İslam, “hak ve hakikatin üstünlüğü” ve “adalet”
(her hak sahibine hakkının verilmesi, haksızlık yapanların cezalandırılması) ilkeleri üzerine kuruludur.
Demokrasinin paradigması ise, Prof. Sami Selçuk’un
ifade ettiği gibi, “görecelik” düşüncesini ve buna bağlı olarak “hoşgörü”yü
esas alır:
“Demokrasinin paradigması, hoşgörü ve
göreceliktir. Bilgi, görüş, eylem, ahlak açısından gerçekler
görecedir. Bunu ayakta tutan da hoşgörüdür. Çünkü hoşgörü
ötekinden nefret etmeme bilincini kazandıran erdemdir. Bu yüzden, demokraside
çoğunluğun kararı, hiçbir zaman gerçeğin kanıtı değildir. Sadece
tartışmayı geçici olarak sona erdiren çaresizliğin çaresidir.”
(http://www.angelfire.com/pq/bulent/yargitay.html)
Görecelik, “hak ve hakikat” nosyonunun kabul
edilmemesi anlamına geliyor.
Gerçeklerin (hak ve hakikatin) bilgi, görüş, eylem ve
ahlâk açısından görece olduğunun kabul edilmesi, son tahlilde hak
ile batılın eşit ve denk sayılması demektir.
Bundan hareketle de, bilgi, görüş, eylem ve ahlâk adına
serdedilen herşeyin eşit derecede hoşgörüyü hak ettiği kabul ediliyor.
Bir sonraki adımı ise, “hak ve hakikat” adına “batıl”ın
yanlışlığının dile getirilmesinin hoşgörüsüzlük diye nitelendirilmesi ve
hatta nefret suçu olarak lanetlenmesi oluşturuyor.
Böylece demokrasinin hoşgörüsü, hak ve hakikate
yönelik katı bir hoşgörüsüzlük olarak tecelli ediyor.
*
İslam hak-hukuk meselesi sözkonusu
olduğunda parmak hesabı ile alınan kararları geçerli kabul etmez.
Hak-hukuk görece olamaz.
Görecelik düşüncesi “adalet”i ortadan
kaldırır.. Çünkü size göre adil olan, bir başkasına göre zulüm anlamına geliyor
olabilir.. Ya da tam tersi.
Dolayısıyla, adaletten söz edilebilmesi için, hak ve
hukuk düşüncesinin “görece” olmayan, kesin ve belirli esaslarının bulunuyor
olması gerekir.
*
Zannedilenin aksine, Şeriat (İslam hukuku), modern
demokratik devletlerden daha özgürlükçü bir
yönetim anlayışına sahiptir.
Bunu tarihî örnekler ispatlamaktadır.
Mesela Haricîler, devlet başkanı
konumundaki Hz. Ali’nin hakem olayını kabul etmesini protesto etmişler, onu devlet
başkanı olarak tanımadıklarını söylemişlerdi. Buna rağmen Hz. Ali onlara
karşı güç kullanmamış, aksine farklı düşüncelerin dostça tartışılması
için Abdullah ibni Abbas’ı onlara göndermiştir. Haricîlerin yarısı bu şekilde ikna
edilmiş ve tekrar biat etmişlerdir. Daha sonra Hz. Ali diğerlerinin de biat
etmelerini istemiş, reddetmelerinin ardından onlara şu mesajı göndermiştir:
“İstediğiniz durumda kalabilirsiniz. Kan
dökmediğiniz, yol kesmediğiniz, adalete aykırı ve fesada yol açıcı fiillerden
uzak durduğunuz sürece size savaş açmayacağız. Fakat bu suçların
herhangi birini işlerseniz savaşırız.”
(Muhammed H. Kemalî, “İslâm’da İfade
Hürriyeti: Fitne Kavramının Tahlili”, İslâmî Sosyal Bilimler Dergisi,
çev. Halim Sırçancı, Kış 1993, Cilt: 1, Sayı: 2, s. 47.)
Modern devletlerde ve demokrasilerde böyle
bir özgürlükçülüğe rastlayamazsınız.
Kırıntısına bile..
*
Yine, Serahsî’nin anlattığına göre, Kesîr
ibni Temmâr el-Hadramî şöyle demiştir:
“Kûfe camiine girdim...
