Bir dini anlamak istiyorsanız, onun
kendi kavramlarına nüfuz etmek zorundasınızdır.
İnanmak ise, o dinin kavramsal çerçevesini kabullenmek ve o kavramlarla
düşünmekten ibarettir.
Ama, bir dine inanmayıp “kendi dünya
görüşü” açısından onu inceleyen kişi, doğal olarak yine kendi ideolojisinin
kavramsal çerçevesini kullanır.
Sosyal bilimciler ise, kendi
disiplinlerinin terminolojilerine başvururlar.
Bununla birlikte, patenti Batılı
sosyal bilimcilere ait olan “dinin ideolojiye dönüştürülmesi”
suçlamasına sarılanlar, ve bunu ifade için cihadizm,
İslamcılık (Islamism) ve Siyasal İslam tabirlerini kullananlar, sadece
İslam’ın din tanımını görmezden
gelmemekte, aynı zamanda sosyal bilimlerin ideolojik niteliğini de gözlerden
saklamaktadırlar.
Evet Batılılar,
uzun süredir “ideologization of Islam” ve “ideologization of religion”
tabirlerini kullanmaktalar: İslam’ın ideolojileştirilmesi ve dinin
ideolojileştirilmesi. (Bkz. Leonard Binder, Islamic Liberalism,
London 1988, s. 101-192; Jean Jacques Waardenburg, Islam: Historical, Social, and Political Perspectives,
Berlin 2002, s. 318.)
Aynı Batılılar,
bir yandan da, İslam’ın salt inanç ve ibadet boyutuna, (sözde) manevî yanına,
siyasal çoğulculuğuna ve hoşgörüsüne vurguda bulundukları için Fazlur
Rahman ve Seyyid Hüseyin Nasr gibi isimleri övgüyle anmaktadırlar. (Bkz.
Thomas Banchoff, Democracy and the New Religious Pluralism, Oxford
2007, s. 138.)
*
Olivier Roy, Siyasal İslam’ın İflası adlı kitabında,
“İslami aydın” kavramı ile, “düşüncesini bilinçli olarak
İslam’ın kavramsal çerçevesi içinde düzenleyen aydını” kast
ettiğini belirtir (çev. C. Akalın, 3. b., İstanbul 2005, s. 10).
Gerçekten de, İslam’ı benimsemiş
olmak, İslam’ın kavramsal çerçevesini kullanmayı zorunlu kılar.
Mesela modernlik/modernite kavramı etrafında gevezelik yapmakla, “Şu
moderndir, bu değildir” demekle hiçbir yere varamazsınız. İslamî açıdan önemli
olan olayı “bid’at” kavramı
ekseninde çözümleyebilmektir.
Bir müslüman, hiçbir zaman
Müslümanlar’ı “müslüman-İslamist/İslamcı” şeklinde
bir ayrıma tabi tutamaz. Yine, siyasal olan-olmayan İslam ayrımını
da kabul edemez.
Biz müslümanlar kendimizi “siyasal İslamcı” ya da “İslamist/İslamcı” olarak
adlandırma gereği duymayız, çünkü bu kavramları üretenler bizler değiliz ve bu
kavramların kaynağı dinimiz de değildir.
Fakat, bu kavramlar kapsamında İslam’ın belirli yönlerinin reddedilmesi ve ‘Amerikan İslamı’ denilebilecek bir İslam yorumunun
üretilmesini de kabul edemeyiz. Aynı şekilde Türk İslamı (Türk Müslümanlığı) ya
da Anadolu İslamcılığı gibi palavraları da makul göremeyiz.
*
İslam, hayatı bir bütün olarak ele
alır. Batılılar ise, son birkaç yüzyıldır, insan faaliyetlerini kültürel,
ekonomik, sosyal vs. gibi sıfatlar altında ayrıştırarak incelemektedir. Siyasal, kültürel vs. İslam’dan söz etmek, İslam’ı
Batılılar’ın gözüyle parçalamaktır.
