarafından yazıya geçirilen bir antlaşma yapıldı.
İşte Ali Bulaç’ın
1990’llı yıllarda diline pelesenk ettiği, sakız gibi çiğnediği, temcit pilavı
gibi ısıtıp ısıtıp sofraya getirdiği, Medine Sözleşmesi diye
adlandırarak anyasa gibi gösterdiği metne, bu antlaşma da dahil.
TDV İslâm
Ansiklopedisi’nin “Anayasa” maddesinde bu konuda şu söyleniyor:
“Muhtemelen müslümanlarla ilgili bölüm (1-23. md.ler) hicretten hemen sonra kaleme alınmış, yahudilerle ilgili bölüm ise (24-47. md.ler) Bedir Gazvesi’nden sonra ilâve edilmiştir (Hamîdullah, İslâm Peygamberi, I, 211-212). Yahudilerle ilgili bölümün bir defada değil ihtiyaç duyuldukça parça parça düzenlenmiş olması, ihtiyaç kalmayan hükümlerin metinden çıkarılmış bulunması da muhtemeldir (Watt, Muhammad at Medina, s. 227-228).”
Medine Sözleşmesi
diye adlandırılan metnin Yahudiler’le ilgili maddeleri bir “anayasa”
değil, “uluslararası antlaşma” mahiyetindedir.
Evet, Kâ’b bin Eşref’in
öldürülmesi Osmanlı’daki “siyaseten katl” olgusu ile ilişkisizdir.
Kâ’b, “casus belli (ka:zus beli), yani "savaş nedeni" olan
bir tavır sergilemiş ve karşılığını almış, ektiğini biçmiştir..
Bundan
ibret alan diğer Yahudiler de barış yapma (antlaşma imzalama) yoluna
gitmişlerdir.
*
Peygamber
Efendimiz s.a.s., İslam devletinin tebaası durumundaki (modern tabirle vatandaşlık hakkına sahip olan) insanlara karşı
hiçbir zaman “siyaseten katl” diye adlandırılabilecek bir muamelede
bulunmamıştır.
Hatta,
münafıkların kendisi aleyhindeki lafları şahitlerin ifadesiyle sabit olduğu
halde, onları “devlete karşı suç işlemekle, devlet başkanına hakaret etmekle”
suçlayıp cezalandırma gibi bir tavır sergilememiştir.
Onlara
“demokratik” cezalar vermemiştir.
Onlar
için “fikri hür, vicdanı hür, irfanı hür” darağaçları kurdurmamıştır.
Kendisine
yakın gördüğü insanları gizlice maaşa bağlayıp muhaliflerini tespit ve
cezalandırma işiyle görevlendirmemiş, onlara “Falancaya gidin, onu
zehirleyin, filancayı ise yolda giderken atınızla çiğneyin, kaza oldu
deyin, feşmekancanın da ağzını arayın, bakalım benim hakkımda ne düşünüyor.. Şunu takip edip aleyhinde delil biriktirin, bunu da takip edip taciz edin, rahat vermeyin, hep tedirgin yaşasın” şeklinde
emirler vermemiştir.
Hiç
kimseyi fail-i meçhul suikastle öldürtmemiştir.
Nerde
kaldı ki “siyaseten katl” diye birşey yapsın.
O devirde demokrasi, insan hakları, laik fikir ve inanç hürriyeti mi vardı ki böyle yapsındı?!
*
Bu
siyaseten katl caniliği Muhsin Yazıcıoğlu’nun ölümü meselesini de akla
düşürüyor.
İşin
açıkçası, Yazıcıoğlu’nun "engerekon" olmakla suçlanan 28 Şubatçılarla da, AK
Parti ile de, Fethullahçılar’la da arası iyi değildi.
İktidar
yandaşlarına göre, Yazıcıoğlu’nu FETÖ (Fethullahçılar) öldürmüş durumda.
Mümkün,
fakat FETÖ liderinin Yazıcıoğlu’nun ölümünün ardından sergilediği tavır,
onun bu işle alâkasının olmadığını gösteriyor gibime geliyor.
“Üzüntüden
uzak bir alâka ile” konuşmuştu.. Cinayet masası polislerinin çok iyi
bildiği gibi, katiller genelde cenazede en çok ağlayanlar arasından çıkar.
En
azından, şüphe celbetmemek için “Oh olsun!” deme anlamına gelen tavırlar
sergilemezler.. Kaşlarını yıkar, suratlarını asar, somurtup sohranırlar.
Fethullah
ise “Aldanırsanız böyle kurban gidersiniz” diye konuşmuştu.
Bir
başka husus da şu: Cinayetin FETÖ ile bağlantısını kuracak şekilde “tutuklu
ifadeleri” gündeme geliyor olsa da, “dışarıdaki” hiç kimseden bu yönde bir
itiraf ya da ima gelmiyor.. (Tutuklu ifadelerinin ne idüğü meselesine şimdi
girmeyelim.)
Böylesi bir olayda yakayı ele veren “tutuklular”ın, mafyatör Ayhan Bora Kaplan’ın “dışarıdakiler”e “Ben yanarsam siz de yanarsınız” mesajı vermesi gibi “dışarıdaki suç ortaklarına, planlayıcılara, azmettiricilere”, “Konuşurum ha, sizi de ele veririm” demeleri, işmarda bulunmaları beklenir.
Böyle
bir durum yok..
*
FETÖ’cülere
göre ise, bu helikopter kazası, engerekonsal derin devletin işiydi.. Ve Erdoğan,
planlamadıysa bile buna izin verdi, göz yumdu.