(beş kişi) halife Ali’ye küfrediyordu. İçlerinden burnus giyen birisi şöyle
diyordu: ‘Allah’la onu öldüreceğime dair bir akit yaptım.’ Bu adamı
Ali’ye götürdüm ve işittiklerimi ona anlattım. Ali ‘Onu yakınıma getir’ dedi ve
ardından ekledi: ‘Lânet olsun sana, sen kimsin?’ Adam ‘Ben Sevvar
el-Menkûrî’yim’ diye cevap verdi. Halife ‘Bırakın onu gitsin’ deyince ‘Allah’a
seni öldüreceğine dair söz vermiş birisini serbest mi bırakayım?’ karşılığını
verdim. Ali: ‘Beni öldürmediği halde onu öldüreyim mi?’ dedi. ‘Ama size
küfretti’ dedim. Ali, ‘Öyleyse siz de ona küfredin ya da salıverin’ diye
karşılık verdi.” (Kemalî, a.g.m., s. 47.)
Bir de Selanikli Mustafa Atatürk’ün İzmir Suikasti
davasını hatırlayın.
Ortada suikast bile yok, suikast tasarısı var,
ve bu yüzden, suikastle hiçbir ilgisi bulunmayan kişiler, salt birilerinin
“Suikast teşebbüsüne filanca da sıcak bakıyordu” diye iftira
atmalarından dolayı idam edildiler.
Yalancı şahitlere böyle ifade vermeleri, yoksa
başlarının belaya gireceği söylendi, ve böylece Selanikli Deccal (çok yalancı), dilediği kimselere
darağacının yağlı ipini öptürdü.
*
İslam’a göre, “dinde zorlama olmadığı”
için (Bakara, 2/256) müslümanların inanmayanlara müdahalesi, müslümanca
yaşamanın önündeki engellerin kaldırılması (fitneye son verilmesi), yani
müslümanların kendi haklarını güvence altına alması amacının
ötesine geçemez.
Buna karşılık, günümüz için konuşmak gerekirse, “Rejimde zorlama yoktur” veya “Atatürkçülükte zorlama yoktur” ya da “Laiklikte zorlama yoktur” diyen çıkmaz.
İslam,
insanları zorla iman etmeye zorlamıyor; ama demokrasi münafıkları (samimi
demokrat olmadıkları halde demokrat görünenler, milleti adamdan saymadıkları
halde millet iradesi edebiyatı yapanlar), başkalarını zorla demokrat yapma
hakkını kendilerinde görebiliyorlar.
Kendilerini
demokratik ilkelere bağlı kalmak zorunda hissetmeden..
“Kanlı
irfanlı, kan dökülür”lü, “İhtimal bazı kafalar kesilir”li cümleler
kurarak..
*
İslamî bir devlette ya da düzende, inanmayanların,
kendi inançlarına göre yaşama hakları vardır.
Mesela onların, inançlarına göre giyinmeleri
yasaklanamaz. Veya, basit bir örnek vermek gerekirse, bir resmî dairede
işlerini takip ederken müslümanca giyinmeleri istenmez.
Ayrıca bunlar, salt müslüman olmadıkları için “iç tehdit”, “öncelikli düşman”
vs. de ilan edilemezler; çünkü bu, onlara apaçık savaş ilan etmek, onlara en azından psikolojik baskı yapmak ve üzerlerinde terör estirmek anlamına
gelir.
Müslümanlar, topraklarında yaşayan gayrimüslimlerin
din ve vicdan hürriyetinin bir “bağış ya da lütuf” değil,
onların Allahu Teala tarafından verilmiş “doğal hakları” olduğunu
bilirler ve bunu başa kakmak gibi asil ruhlu insanlara
yakışmayan tavırlardan uzak dururlar.
*
İslam’da, müslüman olduğunu ispatlamanın yolu “Kelime-i
Şehadet” getirmek, “Allah’tan başka tanrı olmadığına ve Muhammed’in onun
kulu ve elçisi olduğuna şahitlik ediyorum” demekten ibarettir.
İslam dışı rejimlerde de, etkili mevkilere gelen
insanların önce rejimin “kelime-i şehadet”ini (tanıklık sözünü) söylemeleri
gerekir.
Hatta, Müslümanlar’ın kelime-i şehadetinin
aksine, salt söylemek de yetmez; ayrıca namus üzerine yemin edilmesi
istenir.
Bu genellikle, “anayasadaki falan ilkelere”
veya “falanca şahsın ilkelerine" bağlı olduğuna dair namus sözü vermek şeklinde gerçekleşir.
Din nasıl değişme kabul etmezse, dinde “reform”
olmazsa, bu rejimlerde de “değiştirilemez, değiştirilmesi teklif dahi
edilemez”, yani reform kabul etmeyen ilkeler mevcuttur.
*
Ancak, nasıl İslam’da insanın müslüman olduğunu
göstermek için “Kelime-i Şehadet”i söylemesi yeterli değilse, namaz ve oruç
gibi bazı emirlere uyması, cuma namazı gibi “toplu ibadet”lere katılması
gerekiyorsa, aksi takdirde müslümanlığına kuşkuyla bakılacaksa, sözünü
ettiğimiz türden rejimlerde de, insanların hem sözlü
beyanlarına, hem de “namus yemini”ne çok fazla itibar edilmez.
“Rejim”in bazen açıkça ilan edilen, bazen de zımnen
belirtilen birtakım ritüellerine uymak gerekir.
Rejimin “toplu törenleri”ne katılmak, bu törenlerin
icra edildiği açık ve kapalı mekanlarda boy göstermek, anıtsal mekanlarda devlet kurucularına bağlılık arzetme
seremonisine katılmak gerekebilir.
Bu noktada, dinî emir ve yasakları “Allah ile kul
arasındaki” bir mesele olarak gören ve “Sen kalbime bak” diyenlerin, “Bu
insanların kalbine bakın, vatandaş ile devlet arasına kimse giremez” demekten
sarf-ı nazar ettikleri görülür.
Tam aksine, bunları yapmayan bir resmî
görevlinin kutsal “devlet”e bağlılığı tartışma konusu yapılır.
“İnsan ürünü” olan devlet, adeta “tanrı” haline getirilir.
*
O nedenle, böylesi rejimlerin “tanıklık
sözü ve/veya yeminleri”ni söylemeyenlerin birtakım
önemli görevlere başlamaları mümkün değildir.
Mesela, salt milletvekili seçilmiş olmanız,
milletvekili olarak görev yapmanız için gerek şarttır, fakat yeter şart
değildir.
Ayrıca, kutsal devletin kutsal şahıslarının
ilkelerine bağlılık yemini etmeniz, rejimin kelime-i şehadetini bütün toplumun gözü
önünde söylemeniz gerekir.
Kısacası, “Herkes eşittir fakat bazıları
daha eşittir, hatta sadece onlar eşittir” ve bu eşitlikten
yararlanmak için insanlar rejimin “kelime-i şehadet”ini
söylemek zorundadırlar.
*
Buna karşılık İslam, herkesi her konuda eşit kabul etmediğini daha baştan
açıkça ve dürüst bir şekilde ilan eder, ‘dolambaçlı’ yollarla
eşitsizliği eşitlikmiş gibi göstermeye çalışmaz.
Evet, İslâm, müslüman olmayanlara, dürüstçe, “Yönetici olamazsınız, fakat inancınızda serbestsiniz” der.
Demokrasilerde ise, resmî ideolojiye iman
etmeyenlere, görünüşte, resmî ideolojinin putlarına saygı sunanlarla eşit
oldukları söylenir.
Fakat pratikte, resmî ideolojiyi
benimsemeyenlerin önlerine örgütlenme gibi hususlarda hem yasal
engeller konur, hem de onlara karşı “gizli ve derin”
yöntemlerle acımasız bir imha faaliyeti yürütülür.
Öyle ki, mevcut laik demokrasilerde, laikliğe iman ettiğinizi açık veya dolaylı
biçimde ifade etmeden siyasî parti kurmanız, devleti yönetmeye talip
olmanız mümkün değildir.
Hatta, laikliğe iman konusundaki en küçük bir tereddüt veya şüpheniz, affedilmez bir suç
kabul edilir.
Şayet laikliğe inanmadığınızı açıkça söylemek gibi bir
“inançsızlık” sergilerseniz, rejimin bekçilerinin derhal
sizin için siyasal partiler mezarlığında görkemli bir anıtmezar inşa etmeye
başladıklarını, dokunaklı bir mezartaşı kitabesi yazmaya koyulduklarını
görürsünüz.
*
İslam, bu tür abrakadabralara, hokuspokuslara, tiyatro
nevinden demokrasi gösterilerine, yalancı hürriyet vaatlerine başvurmaz,
dürüstçe, “İslâm’ın anayasası ve yasaları olan Kur’an ve Sünnet’e bağlılık yemini etmedikleri
için, müslüman olmayanlara İslam devletinde yönetme hakkı tanınmaz, diğer
hakları bâkidir” der.
Laik demokrasiler ise, kul yapısı beşerî resmî
ideolojiye imanı dayattığı halde, bir taraftan da özgürlük ve
demokrasi masalları anlatır.
Sanki, “Sizin laikliğinize ve beşerî resmî
ideolojinize inanmıyorum, bunlara itaat için namus ve şeref sözü veremem”
diyenlere, “Tabiî, zaten laikliğin ve demokrasinin güzelliği de burada..
Serbestsin, istediğin gibi düşün ve inan” diyormuş gibi tutar bir de
özgürlük ve demokrasi, din ve vicdan hürriyeti palavralarıyla insanların
kafasını ütüler, hatta bu olmayan özgürlük ve demokrasiyi sizin başınıza
kakar.