Amerikalı tarihçi F. J. Turner,
haklı olarak, “Toplumsal yaşamın hiçbir parçası, diğerlerinden ayrıştırılarak anlaşılamaz” der (Peter Burke, History and Social Theory, New York: Cornell University Press, 1993, s. 15). İslam, toplumsal yaşama tek açıdan bakmaz, sosyal hayatın
bütün yönleriyle (siyasal, ekonomik, hukukî, ahlakî vs.) ilgilidir. Bu
yüzden İslam, siyasal boyutu gözardı edilerek anlaşılamaz.
İslam’ı veya herhangi bir dini siyasetten arındırmak, dinî ya da bilimsel değil,
katıksız bir biçimde siyasal bir
tutumdur.
Dolayısıyla, Siyasal İslam, İslam’ın
ideolojileştirilmesi, dinin ideolojileştirilmesi vs. gibi tabirlerin bizzat
kendilerinin ‘siyasal’ bir projenin, bir psikolojik savaşın parçası olarak üretilmiş olduklarını
kabul etmek gerekir.
Ve zaten öyledir.
*
İslâm’ı
ideolojiye indirgememek, ideolojide devlete bağlılığı (devleti yapay
bir “devlet-rejim” ayrımı çerçevesinde rejimin günahlarından arındırıp kutsallaştırarak) benimsemek,
“din”de ise (Amerikalılar’ın istediği türden, yani
İslâmcılığa karşı çıkan) müslüman olmak mıdır?..
Birileri
tarafından yapılan devlet-rejim ayrımı, rejimi geçici araz, devleti ise kalıcı cevher kabul
etmesi itibariyle, Batılı sosyal bilimcilerin işaret ettiği “evrenselleştirme, tarih üstü/dışı kılma“, yani zaman ve mekândan bağımsızlaştırma anlayışına
karşılık gelmektedir.
Böylece devlet, cevher olarak zaman ve mekândan münezzeh
kabul edilerek kutsallaştırılıp putlaştırılmakta; zamanlılık, mekânlılık ve
kusurluluk rejime izafe edilmektedir.
*
Önceki
yazılarımızda Bassam Tibi’nin Islamism and Islam (İslamcılık ve
İslam) adlı kitabını konu edinmiştik.
Kitabın
tanıtımını yapan Marko Vekovic’in (Politics and Religion - Politologie
des Religions, Vol. VII, No. 2/2013, s. 439-43) vurguladığı gibi, "Onun
İslam'ı inceleme yöntemi tasvirî (descriptive) nitelikte değil; aksine,
kendisinin İslamoloji diye adlandırdığı çerçeve içinde ele
alıyor". Yani yapılan şey, Tibi’nin ifadesiyle, "İslamî olguları
dünya siyasetindeki uluslararası çatışmaların incelenmesi bağlamında ele alan
sosyal bilimler eksenli bir araştırma-inceleme". (s. 439)
İşte tam da bu noktada, seküler
sosyal bilimlerin ideolojik niteliğini gözler önüne sermek gerekiyor.
Sosyal bilimlerin ideolojik niteliğine dikkat çeken Duverger’ye
göre, bunun iki nedeni vardır: Birincisi, sosyal bilimlerde “kesin ve
kanıtlanmış gözlem”le çalışmak genelde mümkün olmadığı için işin içine izlenim
ve sezgiler de girmekte ve kavramlar ideolojik bir mahiyet kazanabilmektedir.
İkincisi, gözlemci, gözlemlediği olay ve olgularla bir şekilde etkileşim içinde
olduğu için farkına varmadan da olsa kendi ideolojisini yansıtan varsayım ve
kuramlar üretebilmektedir. (Maurice Duverger, Siyaset Sosyolojisi, çev. Ş. Tekeli, İstanbul 1982, s. 21-22.)
Daha kötü olan ise, bunun bazen
farkında olunarak, bilinçli biçimde yapılmasıdır.