Bu
babda Yeni Şafak gazetesi yazarı ilahiyatçı Prof. Hayrettin
Karaman’ı da suçluyorlar.
19
Aralık 2013 tarihli yazısındaki şu ifadelerini delil olarak gösteriyorlar:
Mecellemizin 26. Maddesi şöyle der: "Zarar-ı âmmı
def içün zarar-ı hâss ihtiyar olunur".
Gençler de anlasın diye günün diline çevirelim:
Kamuya (ve bu arada ümmete) ait zararı önlemek için bir şahıs,
bölge veya gruba ait zarar göze alınır, sineye çekilir.
Siyasette olan selim akıl ve kalb sahiplerine de bu kuralı
hatırlatıyor ve örnek olarak merhum şehid Muhsin Yazıcıoğlu'nu dua ile
anıyorum.
Meşhur 17 Aralık
meselesinden iki gün sonra yayınlanmış bir yazı.
19 Aralık’ta
yayınlandığına göre, 18 Aralık’ta kaleme alınmış olduğunu varsayabiliriz.
Burada bir gruba
(FETÖ grubuna) bir mesaj var gibi görünüyor.
Ancak, Muhsin
Yazıcıoğlu’ndan hangi bağlamda söz edildiği anlaşılamıyor.
“Siyasette olan
selim akıl ve kalb sahipleri”nden kimler kastediliyor, o da belli değil.
*
Karaman, konuyla
ilgili olarak daha sonra açıklama yapıp kendisini savundu:
Yeni Şafak gazetesinin ilahiyatçı yazarı Hayrettin Karaman kendisi ile ilgili bir ses
kasetinin çıkarılacağını söyledi.
"Bana ulaşan bilgilere göre yeni bir ses kaydı
düzenlenmiş" diyen Karaman şöyle devam etti:
"bu kayıtta Başbakan sözde beni arıyor 'Devletin
bekası için birini öldürmek caiz midir?' diyormuş, ben de bazı detaylar
verdikten sonra 'Olabilir bir sakınca yok' diyormuşum. Sonra başbakan bu
fetvayı(!) merhum Yazıcıoğlu'na uyguluyormuş."
Bir süredir Twitter'da Cemaat'e yakın hesaplarda,
Muhsin Yazıcıoğlu'nun ölümünde Başbakan Erdoğan'ın payı olduğu
dillendiriliyordu.
"Bu defa dublaj mı, montaj mı, ses üretimi mi,
başka bir şey mi yaptılar bilemiyorum, ama anlaşılan bir ses kaydı
uydurdular." diyen Karaman şöyle devam etti:
"Bildiğim, Allah'a imanım kadar emin olduğum bir
şey var ki, o da böyle bir konuşmanın aslının olmadığıdır, böyle bir konuşmanın
asla yapılmadığıdır.
Eğer yayınlarlarsa bazıları 'Efendim işte ses kaydı,
sahih olduğuna dair de rapor var' diyecekler. Ben de onlara diyeceğim ki, basit
bir montaj ile Sayın Bahçeli'ye 'Öcalan Kahramandır' dedirtenler, Sayın
Kılıçdaroğlu'na 'AK Parti'yi ve başbakanı övdürenler' oldu, bu montajlarda da
ses ve ağız hareketleri kusursuzdu, peki bunlar da gerçek miydi?"
FETVA VERMEDİM
Yine Cemaat'e yakın adreslerde Yazıcıoğlu'nun ölümü ile
ilgili Hayrettin Karaman'ın fetva verdiği iddia edilmişti. Karaman o iddiaya
şöyle yanıt verdi:
"Bir fetva lafıdır tutturdular. Duyan da sanacak
ki, telefonun bir ucunda ben, diğer ucunda Sayın Başbakan, her adımda bana
fetva soruyor, ben de veriyorum!
Efendiler, keşke böyle olsa, ama bu ülke fetvalara göre
değil, laik demokratik kanunlara göre idare ediliyor. Ayrıca Başbakanımız, bu
güne kadar, bir kere bile telefon açıp bana fetva sormamıştır. Ben müftü
değilim, fetvahanem de yok. Ben bir emekli ilahiyat hocasıyım ve Yeni Şafak'ta
köşe yazısı yazıyorum. Kitaplarımdan ve yazılarımdan okuyarak istifade eden
binlerce kişi arasında siyasiler de bulunabilir; bunu, neredeyse günlük fetva
alış-verişi şeklinde sunmanın gerçekte karşılığı yoktur.
Defalarca yazdım ve soranlara açıkladım ki, merhum
Yazıcıoğlu, siyasi menfaatini, millet ve memleket menfaatine feda edecek kadar
faziletli bir vatan evladı idi, davranışlarıyla bunun örneklerini verdi, onu bu
fazileti bakımından örnek gösterdim, ona kıyanlar
olduysa, inşallah hem bu dünyada hem de ahirette cezalarını çekeceklerdir.
Benim, onun adı anılmış olmasa bile ulu orta böyle bir fetva vermem mümkün değildir. Sayın Başbakan'ın da böyle bir cinayeti işlemek şöyle dursun, aklından geçirmek için bile ortada bir sebep yoktur."
(https://www.odatv.com/guncel/benim-de-kasetim-cikacak-55702)
*
Biz de aynısını diyoruz:
“Ona kıyanlar olduysa, inşallah hem bu dünyada hem de
ahirette cezalarını çekeceklerdir."
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder