ÇAKMAKİZM'İN (İSLAM'SIZ MÜSLÜMANLIĞIN) YOL HARİTASI

 


Evet, Bediüzzaman Said Nursî, Sırr-ı İnnâ A’taynâ Risalesi adlı kitabında (İstanbul: Derin Tarih Kültür Yayınları, 2016) Mustafa Kemal, İsmet İnönü ve Fevzi Çakmak'ı bir "üçlü" olarak ele alıyor ve Fevzi'nin üçüncüleri olduğunu söylüyor (Eser, Derin Tarih dergisinin Ocak 2016 tarihli 46’ncı sayısının hediyesidir): 

“Üçüncüsü (Fevzi) zahiren İslamiyet taraftarı ve bir derece iman sahibi olarak kendini gösteren fakat ehl-i iman onun sûrî (şeklî, özden yoksun, sözde) diyanetine (dindarlığına) aldanıp, dizginleri öteki gaddarların eline verdiğinden o Fevzi dahi o cinayette hissede (hissedarlıkta) İsmet’e nisbetle … hisse alır.” (A.g.e., s. 37.)

Demek istediği şu: Ehl-i iman, Müslümanlar, Fevzi'nin dindarlığına aldanarak, dizginleri onun birlikte hareket ettiği Mustafa Kemal ile İsmet'e vermekte beis görmediler.

"Dindar Fevzi de yanlarında olduğuna göre, onlarla birlikte hareket ettiğine göre sıkıntı yok" diye düşündüler.

Aldandılar.

Her ne kadar Fevzi, Kemalizm adına yapılan icraatın fikir babası veya teşvikçisi değildiyse de, yapılanlara itiraz etmediği için onların halk nezdinde meşruiyet kazanmasının aleti oldu.

"Bakın Fevzi Paşa gibi elinden Kur'an düşmeyen bir adam itiraz ediyor mu?.. Etmiyor!.. Demek ki sıkıntı yok!" denildi. 

Böylece Fevzi, Mustafa Kemal ile İsmet'in "cinayet"inin ortağı olmuş oldu.

*

Fevzi Çakmak'ın, dindar bir insan olarak, yapılanlara itiraz etmesi gerekirdi.

Tabiî o dönemde birşeylere itiraz etmek kolay değildi. İnsan canı sudan ucuzdu.

Mesela birşeylere karşı çıkan Trabzon milletvekili Ali Şükrü Bey, "tesadüfen" Atatürk'ün muhafızı Topal Osman Ağa tarafından tuzağa düşürülüp boğdurularak öldürülmüştü.

Diğer milletvekilleri bu olaydan gerekli dersleri çıkarmışlardı.

Zaten Atatürk de, Yunan'ın denize dökülmüş olmasının getirdiği cesaretle "İhtimal bazı kafalar kesilecektir" diye konuşmaya başlamış durumdaydı.

Blöf yapmıyordu. 

"Hakimiyet (egemenlik) ... hiç kimseye ilim icabıdır diye müzakereyle (fikir alışverişiyle), münakaşa (tartışma) ile verilemez, hakimiyet ... kudretle ve zorla alınır" diyordu.

Yani "Hayatta en hakiki mürşit ilimdir" mottosu aptalları aldatmak için söylenen bir avcı yemiydi.. "Hayatta en hakiki mürşit, Zorba Hurşit"ti.

Egemenlik panayırında ilmin değil "İhtimal bazı kafalar kesilecektir" diyen zorun borusu ötüyordu.

İskilipli Atıf Hoca'nın darağacındaki görüntüsü, her tür nutuktan daha etkileyici ve ikna ediciydi.

"Herşey, Fevzi Çakmak da yaşarken oluyor"du.

Kâzım Karabekir gibi isimlerin İzmir Suikasti davasında ipten nasıl kılpayı kurtulduklarını, İsmail Canbolat gibilerin ise 10 yıl hapse itiraz ettikleri için "Beğenmediniz mi, o zaman alın size yağlı ip!" denilerek asıldıklarını görmüştü.

Dindar Fevzi herşeyin farkındaydı ve bedel ödememek, emekli edilip Kâzım Karabekir gibi süründürülmemek için "zamanın ruhu" karşısında boyun eğmişti.

*

Ancak, bunun farkında olması Fevzi'nin dünyasını kurtarsa da ahireti için yetmiyor, vebalini azaltmıyordu. 

En azından susması, kenara çekilmesi ve Kemal ile İsmet'in sessiz suç ortağı olmaması gerekirdi.

Bunu Mehmed Akif yapmış, soluğu Mısır'da almıştı.

Başının kıymetini bildiği için Kemal hakkında olumsuz bir çift laf bile söylemiyordu, fakat "Selamet der kenarest" diyerek kaçıp gitmişti.

Kemal hakkında konuşmak, Sultan Abdülhamid'e "herif" diye diklenmeye, sövüp saymaya benzemiyordu.

Abdülhamid'in Topal Osman Ağa gibi muhafızlarının bulunmadığını, onun, tahtını başına geçirmek için teşkilat kuranları "suikast" davalarıyla astırmak gibi kataküllilerinin olmayacağını biliyordu.

*

Abdülhamid'in kitabında suikast, zehirleme, uyduruk davalarla astırma, kafa kesmeyle tehdit edip susturma, kılık kıyafet için adam asma (Mesela şapka muadili bir fes yada sarık için adam kesme), İstiklal Mahkemesi adıyla idam mangası oluşturma yoktu.

Dolayısıyla Abdülhamid'e aslan parçası cesur yürek yazar ve şairler kahramanca posta koyabilirler, ona tuzak kurup faytonunu ve pekçok vatandaşı havaya uçuran ermeni teröristi bile "Ey şanlı avcı, dâmını bîhûde kurmadın / Attın, yazık ki, yazıklar ki vurmadın" diyerek övebilirlerdi.

Abdülhamid'in bunu yazan densiz Tevfik Fikret gibileri suikast davasına iliştirip ipe göndermek bir tarafa, "terör işbirlikçisi, propagandacısı" diyerek hapse bile attırmayacağını biliyorlardı.

Dolayısıyla kendilerine fikir hürriyeti tanımayan despot Abdülhamid'e rahatça sövebilirlerdi.

Kemal Atatürk içinse ancak "Kâbe Arab'ın olsun / Bize Çankaya yeter!" türünden şiir adı verilen tapınmalarda bulunulabilirdi.

Memlekete tapınma ve kulluk hürriyeti, putperestlik özgürlüğü onun sayesinde nihayet gelmişti.

*

Mehmed Akif gibi susmayı tercih eden bir başka isim, Ankara'ya davet edilip âlâ-yı vâlâ ile karşılanan Bediüzzaman Said Nursî idi..

Şeyhülislam Mustafa Sabri Efendi'nin aksine önceden istihbaratı bulunmadığı için Ankara'dakiler hakkında hüsnüzanda bulunmuş, fakat keskin zekâsı ve mütebahhir ilmi ile hemen durumun farkına varmıştı.

Bu yüzden Ankara'yı terk edip Van'a gitmiş, uzlete çekilmişti.

Fakat Kemal Atatürk, Sultan Abdülhamid değildi.. 

Bediüzzaman, Şeyhülislam Mustafa Sabri Efendi gibi Mısır'a kaçıp gitmediğine göre, ondan yakasını kurtaramazdı.

Bu yüzden onu sürgün ve hapislerle süründürdüler. 

Oysa, siyasî konularda konuşmayı bırakmış durumdaydı. 

Fakat değil mi ki "iman hakikatleri"ni anlatıyordu, imansızlığın ve laikliğin (siyasal dinsizliğin) tellallığını yapmıyordu, Ali Rıza ile Zübeyde'nin oğluna tapmıyordu, o, bir tehlike ve tehditti.

Susturulmalıydı.

Bu yüzden, sürgün ve hapis yetmiyormuş gibi defalarca zehirlendi. Fakat ölmedi.

Şeyh Es'ad Erbilî rh. a. onun kadar şanslı değildi. 


DEVLETİN TANTANAYLA, SEMPOZYUMLA ANDIĞI PROF. DURALI İSLAM ÂLİMİ DEĞİLDİ

 





2010 yılı sonlarıydı.

O zamanlar Rıhle diye bir dergi vardı.

Bu dergiyi çıkaran Daru’l-hikme diye de bir dernek..

Ebubekir Sifil ve Hakan Talha Alp gibi isimler burada ilim taliplerine dersler veriyorlardı.

Bunların bir de e-posta grubu vardı.

İlim ehli insanlardır, bunlardan istifade edebilirim diye üye olmuştum.

Fakat, o grupta yapılan bazı paylaşımlara bakınca, “iyi saatte olsunlar”ın, “üç harfli derin varlıklar”ın burada cirit atmakta olduklarını fark etmiştim.

Bu üç harfli derinlerin söz konusu platformda reklamını yaptıkları isimlerin başında eski komünist yeni Türk ırkçısı İsmet Özel, turfanda Kemalist Dücane Cündioğlu ve felsefeci Prof. Teoman Duralı geliyordu.

Teoman Duralı’nın da üç harflilerin gözdesi olduğu anlaşılıyordu.

*

Bugüne gelelim..

Yeni Şafak'ın 7 Aralık 2022 tarihli bir haberi şöyle:

Bir yıl önce aramızdan ayrılan Prof. Dr. Ş. Teoman Duralı için (Cumhurbaşkanlığı) İletişim Başkanlığı’nca “Kutadgu Bilig’in Peşinde Bir Filozof: Vefatının Birinci Seneidevriyesinde Ş. Teoman Duralı Uluslararası Felsefe-Bilim Sempozyumu” düzenlendi. İki gün boyunca sürecek sempozyumda, dersleri, konferansları, televizyon söyleşileri, şiir ve hatıralarıyla ortaya koymak istediği derin düşünceleri ayrıntılı olarak ele alınıyor. Sempozyumun ilk gününde konuşan İletişim Başkanı Fahrettin Altun, “Teoman Duralı, Türk düşünce dünyasının zenginliğidir. Onu bütün dünya tanısın istiyoruz” dedi.

İnternetteki bir sitede bir yazar, söz konusu sempozyumu tanıtırken Duralı için "Büyük alimdi" değerlendirmesini yapmış bulunuyor.

Alim değildi, “büyük alim” hiç değildi. (İslamî ilimler alanında.)

İlla da büyük sıfatı kullanılacaksa (İslamî ilimler alanında) "Büyük cahildi" diyebiliriz, cahillerin büyüklerindendi.

Müslüman değildi demiyorum, bu konuda hükmü Allahu Teala verecektir, fakat alim değildi.

*

Biz tekrar 12 yıl öncesine gidelim.

Söz konusu e-posta grubuna birşeyler öğrenmek, istifade etmek için katılmıştım, fakat orada yapılan paylaşımlara bakınca, kimi paylaşımcıların birşeyler öğrenmesi gereken kişiler oldukları kanaatine varmıştım.

O yüzden, bazı konularda hatırlatmalarda bulunmaya başlamıştım.

O sırada Rıhle Dergisi Teoman Duralı ile de bir röportaj yapmış bulunuyordu.

Bu yüzden, Ocak 2011’de Darulhikme’nin e-posta grubunda Teoman Duralı’yla ilgili değerlendirmelerimi paylaşmıştım.

Bunun üzerine söz konusu platformda icra-yı sanat eyleyen üç adet “üç harfli”, bana karşı saldırıya geçmişlerdi.

Bunlardan biri, bir paylaşımında, benim Teoman Duralı’ya getirdiğim eleştirilere cevap vermek yerine “istihbaratçı” kurnazlığı ve ağzıyla bana karşı şu sözleri sarfetmişti: 

Siz kaç kişisiniz?"Yazarlık-eleştirmenlik-allamelik" yaptığınız diğer mail grupları hangileri? Daru'l-Hikme mail grubunu seçmenizin özel bazı nedenleri var mı? Sahi siz-küstahça büyüklenmenin dışında birden fazlaysanız da sizler ne işle meşgulsünüz? Her yazıya-yoruma "çöküp" bir yerlerinden "manuplasyona" uğratıp, alabildiğince uzun ve agresif yazılar yazmaya bu kadar vakti nereden buluyorsunuz? Kendinizi bu işe memur etmenizin "tatminsizlikten" başka bir nedeni var mı? Teoman Duralı,İsmet Özel,Dücane Cündioğlu saldırganlığının asıl başka nedenleri var mıdır?

Bunlar "sistem" için çok tehlikeli olan ve manuplasyona kapalı,üretken ve "moderniteye meydan okumanın" başını çeken insanlar. Burası aynı karşı duruşun neredeyse merkezi haline gelmiş Daru'l-hikmenin bir paylaşım alanı.

Sizdeyse Selefi geçinip "protestanlık kaktırmaya çalışan" bazı "Virüs taramasından geçmeliyiz." diye velvele koparmaya kalkan uyanıkların fikirleriyle örtüşen " Felsefenin o dönemde İslam açısından tehlikesi, özellikle metafizik alanındaki değerlendirmelerin """KELAM VE TASAVVUFA SIZMASIYLA""" ortaya çıkmıştır." gibi cümlelere çok fazla rastlanıyor.

(Kelam ve tasavvufun itikad ve toplumsal-bireysel hayattaki merkeziliği düşünülürse sızma bir felaket vurgusu olur.Alevilik ve sünniliğin keskin çizgilerle ayrılmışlığıysa bu felaketi çoktan ortadan kaldırmışken bu "sızma" felaket tellallığı da ne oluyor?Bu ifadeyi biraz açar mısınız,bakalım altından bir şey çıkacak mı?Türkiye'de ve dünyadaki Sünni İslamın temel sorunu kurumların zalimler ve gafiller eliyle despotça yok edilmesi ve sağlıklı ve derinlikli bir eğitim-öğretimin yapılması çabasına dönük kurumsallaşmanın engellenmesi.Daru-l-Hikme bunun için de var değil mi?)

Ve bir yığın "malumatfuruşlukla" sıvanmaya çalışılmış bir dünya manuplasyon. Koskoca ve çok değerli bir mülakat sizin acip abes sığ manuplasyonlarınızla saptırılacak değil gerçi. Büyüklenmenin şiddetiyle tavana yapışık yazdığınızı düşündüğüm siz "Say'a" yakışan aslında çok daha zarif cümleler vardı ,ama kendimi bu işe memur edecek değilim,iflah olmaz enaniyetiniz ve küstahlığınızla uğraşmaya vaktim de yok.Zaten uğraşmaya da değmezsiniz.Bakınız yine cevap vermeye yeltenip,kalkışmadım.Yine sizi apaçık suçladım. Birileri birilerine "Çüş ulan deve!" demesini de bilmeli ve denmesi gereken yerde de çekinmeden demeli.

Bu paylaşımın açık ve örtülü mesajları, üslubu ve mantığı, karşımdaki insanların “derin” mahfiller adına çalıştığını belgeliyordu.

Benim gibi birine “Siz kaç kişisiniz?” diye soruyorsa bir kimse (ya da kimseler), bunun açıklaması ancak şu olabilirdi: Bunu yazan kişi ya da kişiler, bir ekip halinde çalışmaya ve aynı takma ismi kullanmaya alışkın birileri olmalıydılar. 

Diyelim ki takma bir isim ürettiler, birkaç kişi birden bu ismi kullanarak ekip halinde çalışma yapıyor olmalıydılar.

Aksi takdirde, muhataplarına böylesi bir suçlamada bulunmak akıllarının ucundan bile geçmezdi.

Bana bu suçlamayı yönelterek, kendilerine yönelecek benzer kuşkuları benim üzerime çevirmeye çalışıyor, fakat bu arada kendilerini deşifre ediyorlardı.

Sıradan bir insan, böylesi bir tartışmada karşısındakine asla “Siz kaç kişisiniz?” diye soramazdı, böyle bir komplo teorisi üretemezdi.

Böylesi bir paranoya sergileyemezdi.

Ve yine, sıradan bir insan, tartıştığı kişi veya kişilere, bana o platformda yaptıkları gibi, “Sen paranoyaksın, paranoid şizofrensin, hastasın, tedavi olman lazım, tımarhaneye gitmen lazım” diye karşılık vermezdi.

*

Nitekim ben, o üç harflilere bu üslupla ve bu şekilde karşılık vermemiştim.

Böylesi bir üslubun gerisindeki saik ya da motivasyon, salt amatör Teoman Duralı sevdası ya da fanatizmi olamazdı.

Bu üslup bir profesyonellik gerektiriyordu.

Karşımda, asıl benim “Siz kaç kişisiniz?” diye sormamı gerektiren bir ekip faaliyeti vardı.

Bunların bana yönelttiği “ ‘Yazarlık-eleştirmenlik-allamelik’ yaptığınız diğer mail grupları hangileri?” sorusu, bu adamların faaliyet gösterdikleri tek e-posta grubunun Darulhikme’ninki olmadığını ortaya koyuyordu.

Kendilerindeki kusurları başkalarına bilinçli biçimde atfedenlerin genellikle ajanlar olduğunu çoktan öğrenmiş durumdaydım.

*

Demek ki insanlara akıl öğrettikleri başka mail grupları da vardı. İşleri güçleri, meslekleri ya da görevleri buydu..

Bana yönelttikleri şu soru, daha bir aydınlatıcıydı: “Daru'l-Hikme mail grubunu seçmenizin özel bazı nedenleri var mı?

Anlaşılıyordu ki, bunların söz konusu mail grubunu seçmeleri “özel” nedenlerden yani “özel görev”den kaynaklanıyordu.

Ayrıca, “manipülasyon” ve “tatmin” kavramlarının kullanılması, paylaşımı yapan şahsın çalıştığı odak hakkında yeni ipuçları veriyordu:

“Her yazıya-yoruma ‘çöküp’ bir yerlerinden ‘manuplasyona’ uğratıp, alabildiğince uzun ve agresif yazılar yazmaya bu kadar vakti nereden buluyorsunuz? Kendinizi bu işe memur etmenizin ‘tatminsizlikten’ başka bir nedeni var mı?”

Evet, böyle diyordu..

Anlaşılıyordu ki manipülasyon ve kışkırtıcı agresiflik bunların uzmanlık alanıydı.

*

Ben insanları ne bir cemaate, ne bir partiye, ne bir gruba, ne de belirli bir siyasal teşkilata ya da harekete çağırıyordum.

Bir izleyici/takipçi kitlesi oluşturmak, taraftar toplamak gibi bir derdim yoktu.

Sadece ilmî doğruları yazmıştım.

Daha doğrusu, insanların üzerine yanlışları boca edenler karşısında susmayı veballi görüp bazı uyarılarda bulunmuş, bunun üzerine saldırıya uğrayınca cevap vermek zorunda kalmıştım ve böylece söz uzamıştı.

Yalan yanlış yazıları mail grubuna sürekli gönderip insanları manipüle edenler aslında kendileriydi.

Ancak, bu yaptıklarının “tatmin”le de bir ilişkisi yoktu, onlarınki can sıkıcı bir “özel görev”di.

Ve, kendileri açısından sorun olan insanlara “tatmin” eksenli suçlamalar yöneltmek de, vazgeçemedikleri taktiklerinden biriydi.

*

Şu lafları da ilginçti:

“Teoman Duralı, İsmet Özel, Dücane Cündioğlu saldırganlığının asıl başka nedenleri var mıdır? Bunlar ‘sistem’ için çok tehlikeli olan ve manuplasyona kapalı, üretken ve ‘moderniteye meydan okumanın’ başını çeken insanlar.”

Şunu biliyordum: Bu isimlerin “sistem” ile bir alıp veremedikleri aslında yoktu.

Tam aksine, baştan beri, Müslümanların bir şekilde “sistem”i benimsemesine yarayacak söylemler geliştirmişlerdi.

Mesela, İsmet Özel, “hidayete erince” Müslüman gençleri lüzumsuz konularla meşgul edip durmuş, kendisinde hiçbir zaman “Şeriat” vurgusuna rastlanmamıştı.

Komünizm tehlikesine karşı İslâm’ın Batı tarafından bir dereceye kadar hoşgörüyle karşılandığı Soğuk Savaş döneminde aniden İslâm’ı keşfetmiş ve “particilik” yapmaya başlamıştı.

İslâm’ın bir medeniyet olarak savunulması çabalarını sabote etmek için de “Üç Mesele”si (daha doğrusu Üç Masal’ı) ile medeniyet aleyhtarlığı yapmıştı.

Nedense bu vatandaşın “İslâmî” kelimesine karşı bir alerjisi vardı. İslâmî edebiyat konusunda düzenlenen bir sempozyumda, “İslâmî edebiyat olmaz” diyebilmişti.

Ne zaman ki Soğuk Savaş bitmiş, “dünya sistemi” yeni tehdit olarak İslâm’ı seçmişti, bu defa bu şahıs “zamanın ruhu”na uygun olarak, Erbakan’ın Millî Görüş çizgisinden Türkçülüğe yatay geçiş yapmıştı.

Eleştiriyor göründüğü Akparti’ye karşı da, “İslâmî” kelimesine alerjisi olduğu için, Şeriatçılığı ve ümmetin birliğini değil, Türkçülüğü savunmuş, bu şekilde adres şaşırtmaya uğraşmıştı.

*

Birileri İsmet Özel’i nasıl gündemde tutacaklarını da iyi biliyorlardı. Mesela birisi, “İsmet Özel’in anakronik Türklük yaklaşımına bir eleştiri” başlıklı bir yazı kaleme almış, eleştiriyormuş gibi yapıp allayıp pullamıştı.

İsmet Özel’in hurafelerinin, İslâm’ı benimsemeyen Batıcı ve ateist Türkler nezdinde zaten bir kıymeti yoktu, fakat onun “düşünce dünyalarını tahrip etmek istediği” kesim esasen bunlar değildi.

Özel’in amacı, müslümanlardaki Kur’an ve Sünnet” merkezli müslümanlık anlayışını Türklük kavramıyla ekseninden kaydırıp “devletçi” hale getirmekti.

Önce, “Türk eşittir müslüman” tekerleme ya da safsataıanı tekrarlayıp duracak, zamanla, zaten yanlış olan “Türklük eşittir müslüman” hurafesini de unutacaktık. Böylece aklımızda sadece Türklük kalacaktı.

O arada, bu sinsi oyunun bir sonucu olarak Müslümanlık kavramı “gümbürtüye gidecekti”..

Bir de bakacaktınız ki, sırat-ı müstekîmden, istikametten, Şeriat’ten, İslâm’dan, ümmet-i Muhammed’den (s.a.s.) söz eden insanlar gitmiş, yerlerine Türkçülük yapanlar gelmiş..

Şeriat konusundaki hassasiyetiyle bilinen Nakşbendî tarikatı şeyhi Prof. Dr. M. Esad Coşan hocanın varislerinin çok kısa bir sürede “Bozkurtlara oy ver, yol ver” diye Türk musikisi eşliğinde halay çekmeye başladıkları görülmemiş miydi?!..

*

İsmet Özel’in akademik versiyonu gibi yazıp çizen Teoman Duralı ise, Özel’den daha bilgili olmakla birlikte daha etkisizdi.

Felsefeci olması onun Özel kadar kolay saçmalamasına engel teşkil ediyordu.

Zihnindeki felsefî prangalar, cesurca mantık hatası sergilemesine mani oluyordu. Fakat onun da derdi son tahlilde İslâm değildi. Devletçi bir çizgisi vardı.

Dücane ise, bu iki isme göre daha kalitesiz olmakla birlikte, Müslüman gençlere daha büyük zarar vermiş bulunuyordu.

Her şeyden önce, İbn Arabî, vahdet-i vücud, aşk, meşk derken işe şehevî bir boyut katmış bulunuyordu.

İslâm’ı da, tasavvufu da, İslâmî ilimleri de ha bire sulandırıyor, şirazesinden çıkarıyordu.

Dücane’nin sürekli “gelenek” kavramına vurguda bulunması, “modernizm” aleyhtarlığı yapması ve “tasavvuf” edebiyatı paralaması, insanların ondaki “virüs”ler karşısında savunma mekanizmalarını çalıştırmalarına engel oluyordu.

Bu yüzden de, verdiği zarar, o yıllarda, önceki iki isme göre daha fazla oluyordu.

İşte bana saldıran üç harflilere göre, bu isimler “manuplasyona kapalı” idiler.

Peki hangi manipülasyona?..

*

Cevap belliydi..

Mesela İsmet Özel’i hiç kimse Şeriat yönünde manipüle edemiyordu, “Türklük” davasını kazık gibi savunmaktan onu hiç kimse alıkoyamıyordu.

Dücane de, İbn Arabî’de iyi bir “damar” yakalamış bulunuyordu.

Bazı mutasavvıflar, her ne kadar bu söyledikleri de lüzumsuz olsa bile, mecazî aşktan ilâhî aşka doğru gidişten söz ederken, Dücane gibiler tam tersini yapıyor, ilâhî aşkla söze başlayıp sonra mecazî aşka yelken açıyordu.

Evet, aslında Dücane gibi isimler, tasavvuf adı altında gerçek tasavvufu katlediyor, aşk edebiyatı maskesi altında laubaliliği yaygınlaştırmaya çalışıyorlardı.

Feyz aldıkları kaynak onlar açısından “sağlam”dı: İbn Arabî.. Adamda herşey vardı. Firavun imanı bile..

Havuz başı hocası Adnan Oktar da ondan feyz almış, kitaplarındaki saçmalıkları alıntılamak suretiyle “maddenin gerçekte mevcut olmadığına” dair bir kitap yazmış, diğer kitaplarına da bu saçmalığı serpiştirmişti.

Cündioğlu ve Oktar gibi adamlara Cüneyd-i Bağdadî ya da Haris-i Muhasibî tasavvufu yaramıyordu..

Bunların tasavvuftan anladığı sadece İbn Arabî lafazanlığıydı. İşlerine bu geliyordu.

Durum buyken bir üç harfli bana Teoman Duralı, İsmet Özel, Dücane Cündioğlu saldırganlığının asıl başka nedenleri var mıdır? Bunlar ‘sistem’ için çok tehlikeli olan ve manuplasyona kapalı, üretken ve ‘moderniteye meydan okumanın’ başını çeken insanlar” diye soruyordu.

Böylece, Darulhikme’nin mail grubuna üye olan insanları manipüle etmeye uğraşıyordu.

*

Bunlar, “sistem”, “modernite” vs. diyerek icat ettikleri yel değirmenleriyle müslümanları yıllarca uğraştırıp durmuş, ümmetin gerçek sorunları üzerinde kafa yormalarına fırsat vermemeye çalışmışlardı.

İsmet Özel, sosyalist Wallerstein’dan çaldığı “dünya sistemi” kavramıyla kafa karıştırıp durmuş, onun alternatifi olarak da “Türklüğü” sunmuştu. 

Müslümanlığın bile adını Türklük olarak değiştirme hokkabazlığını sergileyebilmişti. Ona göre, müslümanın cihad edenine Türk deniliyordu.

Ayet-i kerimede geçtiği gibi “Ben müslümanlardanım” dediğiniz zaman, İsmet Özel’e göre cihad kaçkını hale gelmiş oluyordunuz. “Elhamdülillah Türküm” demeliydiniz.

Böylece, İslâm tahrif edilmiş oluyordu.

Göz göre göre hem de..

Bunu yapan kişi, aklını yitirmiş bir zavallı değildi, milleti akılsız yerine koyan bir abrakadabracıydı..

Ne paranoyaktı, ne de paranoid şizofren.. Cin fikirliydi..

*

Aynı isimler eliyle ne idüğü belirsiz bir “moderniteye meydan okuma” icat edilmiş, müslümanlar doğru dürüst tarif bile edemedikleri modernite ile savaş için tonlarca mürekkep israf etmişler, uzun nutuklar atmışlar, onların önüne bu kavramları “yem” olarak atanlar da bu zavallı komedyayı kenardan izleyip kıs kıs gülmüşlerdi.

Şimdi de aynı şeyi Darulhikme’nin e-posta grubunda yapıyorlar, benim basit bir müdahalemi bile gürültü ve patırtı ile geri püskürtmeye çalışıyorlardı.

Evet, bu tartışmanın ardından Darulhikme’nin grup üyeliğinden ayrılmış, meydanı üç harflilere bırakmıştım.

Onların istediği de buydu..

Ne ilk ne de son sürgünümdü bu.

*

Söz konusu üç harfliye şöyle cevap vermiştim:

Cevap vereyim:

“Siz kaç kişisiniz?"

Tek kişiyim. Beni tanıyanlar, bugüne kadar, hiçbir yazım için başkasından yardım almadığımı bilirler.

“Yazarlık-eleştirmenlik-allamelik" yaptığınız diğer mail grupları hangileri?”

Başka yok.. 

“Daru'l-Hikme mail grubunu seçmenizin özel bazı nedenleri var mı?”

Darul Hikme grubuna aylar öncesinde üye olmuştum. Nedeni, buranın, ilme saygı duyduğunu ve ilim erbabı ile taliplerinden oluştuğunu düşünmemdi. İstifade edeceğimi düşünmüştüm.

“Sahi siz-küstahça büyüklenmenin dışında birden fazlaysanız da sizler ne işle meşgulsünüz?”

Bu ifadeler terbiyesizlik.. Büyüklenmekten Allah’a sığınırım. Ne işle meşgul olduğumu, beni tanıyanlar biliyorlar. Sana söylemek zorunda değilim. Ama, önce sen kim olduğunu, ne işle meşgul olduğunu açıklarsan, belki ben de açıklamayı kabul edebilirim.

“Her yazıya-yoruma "çöküp" bir yerlerinden "manuplasyona" uğratıp,alabildiğince uzun ve agresif yazılar yazmaya bu kadar vakti nereden buluyorsunuz?”

Geçmişteki meşguliyetlerimden dolayı on parmak yazan biriyim. Her anlamda hızlı yazdığımı söyleyebilirim. İfadelerim edebi olsun diye üzerinde fazla durmam, meramımı anlatan cümleleri yazıp geçerim. Yazılarımın fazla vaktimi aldığını söyleyemem.

“Kendinizi bu işe memur etmenizin  "tatminsizlikten"  başka bir nedeni var mı?”

Bu ifade de, terbiyesizlik ve edepsizlikten başka birşey değil.. Aslında, bu mail grubuna üye olmaktan pişmanlık duymaya başlamış bulunuyorum. Çünkü, layık olmayan ve ehil olmayanlarla konuşmak vakit israfıdır. Ancak, sesini çıkarmayan iyi niyetli üçüncü kişilerin var olduğunu düşünmem, yazmama neden oluyor. Bu cahilce soru için şunu söylemek gerekiyor. Hadis-i şerifte, bildiği bir ilmi gizleyene kıyamet gününde ateşten gem vurulacağı bildiriliyor. İsterdim ki, burada benim düzelttiğim hususları bir başkası düzeltsin. O zaman susardım. Bunu göremediğim için yazıyorum.

“Teoman Duralı,İsmet Özel,Dücane Cündioğlu saldırganlığının asıl başka nedenleri var mıdır?”

Neden olarak yazdıklarım yetmez mi?! Başka neden aramanı hangi nedenler gerektiriyor, önce buna bir cevap ver..

“Bunlar "sistem" için çok tehlikeli olan ve manuplasyona kapalı,üretken ve "moderniteye meydan okumanın" başını çeken insanlar.”

Bunlar sistem için tehlikeli olmak bir tarafa, bence, sistemin arzu ettiği türden yazıp çizen adamlar. 28 Şubat sürecinde DGM’de yargılandım. Genelde bu tür yargılananların medyada haberi çıkar, tanınırlar. Benim için hiçbir yerde tek satır çıkmış değil. Erbakan hükümetinin yıkılmasının ardından Fatih Çekirge gibi adamlar için çıkarılan basın affı sayesinde kurtuldum. Doğu Perinçek, bir yazımdan dolayı beni mahkemeye verdi. Duralı’yı katmayayım ama, İsmet Özel ile Cündioğlu, boş yazarlığın zevk ü sefasını sürmekten başka birşey yapmadılar. Onların zevk ü sefasında gözüm yok, onların olsun, ama kimin ne olduğunu biz gayet iyi biliyoruz..

“Burası aynı karşı duruşun neredeyse merkezi haline gelmiş Daru'l-hikmenin bir paylaşım alanı.”

Ben böyle düşünmüyorum. Ama, Darul Hikme şayet İsmet Özel ve Cündioğlu ile aynı safta ise, gerçekten burada olmak istemem..

“Sizdeyse Selefi geçinip "protestanlık kaktırmaya çalışan" bazı "Virüs taramasından geçmeliyiz." diye velvele koparmaya kalkan uyanıkların fikirleriyle örtüşen " Felsefenin o dönemde İslam açısından tehlikesi, özellikle metafizik alanındaki değerlendirmelerin """KELAM VE TASAVVUFA SIZMASIYLA""" ortaya çıkmıştır." gibi cümlelere çok fazla rastlanıyor.”

Bu cahilce lafların neresini düzelteyim ki.. Bir defa, protestanlıkla milliyetçilik birbiriyle ilişkilidir. 2002 yılında BBP’lilerin Hür Gelecek adlı haftalık gazetesinde yazıyordum. Yazılarımı, Yazıcıoğlu’nun yazılarından hemen sonra, ilk sırada yayınlıyorlardı. Ancak, onlara milliyetçilik konusunu değişik boyutlarıyla (bu arada protestanlıkla) ilişkisi bağlamında anlatınca, bir başka yazarın (Dr. Şehsuvaroğlu) hakaretine maruz kaldım. Bu yüzden, 9-10 ay sonra yazmayı bıraktım. Bir yıl sonra tekrar yazmamı istediler; bu defa Şeriat’in önemine dair yazdığım yazılar yüzünden bir ay sonra yine aynı kişinin hakaretine maruz kaldım ve yaptıklarının terbiyesizlik olduğunu söyleyerek bıraktım. Protestanlıkla milliyetçilik ilişkisini ortaya koyan bir yazımı ayrıca gönderiyorum. Ancak, “Bu işte bir protestanlık var” şeklindeki yaklaşım da İslamî değildir. İslamî bakış açısı, “Bu iş Kur’an ve Sünnet’e uygun mu?” sorusuna cevap arandığında ortaya çıkar.

 “Kelam ve tasavvufun itikad ve toplumsal-bireysel hayattaki merkeziliği düşünülürse sızma bir felaket vurgusu olur.Alevilik ve sünniliğin keskin çizgilerle ayrılmışlığıysa bu felaketi çoktan ortadan kaldırmışken bu "sızma" felaket tellallığı da ne oluyor?Bu ifadeyi biraz açar mısınız,bakalım altından bir şey çıkacak mı?”

Soru yönelten bir insanın biraz daha müeddeb olması gerekir. Kelama, yabancı kavramlar sızmıştır. O yüzden mesela İbn Haldun, Mukaddime’de, kendi dönemi için, artık kelama gerek kalmadığını, salt inanç esaslarının, itikad meselelerinin öğretilmesinin yeterli olacağını söyler. Fakat ondan önce, İmam Gazalî, İhya’nın birinci cildinin başında, kelamın bu niteliğini açıklamıştır. Daha önce Hadis Ekolü ve İmam Ahmed bin Hanbel gibi isimler ise, kelama tümden karşı çıkmışlardır. Bu konuda İmam Gazalî ve İbn Haldun gibi düşünüyorum. Kelam başka birşey, itikad esasları başka birşeydir. Kelam, statik değil, dinamik bir ilimdir. Dogma değildir. Belki bu ifadeleri daha açmak gerekiyor. Ama şu anda yazasım gelmiyor. Yukarıdaki selefilik meselesine gelince, selefiyim diyenlere karşı kategorik bir karşı duruşu yanlış buluyorum. İbn Abidin gibi ulemanın şeyhi olan Halid-i Bağdadî hazretleri “Mektubat”ında (Umran Yayınları) bazı kelam meselelerini ele alıyor ve kendisinin aslında itikatta selefî olduğu halde, bu tür meselelere girdiği için Eşarî olduğunu söylüyor. İtikatta selefî olunabilir.. Ancak bununla kastım, İbn Teymiyyecilik değil.. Şahsen, İbn Teymiyye’nin, selefîliği savunsa bile, konuları ele alış biçimi bakımından selefî olmadığı kanaatindeyim. Mesela, Teoman Duralı’nın ileriye sürdüğü “varlığın ezeliliği” konusunda İbn Teymiyye de epeyce şey söylemiştir. Halbuki selefîlik (selefin tutumu), bu tür konuları tartışmamaktan ibarettir. Kader meselesinde de aynı durum söz konusudur. Kader konusunda selefî tutum, “Bu bir inanç meselesidir, müslümansan inanırsın, müslüman değilsen sen bilirsin” deyip kestirip atmaktan ibarettir. Bu meseleyi tartıştığınız zaman, selefî olmaktan çıkarsınız; o zaman da ya Eşarî ya da Matüridî kelamcılarının yazdıklarına itibar etmek, bugünün insanı için en salim yol olabilir. Tasavvuf konusunda da, selefî bir tutuma sahip olunabilir; felsefî tasavvuftan uzak durursunuz. (Muhasibî’nin bir kitabını Faruk Beşer, Selefî Tasavvuf adıyla tercüme etmişti. Daha önceki bir mesajımda belirttiğim gibi, İbn Haldun, takva mücahedesini Muhasibî’nin er-Riaye’sinde, keşf mücahedesini ise Kuşeyrî’nin eserinde anlattığını söyler. İhya ve er-Riaye karşılaştırıldığında, İmam Gazalî’deki Muhasibî etkisi açıkça görülür. Zaten ondan, isim vererek iktibaslar da yapmaktadır. Böyle olmakla birlikte, İmam Ahmed bin Hanbel, takva mücahedesi olarak adlandırılan böylesi bir tasavvuf yorumuna bile tepki göstermiştir. Bu yüzden, onun çağdaşı olan Muhasibî’nin, vefat ettiğinde, sadece dört kişi tarafından cenazesi kaldırılmıştır.) Fakat, fıkhî mezheplerde selefî olmanın, bugün için, dört mezhepten herhangi birine ittiba etmek veya onu taklid etmektan başka bir yolunun olmadığı kanaatini taşıyorum. Ya da, mutlak içtihat seviyesinde olmanız gerekir. Bu zamanda bu çapta insanın çıkacağını da sanmıyorum. Ancak, bu selefîlik eleştirilerinde bir çifte standart söz konusu.. Mesela, İbn Teymiyye’nin birtakım hataları, İbn Arabi’ninkilerle kıyaslandığında daha ehvendir. (Bu konuda bir yazı göndereceğim.) Fakat, İbn Teymiyye’ye hırsla saldıranlar, İbn Arabi’nin hatalarını görmezden geliyor. Bence ikisini de görmezden gelmeyelim. Şahsen, İbn Teymiyye’yi, İbn Arabi’ye tercih ederim.

“Ve bir yığın "malumatfuruşlukla" sıvanmaya çalışılmış bir dünya manuplasyon.Koskoca ve çok değerli bir mülakat sizin acip abes sığ manuplasyonlarınızla saptırılacak değil gerçi.”

Bu ifadeler büyük talihsizlik. Muhtemelen değerlendirmelerimi okumamışsınız. Duralı yanlış şeyler söylemeseydi de malumatfuruşluk yapmak zorunda kalmasaydım keşke.. Fakat, size şunu söylemek zorundayım, dinî konular böyle laubaliliğe ve tarafgirliğe gelmez.. Ancak delillerle ve malumatla konuşmanız gerekir. Cehaletfuruşlukla gideceğiniz bir yer yoktur.

“Büyüklenmenin şiddetiyle tavana yapışık yazdığınızı düşündüğüm siz "Say'a"  yakışan aslında çok daha zarif cümleler vardı ,ama kendimi bu işe memur edecek değilim,iflah olmaz enaniyetiniz ve küstahlığınızla uğraşmaya vaktim de yok.”

Yazdıklarımın yanlış olması beni üzerdi.. Yanlış şeyler yazmaktan Allah’a sığnırım. Tutumum size büyüklenme olarak geliyorsa, bunu ortadan kaldırmak benim için mümkün değil.. Duralı’yla ilgili değerlendirmelerimdeki büyüklenme içeren bir tek ifademi naklederseniz, sizden özür dileyeceğim.. Hayır, hayal dünyasında yaşıyorsunuz. Yukarıdaki “Anlarsın ya” türü ifadelere gelince, edebsizlik olarak bu tarz bir üslup yeter.. İnsan olan, bu üslupta konuşmaz.. Ve, gerçekten ilim ve edebin bulunduğu bir ortamda bu üsluba da yer yoktur. Sözlerime saçma diyebilirsiniz.. Ancak, saçma olduğunu, mantıken ispat etmeniz gerekir. İspat etmeden saçma derseniz, bu, sizin terbiyesiz olduğunuzun delili olur ancak. İsmet Özel’in görüşlerinin saçma olduğunu söylerken, bunu ispatlıyorum. Kişiliğimle ilgili değerlendirmeler yapmanız ise, ayıptır, çirkindir.. Ayrıca, psikologların ve psikiyatristlerin kullandığı bir terim var, onu da size hatırlatayım: Yansıtma (projection). Bazı insanlar, kendilerindeki kusuru başkalarına izafe ederler. Mesela cimri insanların genelde şöyle konuştuğu görülür: “Herkes kendisini düşünüyor, kimse başkasını düşünmüyor.” Bundan kastı aslında kendi cimriliğini meşrulaştırmaktır. Herkes kendisini düşünüyorsa, bu da mecburen öyle yapacaktır, yapmalıdır, böyle davranmakta mazurdur. Böylece kendisindeki kötü vasfı başkalarına yükler. Sizin bu büyüklenme iltifatınız da bana bunu düşündürdü.

“Zaten uğraşmaya da değmezsiniz.Bakınız yine cevap vermeye yeltenip,kalkışmadım.Yine sizi apaçık suçladım.”

Aferin, böylece büyüklenmemiş oluyorsunuz. Uğraşmaya değmediğimi düşünüyorsanız, lütfen benimle uğraşmayın. Ben aynı şeyi Cündioğlu vs. için söylemiyorum. Tenezzül etmeyip cevap vermemeniz de, sizin büyüklüğünüze yakışan birşey...

“Birileri birilerine "Çüş ulan deve!" demesini de bilmeli ve denmesi gereken yerde de çekinmeden demeli.”

Bu cümlelerin muhatabı ise, bence bu mail grubunu yöneten kişi veya kişiler... Birileri bu üsluba dur demeyecek mi, merak ediyorum.

*

Teoman Duralı ile ilgili paylaşımlarıma gelince..

Sonuncusu şöyleydi: 

Teoman Duralı’ya haksızlık etmiş olmayayım diye, Rıhle’de yer alan mülakatını okumuş bulunuyorum. Bu e-posta grubuna gönderdiğim ilk mesajımda Duralı’nın eleştiri konusu yaptığım ifadelerinin söz konusu mülakatta yer alıyor olduğunu gördüm.

Duralı felsefeci olduğu için, özellikle bilim felsefesi, hukuk felsefesi ve ahlâk felsefesi bağlamındaki değerlendirmeleri kayda değer nitelikte.. Bununla birlikte, İslam-felsefe ve kelam-felsefe ilişkisi konusunda söylediklerinin yetersiz olduğu görülüyor. Burada Duralı’nın katıldığımız görüşlerine değil, hatalı bulduklarımıza dair düşüncelerimizi aktarmaya çalışacağız. Bu, bütün görüşlerini reddediyor olmamız anlamına gelmiyor. Eleştirmediğimiz tüm düşüncelerini kabul ettiğimiz anlamına da... Duralı’nın mülakatı iki bölüm halinde aşağıdaki linklerden okunabilir.

http://www.rihledergisi.com.tr/index.php?option=com_content&view=article&id=211&Itemid=166

http://www.rihledergisi.com.tr/index.php?option=com_content&view=article&id=212&Itemid=167

Duralı’nın felsefeci olması itibariyle özellikle “kelam” ilmi bağlamında değerlendirmeler yaptığı görülüyor. Fakat bu noktada hem genel olarak kelam, hem de kelam-felsefe ilişkisi konusundaki bilgi eksikliği kendisini gösteriyor. Tipik bir örnek, cüzi irade – külli irade ayrımı konusunda söyledikleri.. (Ancak, bu noktada Türkiye’de, kelamcılar dışında hemen herkesin aynı hatayı yaptıklarını vurgulamak gerekiyor.)

Duralı şunları söylüyor:

“... Biz burada şunu görüyoruz: Bizim cüzî bir irademiz var ve ondan sorumluyuz. İnsan olmanın başta gelen manası sorumluluk… Bir tarafta görev; öbür yanda sorumluluk var…”

Başka bir yerde de şu açıklamayı yapıyor:

“... Mesela, bu nasıl meydana gelmiştir? Bunun meydana gelme mekanizması nedir? Bunu açıklarsın, açıklarsın sonra iş öyle bir noktaya gelir ki orada “bu iş bu noktada bitiyor. Bundan ötesini bilmiyorum” dersin. Bunun ötesi, küllî iradenin sahasıdır.”

Böylece, cüzî irade kulun iradesi, küllî irade ise Allah’ın (c. c.) iradesi olmuş oluyor.

İşte bu cüzî-küllî ayrımı, kelama, felsefeden (felsefenin bir bölümü olan mantıktan) geçmiştir.. Tikel-tümel meselesi...

Konunun anlaşılması için önce şu açıklamayı yapmak gerekiyor: Aristo’dan itibaren mantıkçılar, küllî kavramların tabiatta var olmadığını, ancak cüzlerin mevcut olduğunu söylemişlerdir. Mesela, genel olarak “insan” kavramı küllîdir; küllî olduğu için de zihnîdir; dış dünyada mevcut değildir. Bu kavram sadece insan zihninde vardır. Buna karşılık küllî insan kavramının cüzleri olan Ahmet, Mehmet ise, tabiatta mevcuttur.

Müslümanlar Yunan felsefesiyle tanışınca, bu tür mantık terimleri de itikadî meselelere dahil edildi. Böylece cüzî irade - küllî irade ayrımı ortaya çıktı. Burada küllî iradeden kastedilen, genel olarak insanda bir iradenin var olmasıdır. Ancak bu, gerçek hayatta ya da dış dünyada cüzî irade olarak kendisini gösterir. Yani bu ayrımdaki küllî irade de yine insanın iradesidir. Cüzî irade, belirli bir olayda fiilen kendisini gösteren iradedir. Ancak insanın iradesi salt bu olayda kendisini gösteren iradeden ibaret değildir; bunun ötesinde genel bir iradesi mevcuttur ve bu küllî irade olarak adlandırılır.

Bu ayrımın esas itibariyle bu anlama geldiğini, Mustafa Sabri Efendi’nin “İnsan ve Kader” adıyla tercüme edilmiş bulunan kitabını okuduğumda öğrenmiştim. Prof. A. Saim Kılavuz’un Ensar Neşriyat’ta çıkan İslam Akaidi ve Kelam’a Giriş adlı kitabında da mesele bu şekilde anlatılıyor. Buna karşılık, “Emali Şerhi” diye üç ciltlik kitap yazmış olan birinin meseleyi Duralı gibi yanlış anlattığı görülüyor.

Aslında, aynı zamanda Eski Yunan felsefesini vs. öğrenmeyen biri, geçmişteki kelam eserlerini tam ve doğru anlayamaz. Çünkü, kullanılan kavramların kökenini bilemez. Bu, İbn Arabî tipi felsefî tasavvuf için de geçerlidir. Bu kitaplarda yazılan birçok şey İslam dışı kültürlerden alındığı halde, o köklere vakıf olmayan biri, bunları sanki vahiy kaynaklıymış gibi okumakta ve yanlış kanaatlere sahip olmaktadır. Ya da bunların paha biçilmez keşif ve kerametler olduğunu sanmaktadırlar. Bu cüzî-küllî meselesi de böyle..

Gerçekte, insanın iradesi ile Allah’ın iradesi arasındaki ilişki cüz-küll ilişkisi değildir. Aslında Allah’ın iradesi yanında insanın iradesi yoktur. İnsanın iradesi bulunmakla birlikte, Allah öyle irade ettiği için insan irade sahibidir. Yoksa, Allah’ın iradesi karşısında insanın hiçbir iradesi söz konusu olamaz.

Duralı’nın kelam ve itikadla ilgili başka ifadeleri de var. Mesela şöyle diyor:

“İnsan, Allah’a giden yolu doğuştan bilemez… Hatta Allah’ın varlığını da bilemez.”

Buradaki ilk cümle, Duralı’nın (aşağıya alacağımız) başka ifadeleriyle çelişiyor. Duralı hocaya sorulsa, muhtemelen Matüridî olduğunu söyleyecektir. Halbuki, Matüridiyye mezhebine göre, kendilerine tebliğ ulaşmayan kişiler bile akıllarıyla Allah’ın varlığını bulabilir, bulmalıdır (Allah’ın adını bile bilmeden, sadece varlığını ve birliğini). Eşariyye’ye göre ise, böyle bir mükellefiyet yoktur. [Fakat onlara göre de akıl Allahu Teala'nın varlığı ve birliğini tek başına gösterir, fakat akıl, "Biliyorsun, o halde imanla yükümlüsün" hükmünü veremez. Bu yükümlülük peygamber tebliği ile oluşur. Matüridiyye'ye göre sorumluluk için peygamber tebliği ve teklifi şart değildir.]

Duralı’nın aşağıdaki ifadeleri ise, “İnsan, Allah’a giden yolu doğuştan bilemez” ifadesiyle çelişmektedir: 

“Başlangıçtan itibaren, Hz. Peygamber ve özellikle Hz. Ali ile, İslam’da üç dayanak kabul edilmiş: Allah’ı zâhiren tebliğ… Bir dâhilî tebliğ var… Hepimizin içindeki vicdan dediğimiz hadise. Birebir Allah’la konuştuğumuz, muhavereyi yürüttüğümüz araç vicdandır. Yunancada monolog (tek kişilik konuşma) dedikleri şeyden bahsediyoruz ki bu aslında diyalogdur. Yani içimizde bir nefsimiz var ve bir de Allah’ın sesi var. Allah’la olan konuşmamız her an ve her ortamda yürüyen bir muhaveredir. Bu da her an yaptığımız bir şeydir. Çünkü Allah, bir hükümdar, bir genel müdür, bir başöğretmen vb. bir şey değil ki ona şunu sorabilirim şunu soramam gibi bir durum söz konusu olsun. Ne varsa biz onunla hasbıhâl içerisindeyiz. “Her çocuk fıtrat üzere doğar” meselesi budur yani insanın Allah’la sürekli yürüttüğü bir muhavere vardır.”

Aslında, her çocuğun İslâm fıtratı üzerine doğması, Duralı’nın sözünü ettiği anlamda bir iç muhavere değil, insanın hakkı kabul etmeye yatkın biçimde doğması anlamına gelmektedir. “Allah’la sürekli yürütülen bir muhavere”den söz etmek, çok cesurca bir ifade... İnsanın nefsi insana birtakım şeyler söyler.. Şeytanın da vesvesesi vardır. Ayrıca meleklerin ilhamı da olabilir. Cenab-ı Allah’tan gelen ilham (kalbe doğuş) da belki söz konusu olabilir. Fakat Allah ile sürekli yürütülen bir muhavere sözü aşırıdır.

Duralı, sözlerini şöyle sürdürüyor:

“Zahirî tebliğ ise Kur’ân’dır… Vicdanın en üst kesiti akıldır. İnsan belli bir zihin seviyesine geldikten sonra Allah ona başka türlü hitap etmeye başlıyor. ... Burada akıl, Allah’ın dediklerinin anlaşılması ve kavranması manasına gelmektedir. İbn Sina’ya göre bu aslında Kur’ân’ın en önemli tefsiri manasındadır. Bizim bakî kalacak ölümsüz tarafımız aklımızdır… Ebedî yaşayacak olan, akıl kesimimizdir.”

Böylece akıl, vicdanın en üst kesiti haline geliyor. Aynı zamanda vahyin anlaşılması ve kavranması oluyor. Aslında vicdanla aklı belki de ayırmak gerekir. Dekart’ın dikkat çektiği bir nokta var: Aklı olmayan bir insan kötü eylemleri için mazurdur, fakat vicdanı körelmiş bir insan mazur olmaz. Aklın olmayışı, mükellefiyeti kaldırır. Buna karşılık, vicdanı körelmiş bir insan cinayet işlediğinde, onun vicdanında herhangi bir sızı olmaması, onu masum ya da mazur hale getirmez. Bu açıdan, vicdan ile aklı aslında ayırmak gerekir. Bununla birlikte, aklın vicdanı da kapsayacak şekilde bir tanımını yapmak mümkün olabilir. Fakat âkil baliğ olmaktan kastettiğimiz şey, vicdan meselesi değildir. “Bizim bakî kalacak ölümsüz tarafımız aklımızdır… Ebedî yaşayacak olan, akıl kesimimizdir” sözü ise, sanki cismanî haşri reddeden bir anlayışı yansıtıyor gibi. Gerçekte Duralı’ya bu noktada, tam olarak neyi kastettiği sorulmalıydı.

Duralı devam ediyor:

“Kur’ân ve akıldan sonra üçüncü husus hadistir. Buradaki sıralamanın önemi yok. İsterseniz bu sıralamayı “Kur’ân, hadis ve akıl” olarak da alabilirsiniz. Şüphesiz en başta Kur’ân vardır. Fakat ondan sonra hadis ile aklın yerini değiştirebilirsiniz. Bu üçlü sacayağı çelişmiyor…”

Bu “üç dayanak” sıralaması, Duralı’nın Kelam bilmediğini ortaya koyuyor. Bunlara dayanak değil de, daha önceki mesajlarımda dile getirdiğim şekilde, “bilgi edinmenin yolları” olarak bakmak daha tutarlı olur. Kelam alimleri bu konuyu çok daha efradını cami, ağyarını mani bir şekilde formüle etmiş bulunuyor.

 Duralı’nın şu ifadeleri de dikkat çekiyor:

“... çok erken bir çağda İslam, dışımızdan iki medeniyetin doğrudan etki alanına girmiştir. Biri İran ve İran üzerinden gelen Hind medeniyeti, öbürü de Yunan medeniyetidir. Büyük filozofumuz –hakikaten en büyüklerinden kabul edebiliriz- Bîrûnî bunun tahlilini yapıyor ve diyor ki: “Hind’den ve İran’dan duyguyu ve Bâtıniliği; Yunan’dan ise aklı aldık.” Bu iki kutbu, İslam tarihi bağdaştırmaya çalışmıştır. Bîrûnî ve sonrasında Gazzâlî’ye göre –ki en büyük adamımız da odur– İslam düşüncesinin çatısını kuran adamdır. Akıl önem itibariyle duygu ve Bâtınîliğe çok ağır basmaktadır. Akıl, hâkim/hükmedici durumdadır. Hatta şöyle diyebiliriz: akıl, müstebittir; dediğim dedikçidir. Bu arada bir karışıklığa yol açmasın diye belirtelim ki burada Bâtınîliği, Frenkçede “mistikliklik” dedikleri anlamda kullanıyoruz. Burada özellikle “tasavvuf” demiyoruz çünkü mistiklikten çok etkilenen tasavvuf olduğu gibi Gazzâlî’nin inşa ettiği çok sarih/müsbet diyebileceğimiz, aklın emrinde yürüyen bir tasavvuf da var. Ama daha çok, zamanla, benim başta bahsettiğim Bâtınilik dediğim manada yürümüştür. O ikinci türdeki tasavvuf biraz kenara itilmiştir. Tasavvuf, bilhassa on yedinci yüzyıldan itibaren o çekiciliğini ve cazibesini kaybediyor.”

Duralı, bu noktada, “Bu dediğiniz süreci biraz daha geri götürüp Muhyiddin b. Arabî ile başlatabilir miyiz?” şeklindeki soruya şöyle karşılık veriyor:

“Bence başlatamayız. Çünkü Muhyiddin b. Arabî’de de son derece aklî bir yön baskındı. Biz İbn Arabî’yi çok kötü yorumluyoruz. Bilhassa vahdet-i vücûd meselesinde İbn Arabî’ye haksızlık edildiği kanaatindeyim. Evet vahdet-i vücud zor açıklanacak bir problem ama hemen şunu söyleyebilirim: O, Allah’ın varlığını bunun içine sokmuyor; Yaradılmışlıkların bütününü göz önünde tutuyor… Vahdet-i vücûd dediği bu… Allah’ın varlığı bunun dışında… Panteist bir tarafı yok… Bunu çok net olarak söyleyebiliriz. Bunu böyle telakki etmek, kötü yorumlama ve anlamama sonucudur.”

Duralı’nın Biruni’ye dayanarak yaptığı tasavvufla ilgili değerlendirmeleri büyük ölçüde doğru olmakla birlikte, İbn Arabi konusunda açık bir yanılgı içinde.. Gerçekten de tasavvufa, dışardan pekçok şey sızmıştır. İmam-ı Rabbani, Mektubat’ta, babasının kendisine, özetle, şunu söylediğini aktarır: “İslam’daki sapık fırka ve akımların çoğu tasavvuf yüzünden ortaya çıkmıştır.” Marifetname’de da tasavvufî akımların on iki ayrı fırka oldukları, on birinin sapık olduğu vurgulanır. Sahih bir tasavvuf geleneği bulunmakla birlikte, onların da, kimi zaman sapık anlayışları savunmaya başladıkları görülebilmektedir.

İbn Arabi’nin vahdet-i vücuduna gelince; aslında bu konuyla ilgili yazımda (Vahdet-i Vücudçuluk Çıkmazı) ondan yaptığım alıntıda görüleceği gibi, ifadeleri kendi içinde çelişkili. “Vücud”, varlık demektir. Vahdet-i vücud ise, varlığın birliği.. Allahu Teala’ya “Vacibül Vücud” (Varlığı zorunlu olan) denilmesi buradan geliyor. Vahdet-i vücud tabirindeki vücud, mutlak anlamda vücud olduğu için, Duralı’nın dediği gibi, “O, Allah’ın varlığını bunun içine sokmuyor; Yaradılmışlıkların bütününü göz önünde tutuyor… Vahdet-i vücûd dediği bu… Allah’ın varlığı bunun dışında” denilemez. Fakat İbn Arabi’nin kitaplarındaki yanlış laflar bu konuyla sınırlı da değildir.

Duralı şunları da söylüyor:

“Mesela Hz. Peygamber (s.a.v) sabah geliyor bakıyor ki Hz. Ali (r.a) evin önündeki kerevette uyuyor. “Yâ Ali, sabah namazını ne yaptın?” diyor. Hz. Ali “aaa unuttum” deyince Hz. Peygamber “nasıl unuttun?!” diyor. Hz. Ali “Allah öyle istedi uyuya kaldım” diyor. “Allah isteseydi uyanırdım” demeye getiriyor. Hz. Peygamber (s.a.v) müthiş kızıyor… Öfkesinden kendi baldırına vuruyor ve dönüp gidiyor. Çok güzel bir tepki bu… Çok insanî bir şey yani. Buradan şunu anlıyoruz: Kendi şahsî hatalarını tutup da Allah’a yüklemeyeceksin. Tabii Hz. Ali de Hz. Peygamber (s.a.v) gibi çok insan bir adam. Zaaflarını saklamıyor… Son derece açık bir insan. Zaten öyle olduğu için başına bütün bu belalar geliyor. Siyasî bir adam değil; çok açık oynuyor. Tek hatası, devlet başkanı olmaya soyunmaktı. Çünkü onun mizacında bir adam siyaset yapamaz. Samimî, saf bir insan. Neyse…”

Kaynaklara bakmak lazım, fakat hatırladığım kadarıyla, Hz. Ali’ye sorulan namaz, teheccüttü... Yine hatırladığım kadarıyla Hz. Ali, “Allah isteseydi uyandırırdı” gibi bir şey söylüyor. Peygamber Efendimiz de (s.a.s.), “İnsan çok tartışmacıdır” veya “İnsan tartışmaya çok düşkündür” gibi bir anlama gelen bir söz söyleyerek gidiyor. Fakat rivayetlerde müthiş kızması diye birşey yok.. Böyle hatırlıyorum. Ancak, Duralı’nın sözlerinin, daha önce benim değerlendirme konusu yaptığım şekilde sadece bir kısmı alındığında, Hz. Ali’yle ilgili görüşünün eksik yansıtıldığı ortaya çıkıyor. Gerçekten de Hz. Ali, hile vs. yapma anlamında siyasî davranmıyordu. 

Duralı’nın bazı ifadeleri ise, gereksiz bir hassasiyete dayanıyor:

“Mesela “Allahu ekber ne demektir?” diye sorulduğuna “en büyük Allah’tır” deniliyor… Hayır, yanlış. “en büyük Allah” diyemezsin. Çünkü en büyük dediğinde bile bir karşılaştırma yapmış oluyorsun. Allah öyle, varlıkları karşılaştırdığınızda en büyüğü manasında olamaz… Biricik büyük, tek büyük, eşsiz büyük denebilir belki. Çünkü ölçü yok… Ölçü veremezsiniz."

“En büyük Allah” (veya Allah en büyüktür) demekte herhangi bir yanlışlık yok.. Zaten Allahu ekber ifadesinin başka bir karşılığı yok. Arapçası bu anlamda.. Burada karşılaştırma yapmak yanlış olmaz.. Nitekim Yusuf Suresi’nde Hz. Yusuf’un, kendisinden rüya tabir etmesini isteyenlere, “Tek Allah mı daha iyi, yoksa birçok tanrılar mı?” anlamına gelen bir karşılaştırma sorusu yönelttiği görülüyor. Duralı’nın Allahu Teala’yı yüceltme konusundaki hassasiyeti iyi olmakla birlikte, gereksiz.. Karşılaştırmama değil, şirk koşmama anlamında hassasiyet önem taşır. Bu tür bir karşılaştırmama hassasiyetini her konuda ve daima sürdürmek de mümkün olmaz. Nitekim. Duralı, sözlerinin devamında, farkında olmadan Allahu Teala ile ruhu karşılaştırıyor, hatta hissedilmeleri bakımından birbirine benzetiyor.

“Bu manada da Allah mantıkla kuşatılamaz… Zaten kuşatılabilse Allah olmaz. Mesela Allah’ı tarif edemezsiniz. Çünkü ancak akıl yoluyla bir şey tarif edilebilir. Ben her şeye akılla yaklaşabilirim ama Allah’a ve ilahî olanlara, mesela ruha akılla yanaşamam. “Herşey ilahidir. Şu madde de Allah yaratığıdır” diyeceksiniz… Ama madde benim aklıma uygundur. Maddeyi ben açıklayabiliyorum. Allah benim aklıma uymayacak bir takım şeyler yaratmıştır… Ruh bunlardan biridir… Bu bakımdan ona yanaşamam. Ama hissederim… Allah’ı da hissediyorum. Bu çok önemli bir noktadır.”

İlk ifadeleri gayet güzel.. Ancak, Allahu Teala’nın bilinmesinde aklın bir rolü vardır, fakat bu rol sınırlıdır. Akıl, ancak Allahu Teala’nın varlığını ve birliğini anlayabilir; sıfatlarını, isimlerini vs. ise, ancak Allah’ın bildirmesiyle öğrenebiliriz. Bunları da tam olarak kavrayamayız. Hz. Ebu Bekir’in ifadesiyle, “İdrak edemeyeceğini idrak etmek de bir idraktir.” Yani, Allahu Teala’nın akılla anlaşılamayacağına da yine aklın kendisi karar vermektedir. Böyle bir aklî temeli vardır. Allah’ın varlığı da, akıl yürütmeyle anlaşılabilen birşeydir. Allahu Teala, aklı, kendisinin varlığını ve birliğini anlayacak şekilde yaratmıştır. O yüzden Kur’an’da, Allah’a şirk koşanların akıllarını kullanmadıkları belirtilir. Yine akılla, peygamberlerin peygamberliğini anlarız. Mesela, İslam uleması şunu söylemektedir: “Allah, sahte peygamberlere (mucize ve keramete benzer) olağanüstülükler vermez, fakat tanrılık iddiasında bulunanlara verebilir. Çünkü akıl, onların tanrı olmadığını gösterir, fakat aynı şey peygamberler için söz konusu değildir.” Bu yüzden tarih boyunca hiçbir sahte peygamber olağanüstülük gösterememiştir. Buna karşılık tanrılık davası ile ortaya çıkanlar gösterebilir. İşte burada aklın rolü ortaya çıkmaktadır. Ancak, vahdet-i vücud meselesi gibi konularda Allahu Teala hakkında akıl ile birtakım sözler söylemek, sonu felaket olan bir uçurumdur. Orada aklın herhangi bir rolü olamaz.

Duralı’nın şu ifadeleri de sorunlu:

“Ateist felsefe mantıksızdır. Çünkü “Allah yoktur” dediğimde zaten Allah’ı kabul etmiş oluyorum. “Birisi bana Ebubekir bey nerede” diyor ve ben de “yoktur” diyorum… Ebubekir bey var olmalı ki ben “yok” diyorum. Bir şey yoksa ondan bahsedemeyiz. ... “Allah yoktur” dediğimde bu, “Allah var ki anıyorum ama inkâr ediyorum” anlamına gelir. Buradaki inkâr, psikolojik bir şey… Ontolojik bir hadise değil.”

Bu ifadeler, mantıksızdır. Mesela, Allah’tan başka tanrı yoktur dediğimde, Allah’tan başka tanrılar bulunduğunu mu söylemiş oluyorum?!.. Ya da, “Yedi başlı dev diye birşey yoktur” dediğimde, bundan, böyle birşeyin var olduğu sonucu mu çıkar?! Ateist felsefenin mantıksızlığı, Allahu Teala’nın varlığını kabul etmemek için, imkânsız kategorisine giren hususlara iman etmek zorunda kalmalarında kendisini gösterir. Mesela dünyadaki hayatın bu şekilde ortaya çıkmasının ihtimal hesaplarına göre imkansız olduğu, tesadüfün imkansızlığı kesindir. Fakat ateistlerin, insanların bu imkansızlığa inanmalarını istemekten başka yapabilecekleri birşey yoktur.

Duralı’nın şu ifadesi de tutarsız:

“Bazı şeyler var ki onları düşünmem bana yasak… Burada örneğini veremem çünkü düşünmem yasak…”

İnsan, kendi elinde olmadan aklına gelen kötü düşüncelerden sorumlu değildir. “Farz-ı muhal...” diye örnek verebilir aslında.. Günahı düşünmek ve tasarlamak, günah işlemek için plan yapmak ise yasaktır. İnsan bunun örneğini, kendisi için değil fakat genel bir insanlık durumu olarak verebilir. Küfür anlamına gelen düşünceler ise, insana şeytanın vesvesesi olarak gelebilir ve bu, insanın bu düşünceleri kabul etmemesi şartıyla, aslında iman alametidir.

Duralı’nın bir başka yanlış ifadesi de şu:

“İffet, namus, cesaret vs. Bunların görünürde/duyulabilir bir ölçüsü/ölçeği yok.”

Bunların gerçekte görünürde ölçüsü bulunmakla birlikte, kesinlik taşımaz. Mesela iffetsiz biri, iffetli görünebilir. Bu anlamda zahiren değil fakat gerçek anlamda kesin olarak ölçülemez. Muhaddislerin sözünü ettiği şekilde adalet sıfatı için de aynı şey söylenebilir. Bununla birlikte, adaleti zedeleyen davranışları görünmeyen birini adil kabul etmek gerekir. Fakat bu, zahiren böyledir; işin iç yüzünü Allah bilir.

(Ebubekir Sifil hocanın şöyle bir soru yönelttiği görülüyor: “Özellikle modern dönemde, belki biraz da batıda Hıristiyanlık karşısındaki tesbitlerden yola çıkarak, onları kes-yapıştır metoduyla İslam dünyasına taşıyarak İslam hakkında şu tarz telakkileri duymaya/okumaya başladı insanımız: “Dinin özü ahlaktır. Ahlakî ilkeler de evrenseldir… Zulüm her yerde kötüdür… Hırsızlık her yerde kötüdür… Cinayet her yerde kötüdür… Dolayısıyla din de özünde bunları vermeye çalışır. O halde dinin üstündeki o ince tülü, mesela hükümleri kaldırsanız ortaya evrensel hususlar çıkar. Din de budur.” Bu bizi şuraya götürmüyor mu? Ortak evrensel insanlık dini gibi bir iddia var. Dinlerarası diyalog çalışmalarının bir ucunda da bu var. Bu bizi böyle bir yere götürmez mi?” 

Burada, Şatıbî gibi alimlerin vurguladığı bir hususu hatırlamak gerekir: Aslında bütün dinler veya hukuk sistemleri, az ya da çok beş temel gayeyi gerçekleştirme amacına yöneliktir: Canı, malı, dini, aklı, nesli.. Ancak, bunları kâmil anlamda koruyan, sadece İslam’dır. Yoksa, diğer dinlerde ya da hukuk sistemlerinde de, makasıd-ı şeria diye bilinen bu amaçlara kısmen hizmet eden hükümler mevcuttur. İkinci olarak, ahlâkî ilkelerin evrensel kabul görmesi, hepsinin evrensel kabul gördüğü anlamına gelmez. Mesela Eskimolar’ın namus anlayışı oldukça farklıdır. Üçüncü olarak, evrensel kabul gören hususlarda bile, bunların önlenmesi için alınacak tedbirler konusunda evrensel mutabakat mevcut değildir. Dördüncü olarak, dinin ne olduğu, bu şekilde akıl yürütme ile ve sosyolojik durumdan hareketle değil, Kur’an ve Sünnet’ten hareketle belirlenebilir.)

Duralı’nın şu ifadeleri de tartışmaya açık:

“Müslümanlık çok zor bir iş… İbadeti zordur… Muamelatı zordur… Herhalde dinlerin en zorudur.”

İslam’ın bazı hükümlerinin nefse ağır geldiği söylenebilir, fakat zor olduklarını söylemek doğru olmaz. Gerçekte İslam, kolaylık dinidir. Eski ümmetlerdeki ağır yükler İslam’da yoktur. Bununla birlikte, ahir zamanda dini yaşamanın zorlukları var.. Fakat bu, dinden kaynaklanmıyor, din düşmanlarından kaynaklanıyor.

Duralı’nın şu ifadeleri de sorunlu:

“Benim bildiğim kadarıyla Allah’ın en mühim iki vasfından biri Rahmân-Rahîm oluşudur diğeri ise “Rabblığı”dır.”

Allahu Teala’nın vasıfları konusunda bu şekilde akıl yürütmek doğru değil; bu tür konular ancak Kur’an ve Sünnet’in bildirmesiyle bilinebilir. Delil getirmek gerekir.

Duralı’nın ifadelerinin devamı da sorunlu:

“Allah rahimliğini, insanda kadına veriyor. Bu bakımdan anne anlamında kadın İslam’da erkeğe üstündür. Bu, Hz. Peygamber’le başlayan, Mevlânâ ve İbn Arabî ile devam eden bir husus.”

Bu ifadeler yanlış.. Allahu Teala’nın Rahîm ismi, ahirette sadece müminlere merhamet etmesi anlamını taşır. Rahman oluşu itibariyle de, bu dünya hayatında merhameti umumîdir. Bu yüzden, “Allah rahimliğini, insanda kadına veriyor” ifadesi doğru değildir. Burada rahim kavramı doğru kullanılsaydı bile, salt kadından söz edilmesi yine isabetli olmazdı.

Şu sözler de sorunlu:

“Gerçi İslam’da her şey mukaddestir. Mukaddes olanla olmayanı birbirinden ayıramazsın. Bizde sekülerlik diye bir şey yok… Dinî bir siyasî sınıf yok. Ama ilahî menşeli olması bakımından her şey kutsallık üzeredir.”

Herşey kutsal ve mukaddes değildir. Mesela Şeytan’ı da Allah yaratmıştır, ama kutsal değildir. Domuz, içki vs. kutsal değildir.

Şu ifadeler de, kavram kargaşasının ürünü:

“Rahim çok mühim bir hadisedir. Bu rahim mevzusu yüzünden çok kavga etmişimdir. Pusulasını şaşırmış bazıları rahime “döl yatağı” diyorlar. “Sen döl yatağından olabilirsin. Ben rahimde gelmeyim” derim öylelerine. Sen nerden gelirsen gel… Bu senin bileceğin bir şeydir ama benim yerim rahimdir. Durduk yerde söylenen bir laf değildir “rahim”.

Bunlar farklı şeyler.. Pekala döl yatağı da denilebilir..

Şu ifadeler de sorunlu:

“Öbürü de rabblığın mürebbiye olan tecellisidir.  İlk öğretmenimiz bize formel/biçimsel bilgi vermiyor; yaşamanın akışı içindi bizi terbiye ediyor.”

Yani Rahîm ismi kadında, Rabblik ise mürebbide (öğretmende) tecelli ediyormuş... Mürebbiliği bu şekilde ele almak yanlış anlamalara ve hatalı yorumlara yol açabilir. Tevbe Suresi 31. ayetteki Meryemoğlu İsa’nın (a.s.), haham ve rahiplerin rab edinilmeleri uyarısı dikkate alınmalıdır.