Yine Wallerstein, belirli bir tarihe
(zamana) ait olmaları itibariyle tarihsel nitelikte olan, yani “tarih/zaman
üstü” olmayan “tanım”larımızın, kaçınılmaz olarak “bugün”ün (yani ortaya
atıldıkları anın) “ideoloji”sini ya da genel kabul gören önyargılarını
yansıtacaklarına dikkat çeker. Ona göre, herşeyden önce, ait olduğumuz ve
değerlerini kabullendiğimiz topluluklar (mesela bilim adamları topluluğu,
akademik çevre, üniversite), tarihseldir, üstelik de sürekli yeniden inşa
edilmektedir. Dolayısıyla yapılan her tanım ya da tespit, o anın ideolojisinin doğrudan
ya da dolaylı bir ürünü olmaktadır. (Immanuel Wallerstein, “Sonsöz”, Irk, Ulus, Sınıf-Belirsiz Kimlikler, çev. N. Ökten, 2. b., İstanbul 1995, s. 283. )
*
Tekrar altını çizmek gerekiyor ki, sadece
bilimsel disiplinler değil, her dünya görüşü, dünyayı kendisine ait kavramlarla yorumlar.
Tersinden söyleyecek olursak,
herhangi bir kimsenin (bilim adamı olsun olmasın) toplumu, olay ve olguları
yorumlar ya da tanımlarken kullandığı kavramlar,
dünya görüşünü ele verir.
İnsanların dışarıya dönük kişisel tanımlamaları indî olmaktan hiçbir zaman tam anlamıyla kurtulamaz. Başkalarıyla ilgili tanımlarımız bazen gerçekliğin tasviri değil, sadece ve sadece (konjonktürden, içinde bulunduğumuz şartlardan, egemen düzenden, sosyal çevremizden etkilenmiş olan) kendi ‘ideoloji’mizin ya da ‘ruh hali’mizin önümüzdeki gerçekliğin aynasında beliren görüntüsüdür.
[İnsanlık durumlarının gerçekten nesnel/objektif bir tasviri ancak “beşer üstü” bir kaynaktan gelebilir: Vahiyden. Vahiy mutlak biçimde nesneldir, insanların ürettikleri düşünceler ise hiçbir zaman tam nesnel olamaz. Peygamberler bile bundan ancak Allahu Teala koruduğu için kurtulabilmektedir:
“Şayet biz sana sebat vermemiş olsaydık, muhakkak ki sen onlara neredeyse az birşey meyledeyazmıştın.” (İsra, 17/74)]
Siyasal İslam
kavramı etrafında yaşanan tartışmalar bunun en belirgin, çarpıcı ve açık örneği
durumundadır. Bu kavramı
suçlayıcı bir bakış açısıyla dillerinden düşürmeyenlerin söz ve eylemlerinin
ardındaki temel saikin ‘siyaset’ olduğunu
görmemek için aptal olmak gerekir.
Onlar bu kavramı siyasal gayeler güderek üretmiş
durumdalar. Bir siyasetin ürünü olarak.. Onlar sözde bilim yapmaktadırlar,
fakat gerçekte bu bir “siyasal bilim”dir,
yani siyasallaştırılmış bilimdir.
Hakiki bilim değildir.
Dinin ideolojileştirilmesinden söz
edenler, gerçekte bilimi
ideolojileştirenlerdir. Kendi ideolojilerini bilim etiketi altında
yutturmaya çalışan illüzyonistlerdir.
*
İslam’ı, İslam’ın kendi
kavramlarıyla değil de Batı’dan ithal edilmiş
bu tür kavramlarla anlamaya ve anlatmaya başladığınızda, İslam anlayışınızın (zaten
öyle değildiyse) bir Batılının istediği şekli alması sadece zaman meselesi
haline gelecektir. Kendi dünya görüşünüzden ‘kavramsal çerçeve’
itibariyle verdiğiniz küçük bir taviz, zamanla çığ gibi büyüyecek, giderek
dünya görüşünüzün esamesi bile kalmayacaktır.
Şerif Mardin, Osmanlı aydınlarının (ve
Cumhuriyet’in Osmanlı bakiyesi ilk neslinin) macerasının bundan ibaret olduğunu
söylüyor. Ona göre, Osmanlı elitleri Batı’nın (Vestfalya düzeni ile ortaya
çıkan) ulus-devlet mekanizmasını taklit etmeye başlayınca, yani Batı’nın dünya
görüşünün bir parçasını alınca, kendi dünya görüşlerinin bütünlüğünü
koruyamadılar. (Şerif Mardin, İdeoloji, 4. b., İstanbul 1997, s. 111.)
Osmanlı’da bunun yaşanmış olmasının
nedeni, kurumlarla birlikte kavramların da alınması ve zihniyetin değişmesidir.
*
İsmail Kara gibi dirayet yoksunu rivayetçi isimlerin İsmet Özel gibi filozofik ve edebî balonlardan öğrendikleri “Teknoloji (ideolojik anlamda) kültür
getirir” lafı doğru değildir, fakat kurumlar beraberlerinde ideolojik
anlamda kültür getirebilir.
Müslümanlar Dört Halife döneminde
İran ve Bizans topraklarını fethettiklerinde teknolojik bakımdan onlardan
geriydiler ve onların tekniğini aldılar. Aynı durum Selçuklu ve Osmanlı
devirlerinde de yaşandı. Mesela göçebe Türkler yerleşik hayata geçince mimarî
ve gemicilik gibi alanlarda Hristiyanlar’dan yararlandılar. Türk hamamı denilen
şey Roma hamamının bir devamıdır. Camilerin kubbesi de Türk icadı değildir,
Ayasofya’dan kalmadır.. Merhum Barboros, “Batılıların ganimet aldığımız
gemileri ve topları bize göre değil, bunlarla birlikte Batı’nın kültürü de
gelir” demiyordu.
Faydalı teknolojiyi nerede bulursan
bul almak zorundasındır. Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem
dönemindeki Medine teknolojisi ile hayatımızı sürdürmemiz gerekmiyor.
Osmanlı’da Batı kültürüne özenti teknoloji
merakı ile başlamış değildir. Lale Devri ile başlamıştıır. Vikipedi’nin “Yirmisekiz
Mehmet Çelebi” maddesinde şu cümle yer alıyor:
“Yirmisekiz Mehmed Çelebi'nin elçiliği, İbrahim Müteferrika'nın matbaası ve,
Paris'teki Tuileries Sarayını örnek alan Lale Devri'nin ünlü Sadabad Bahçeleri
ile bahçecilik alanlarında
Osmanlı Devleti'ne kısa vadede önemli yansımalara önayak olmuştur.”
Yani bu
topraklara Batı’nın cikleti, şiirsiz şair İsmet’in iddiasının aksine, traktörü
gelmeden de gelebiliyor.
*
Teknolojiyle
değil fakat birtakım kurumlarla birlikte ideolojik mahiyette kültür gelebilir.
Bu husus
yapısal-işlevselcilik kuramı çerçevesinde
tartışılmıştır. Şerif Mardin’in yukarıya aldığımız değerlendirmesi de esas
itibariyle bu anlayışa dayanır. Buna göre bir toplumdaki yapılar ile onların
işlevleri kendi içinde uyumlu bir sistemi ifade eder. Yapılar değiştiğinde
işlevler de değişecektir. Mesela üniversite denilen yapı ile medrese adı
verilen yapı işlev bakımından farklıdır. Üniversite ile medrese hiçbir zaman
aynı işlevi görmez. Tekke ve zaviyelerin işlevi başka, Batı’daki benzerleri
örnek alınarak oluşturulan derneklerin işlevi daha başkadır.
Durum
buyken, bu ülkede geçmişte “İslamcı düşünür” diye reklamı yapılmış bir şiirsiz
şairin “Üç Mesele: Teknik-Medeniyet-Yabancılaşma” adlı masal
kitabındaki hurafeler, İslamcılığa dair en İslamî nitelikte değerlendirmeler
gibi gösterilebilmiştir.
Tekniğin
kültür getirmesinden yakınan adama bakın ki, diline pelesenk ettiği temel
kavram Marx’tan alınma: Yabancılaşma
(Entäußerung).
Bu
topraklara Batı’nın kültürünün akıp gelmesi için traktörünün gelmesine gerek
yok, zaten bir traktörden daha akıllı olmayan sen, onun kültürünü, Entäußerung’unu, Entfremdung’unu,
alienation
kavramını, onun düşünce kalıplarını, zihniyetini bir
traktör römorkundan farksız olan boş kafanla taşıyıp getiriyorsun.
Adamın
tekniğe ilişkin görüşleri Sombart’ın laflarının tekrarı, medeniyet anlayışı ise
Rousseau’dan çalınma.. Ve bu haliyle Batı’nın kültürünün alınma tehlikesinden
söz ediyor.
Senden
âlâ ithal kültür mü olur!
Fakat
sana ithal kültür bile denilemez. Sen ancak ithal kültürsüzlük olabilirsin.
*
İşte bu
İsmet, şiirsiz şairliğin kurucusu, Müslümanlar’a sabah akşam gericiler lafıyla
hakaret edilen ve Erbakan gibi siyasetçilerin de ağır sanayi hamlesinden söz
ederek mini etek ilericilerini utandırdığı bir dönemde Üç Mesele adlı masalıyla
meydana fırladı ve “Olmaz lo, traktör cikletsiz olmaz, traktör, teknik,
medeniyet bizi bozar. Teknoloji olarak ok ve yay nemize yetmiyor, biz
Müslümanlar’a bedevîlik yaraşır” demek anlamına gelen “şiirsel entel şatahat”ı
ile ortalığı velveleye verdi.
İsmail
Kara gibi kahve dövücünün hınk deyicileri de kenardan gaz veriyorlardı:
“Muhteşem.. Şu hikmete bak abi, gözlerimiz kamaştı.. Bu parlak fikirleri kim
düşünebilir!.. İşte İslamcılık, işte İslam.. İsmet geldi, rayından çıkan
İslamcılığı kurtardı..”
Sanki
İslam’ın peygamberi Marx, mezhep kurucu müctehitleri de Rousseau ile Sombart’tı.
Tabloya
bak, Türkiye Müslümanları’nın hal-i pür melalini anla.
*
Batı’daki
Bassam Tibi gibi İslamcılık düşmanları ise, teknolojinin beraberinde kültür taşıyamıyor
olmasından rahatsızlar. İslamcıların en sevmedikleri özellikleri, modern
araçları, bilim ve teknolojiyi almayı onaylarken kültürel modernliğe, onun
dünya görüşüne ve değerlerine itiraz ediyor olmalarıdır (Bassam
Tibi, Islam between Culture and Politics, 2nd ed., New
York: Palgrave Macmillan Ltd, 2005, s. x.)
Tibi, İslamcılara yönelik
bu eleştirisini başlı başına bir makale konusu olarak ele almış durumda. “The
Worldview of Sunni-Arab Fundamentalists: Attitudes towards Modern Science and
Technology” (Sünnî-Arap Köktendincilerin Dünya Görüşü: Modern Bilime ve
Teknolojiye Karşı Sergilenen Tavır) başlıklı makalesi (Fundamentalisms and Society, Vol. 2, Chicago: Chicago University Press, 1993, s.
73-102) Avrasya
Dosyası dergisi tarafından “İslam
Köktendinciliği” adıyla tercüme edilip yayınlanmış bulunuyor (C. 2, Sayı: 1,
İlkbahar 1995).
“Countering Ideological Terrorism” başlıklı
makalesinde söz konusu makalesine atıfta bulunarak iddiasını yineleyen Tibi (Defence Against Terrorism
Review, Vol. 1, No. 1, Spring 2008, s.
108, dn. 26) bir şikayetini daha dile getiriyor: İslamcıların ve cihadistlerin
modern teknolojiyi terörist emeller için kullanıyor olmaları.
*
Kısacası, İsmet Özel
gibiler içerden, Bassam Tibi gibiler de dışardan Müslümanlar’a aynı aklı
veriyorlar: Modern teknolojiden uzak durun.
Bassam’a göre Müslümanlar
(İslamcılar, cihatçılar) modern teknolojiden uzak durmalılar, çünkü modernliğin
(yani Batı’nın) dünya görüşünü ve değerlerini almayarak modenliğe ihanet
ediyor, onu kötüye kullanıyorlar.
İsmet Özel gibilere göre
de modern teknolojiden uzak durulmalı, çünkü beraberinde modernliğin dünya
görüşü ve değerleri (ahlâkı ya da ahlâksızlığı) gelir.
Bize de “Cümlenin maksudu
bir amma rivayet muhtelif” demek kalıyor.
Böylece dönüp dolaşıp, merhum Muhammed Hamdi Yazır hocanın Hak Dini Kur’an Dili’nde vurguladığı bir “hileli tuzağın” kapısına geliyoruz.
Bakara Suresi’ni tefsir ederken şöyle
diyor:
Bu noktada Avrupalıların, İslâm
dini hakkında iki çelişkili fikir yaymakta olduklarını görüyoruz:
1- Bir kısmı, doğrudan harp
ilanının kararlaştırılmış, caiz bir mesele olduğunu bahane ederek İslâm'ın,
saldırgan ve sırf kılıç kuvvetiyle yayılmış bir din olduğunu iddia etmek
suretiyle onun ilmî, edebî, hukukî, ahlâkî, sosyal bakımdan müsbet olan manevî nüfuzunu
inkar etmek istiyor. Bu fikir, İslâmî delillerin ilmî kuvvetine karşı koyma
imkanı göremediklerinden dolayı; İslâm'ın hiç bir dinde görülmemiş olan yayılma
mucizesini, sırf kılıç kuvvetine dayandırarak onu Hıristiyanlık taassubuyla
hissî bir yoldan vurmak isteyen eski Hıristiyanların neşriyat kalıntılarıdır.
Halbuki bunlar, bu saldırı ile kendi davalarını iki yönden çelişkiye
düşürmektedirler. Çünkü bir taraftan Hıristiyanlığın emrine aykırı olarak,
Haçlılar devrinden beri Hıristiyanları hep silaha ve tecavüze sevketmişler;
diğer taraftan da genel olarak harbi, din fikrine ters göstermekle hem
kendilerini, hem de mensub oldukları geçmiş ilâhî kitapları yalanlamışlar; aynı
zamanda bununla son Peygamber'in cihad ile görevlendirileceği hakkında geçmiş kitaplardaki
mucizeleri gizlemek istemişlerdir.
İslâm'ın sırf kılıçla yayıldığı
iddiası, tarihe ve İslâm'ın hükümlerine karşı iftiradır. Gerçek şu hadis-i
şerifin içindedir: "Allah Teâlâ, Kur'ân ile defetmeyeceği bazı kötülükleri
kılıç ile defeder."
İlmî ve aklî deliller söz
anlayan, ilme saygı duyan, insafı olanlar içindir. Bunları tanımayan ve fırsat
bulduğu zaman her hakkı ve her çeşit mukaddesatı çiğneyen ve çiğnemek için
bekleyenlerin bozgunculuğunu önlemek, ancak kılıçla mümkün olur. Bunun için
aslında iyi bir şey olmayan harp, ilim ve akıl, öğüt ve irşad dinlemeyen ve
sırf şehvetlerden, garazlardan doğan büyük büyük fitnelere göre şerrin en
zararsızı olur. Böylece itibarî bir güzellik kazanır. İcabına göre müdafaa,
icabına göre taarruz harplerine girişmek, dini bir vazife ve güzel görünen bir
şey bile olur. Böyle olması için de bunun ancak Allah yolunda, hak yolunda, hak
uğrunda yapılması ve bu niyetle hareket edilmesi lazım gelir. Çünkü başka
maksat takib edenler, fitneyi defetme bahanesiyle daha büyük fitneler icad
ederler. Zulme boyun eğmek, zulmü desteklemek olduğu zaman, dinin gereğine
aykırı olacağı gibi; hak ve hayrı genelleştirmeye çalışmamak da din fikrine
aykırıdır. Fitneler hem bastırılmalı, hem önüne geçilmelidir. Hak ve hayra
engel olan şeyler ortadan kaldırıldığı zaman İslâm, her hâlde bütün insanlığın
koşarak geleceği tek ilâhî dindir.
2- Buna karşılık ikinci kısma
gelince bunlar: "İslâm dininde harb yalnız müdafaa halinde meşru kılınmış,
müdafaa mecburiyeti olmadıkça harb caiz görülmemiş ve İslâm silahla değil;
silahı terk etme teorisiyle, ilim ve akla, hak düşünceye verdiği önemle, ikna
gücü ve diliyle yayılmıştır" diyorlar.
Bunlar İslâm'ı savunur gibi görünerek Kur'ân'daki bütün savaş emirlerinin,
müdafaa harbine mahsus olduğunu ve müslümanlıkta doğrudan harp ilanına ve
taarruza cevaz olmadığını iddia ediyorlar. Bunlar da Avrupa ve Hıristiyanlık
açısından daha ince ve derin bir siyaset
fikri takib eden, bazı yeni kalem sahiplerinin fikirleridir. Bu zatlar, pek alâ
bilirler ki harbin caiz olmasının
müdafaa hali ile sınırlı olması, netice itibariyle müdafaa imkanının da çekilip
alınmasına sebeptir. Gerektiğinde düşmanın önüne geçebilmek için doğrudan
taarruz edebilme hakkından mahrum olanlar, her zaman denemezse de çoğunlukla
müdafaa gücüne de sahip olamazlar. Bu ise müdafaa hakkının da alınması
demektir.
Bunu bildikleri için işgalleri
altına aldıkları müslümanları maddi ve
manevi bakımdan, silahtan soyutlamak için görünürde İslâm dininin lehinde
görünen telkinlerle yine İslâm aleyhinde ince bir tertib yapmış oluyorlar.
Birinciler: "Müslümanlık ne fena şey! Çünkü silah emrediyor"
diyorlar. Berikiler de: "Müslümanlık ne iyi şey! Çünkü silahı bırakmayı
emrediyor" diyorlar. Bu iki
fikir, netice itibariyle müslümanların silahını almak maksadında birleşiyor.
Yeni olan, bu ikinci fikri gerçekten insanlık ve İslâmiyet lehinde ilmî bir
fikir zannederek bu sayede İslâm'ın yayılmasına hizmet edeceğiz hayaliyle
desteklemeye ve yukarıdaki nesih meselesini aksine yorumlamaya çalışan bazı
İslâm yazarlarını da işitiyoruz. Bunlar da, onlara uyarak ilk nazil olan ve
neshedildiği rivayet olunan savaş âyetlerinin, hem (taarruza değil, sadece) müdafaaya mahsus olduğunu,
hem de neshedilmemiş (yeni ayetlerle hükmü kaldırılmamış) bulunduğunu iddia ettikleri gibi; sonra nazil olan ve
müdafaaya mahsus olmadığı açık ve üzerinde ittifak sağlanmış bulunan âyetleri
de aksine sırf müdafaaya mahsus göstermek istiyorlar. Sonradan gelenin,
öncekinin açıklaması veya hükmünü kaldırıcısı olması lazım gelirken önceki,
sonrakinin beyanı (açıklaması) veya neshedicisi imiş gibi idare-i kelâm ediyorlar. Bunlar (bu tür görüşler),
İslâm'ın asıl ruhu olan hak ve hakikat fikrini bırakıp yanlış bir ümid için
aksini desteklemek demektir.
İşte İsmet ve Bassam gibiler görünüşte farklı şeyler
söylüyor gibi görünseler de aslında hizmet ettikleri ince ve derin siyaset aynı.
Bunlardan birincisi içerdeki derinlerin bestelerini
yorumlayan bir assolist, ikincisi ise içerdeki derinlerin de akıl hocası konumundaki
küresel güçlerin ses sanatçısı..
İkisi de müslüman olduğunu söyleyerek Müslümanlar’a akıl
veriyor, fakat ikisinin de verdikleri akıllar müslüman için akla ziyan..
Batılılar için ise ikisi de aydın/entel adamlar.
Gerçekte ise ikisi de belirli odakların kullanışlı araç
gereci olmanın ötesinde bir anlama ve değere sahip değiller.
Mesele sadece İsmet’le Bassam olsaydı o kadar önemsemek
gerekmezdi. Fakat bunlar, budalalık ağacının sadece birer yaprağı durumundalar.