Aşağıdaki ifadeler de, “din” teriminin anlamının tam bilinmemesinden kaynaklanıyor:

“İdeoloji felsefeden gelir. Felsefenin dinleştirilmesidir. Nasıl ki din hayatımızın her köşesine ve bucağına müdahilse ve bunu Allah adına yapıyorsa –zaten dinin asıl iddiası Allah’tan geliyor olmasıdır–. O bakımdan ben “İslamcılık” terimine şiddetle karşıyım. Din, müellifi Allah olan bir düzenin insana tercümesidir. İslamcılık ise bunun ideolojileştirilmesidir. Nasıl ki biz “Muhammedî” değilsek, Musevî ve İsevî yanlış deyimlerse aynı şekilde İslam’ı İslamcılık olarak veremezsiniz. Bu, dini insanileştirmek demektir. Dinin müellifini insan konumuna indirgemek demektir. İslamcılık, çok çağdaş bir fikirdir. Her şey ideolojileştirildi. Oysa bizim temel iddiamız nedir? Biz dine dayanmaktayız… Dine yaslanmaktayız. Din ise Allah’tan geliyor. Dinin asıl müellifi Allah Teâlâ’dır.”

Din kavramının Arapça’daki asıl anlamı başka, Şeriat’teki terim anlamı başkadır. Bugün halkın din kavramına yüklediği anlam da farklıdır. Duralı, din kavramına, halkın bildiği anlamda yaklaşıyor. Din kavramı en temelde mükâfat ve ceza anlamlarına gelir. Fatiha’daki “Din gününün sahibi, hâkimi” ayetinde de bu anlamı taşır. Yani, mükafat ve cezanın verildiği gün... Yusuf Suresi’nde “Yusuf a.s.’ın kardeşinin” hırsızlık suçundan alıkonulması meselesiyle ilgili olarak da, aslında “Melik’in dinine göre” bunun mümkün olmadığı belirtilmektedir. Burada din, hukuk sistemi ve kanunlar anlamına gelmektedir. Yani, genel anlamda din, ed-dîn değildir. Din kavramına Arapça’daki ve Kur’an’daki anlamıyla yaklaşırsak, mesela Türkiye’nin anayasası ve yasaları, bu devletin dinidir. Bunları yürekten, gönülden benimseyenlerin dini, bu anayasa ve yasalardır. (Bir fıkıh ıstılahı olarak din ise, Allah’ın vahiyle bildirdiği hükümler bütünüdür.) İslamcılık terimi ise, müslümanlar tarafından icat edilmiş değildir. İslamcı tabiri, İslam’ı sadece uhrevî konular, ibadetler ve birtakım gönüllü ahlakî davranışlarla sınırlandıran kişilere karşı aslında onun aynı zamanda bir hukuk sistemi ve bir dünya görüşü olduğunu söyleyenlere, İslam karşıtları tarafından takılmış bir yaftadır. Osmanlı’nın son döneminde İslamcı diye bilinen kişilerin hiçbiri, “Ben İslamcıyım” diye ortaya çıkmamıştır. Duralı’nın “Din, müellifi Allah olan bir düzenin insana tercümesidir. İslamcılık ise bunun ideolojileştirilmesidir” şeklindeki ifadeleri gereksiz.

Duralı hoca, konuşmasının sonlarında yine bir kelam ve itikat meselesine değiniyor:

“En baştaki sorunuza gelirsek, “bizde, baştan itibaren felsefeyle İslam arasında kavga var mıydı?” diye sordunuz. Hayır, bu bizim çağdaşçılarımızın bilmeden, cahilce dile getirdiği bir iddiadır. Bizde, İslam’la felsefe arasında bir çatışma olmamıştır. Gazzâlî, Meşşaî felsefeciler zümresini, dini inkâr ediyorlar diye değil; boylarından büyük işlere giriştikleri için tenkit etmiştir. Zekeriya er-Razî’yi bir yana koyarsanız, “varlık ezeli midir değil midir?”sorusunu soranlara Gazzâlî, “bunu soramazsın” diyor ki bence haklıdır da. Çünkü sen bunu çözemezsin. Çözemeyeceğin soruları felsefede soramazsın. Aynı şeyi Gazzalî’den bin yıl sonra Kant söylemiştir. Akılla çözebileceğimiz bir şey değil çünkü. Dine aykırılığı konuşulmuyor orada… Zaten dine aykırılığı da bence söz konusu değil; ben “varlık ezelidir” de diyebilirim. Varlık yaratılmadan önce ne vardı? diye soracaksınız. Allah’ın yaratma fiili, ezelî bir şey. Biz ona bir zaman sınırı koyamayız ama Allah her varlığı yaratmaktadır.”

 Öncelikle burada, felsefeden neyin anlaşıldığını dikkate almak gerekiyor. Gazalî döneminde, daha doğrusu birkaç asır öncesine kadar, felsefeden bugünkü anlamda konular değil, bütün aklî bilimler anlaşılıyordu. Mesela matematik, fizik, kimya, mantık, hendese, psikoloji, devlet idaresi, tıp vs., felsefenin kapsamına giriyordu. Fakat sadece bu değil, metafizik de felsefenin kapsamı içindeydi. Bunun yanı sıra, retorik vs. gibi edebiyat konuları da yine felsefecilerin ilgi alanı içinde kabul ediliyordu. Bu yüzden İmam Gazali, el-Munkızu min ed-Dalal’de, felsefenin bazı bölümlerine karşı çıkmamak gerektiğini belirtir. Felsefenin o dönemde İslam açısından tehlikesi, özellikle metafizik alanındaki değerlendirmelerin kelam ve tasavvufa sızmasıyla ortaya çıkmıştır. Aynı şekilde, Aristo mantığının konuları da, yukarıda geçen cüzi-külli ayrımında olduğu gibi, kelam konularına dahil oldu. Mesela, klasik mantık kitaplarını okuyan biri, Allah’ın ne cevher ne da araz olduğunu okur. Bu iki kavram da, felsefeden (Yunan) kelama geçmiştir. Günümüzde bu kavramlar ortadan kalkmış, yerini kuantum fiziği almıştır. Ama kelam kitapları genelde hâlâ yerinde saymaktadır. Felsefeyle İslam arasında kavga var mıydı sorusunun cevabı bir tane değil. Şayet matematikten söz ediyorsanız, böyle bir kavga yok. Ama metafizik söz konusu olduğunda, böyle bir kavganın bulunmadığı söylenemez. İmam Gazalî Tehafüt’ü boşuna yazmamıştır.

Duralı’nın “Zekeriya er-Razî’yi bir yana koyarsanız, ‘varlık ezeli midir değil midir?’ sorusunu soranlara Gazzâlî, ‘bunu soramazsın’ diyor ki bence haklıdır da. Çünkü sen bunu çözemezsin. Çözemeyeceğin soruları felsefede soramazsın. Aynı şeyi Gazzalî’den bin yıl sonra Kant söylemiştir. Akılla çözebileceğimiz bir şey değil çünkü. Dine aykırılığı konuşulmuyor orada… Zaten dine aykırılığı da bence söz konusu değil; ben ‘varlık ezelidir’ de diyebilirim” şeklindeki sözleri ise, çok önemli bir kelam tartışmasına işaret ediyor. Burada, alemin kıdemi meselesi ortaya çıkıyor.

Aslında Duralı, Allahu Teala’nın akılla kavranamayacağı konusunda yaptığı uyarıları da bu noktada unutuyor. Varlığın (burada kainat kastediliyor) ezelî olması fikri, Yunan düşüncesinden İslam felsefecisi olarak bilinen İbn Sina gibi isimler vasıtasıyla İslam düşüncesine (daha doğrusu müslümanların zihin dünyasına) taşınmıştır. İşte burada, aklın bu konuları çözemeyeceğini hatırlamak gerekmekte ve “Varlık ezelidir” gibi laflardan uzak durmak gerekmektedir. Varlık ezeli değildir, hâdistir, sonradan yaratılmıştır. Buna karşılık, felsefeciler, Duralı’nın sözlerinin devamında geçtiği gibi, “Ama Allah’ın yaratıcılık sıfatı ezeli değil mi; yaratılanlar ezeli değilse, yaratma sıfatı nasıl ezeli olabilir” anlamına gelen sözler sarfedeceklerdir. Burada mesele aklın değil, imanın alanına girmektedir. Akledemeyeceğini akletmek, idrak edemeyeceğini idrak etmek gerekmektedir. İnsan, Allah’ın sıfatlarının künhüne vakıf olamaz, onların niteliğini aklıyla çözemez. Varlık ezelidir iddiası, aslında varlıktan bağımsız bir zaman düşüncesine sahip olmaktan kaynaklanmaktadır. Zamanı da Allah yaratmıştır. Allah, zaman ve mekandan münezzehtir. Einstein’ın zamanı uzayın (uzam) dördüncü boyutu olarak göstermesi, zamanın uzayın yaratılışıyla başladığı fikri bu açıdan önem taşıyor. Zaman ve mekan (uzay) bir bütündür. Zaman, mekanla birlikte başlamıştır. Zaman yokken bir ezelilikten söz etmek, varlık ezelidir demek abestir. Allahu Teala ise zaman ve mekandan münezzehtir. Varlık ezelidir demek, Yaratan ile yaratılan arasındaki farkı unutmak anlamına gelir.

Duralı’nın ve İsmet Özel’in Türk kavramıyla bir ırkı kastetmemesi meselesi ise, Türk kavramının inançsal bir karakter kazanmasıyla ilişkilidir. “Ne mutlu Türküm diyene” sözü de böyle bir anlam taşıyor. “Ne mutlu Türk olana” denilmiyor. Müslümanım dediğiniz zaman müslüman olur gibi, Türküm dediğiniz zaman Türk oluyorsunuz. Bu, ulusçuluğun dinin yerini alması anlamına geliyordu. Anayasa’daki “Devletin dini, din-i İslam’dır” maddesinin kaldırılması ve laikliğin getirilmesinden sonra, tıpkı bir din gibi insanların benimseyebildiği bir Türklük tanımı geliştirildi. Fakat bu, tutmadı. Laik bir Türklük tanımı istenen sonucu vermeyince, şimdi İslam’la özdeşleştirilen bir Türklük tanımıyla, birilerinin kendilerini Türk ilan etmesi sağlanmaya çalışılıyor olabilir.

Bu noktada Duralı’nın çelişki de sergiledi görülüyor. Mesela Yahudiler’i dini kendi tekellerine almaya çalışmış olmalarından dolayı suçluyor. İslam’ı Türklüğün bir vasfı haline getirmeye çalışmak daha mı farklı birşeydir?! Bu, yahudiler gibi din tahrifçiliği yapmak değilse, nedir peki?

Allah’tan korkmak gerekiyor.

Darulhikme’nin e-posta grubunda yukarıdaki ifadeleri paylaşmıştım.

Görüldüğü gibi Duralı İslamcılığa vurmayı da ihmal etmemişti.

Cahilliğinden mi yapıyordu bunu, yoksa derin projenin akademideki temsilcisi (ajanı, acentası) mıydı, bilemem.

En iyi ihtimalle bir şaşkındı.. Sadece cahil değil, ne yaptığını bilmeyen bir gafil.. En iyi ihtimalle.

Ancak, söz konusu platformda üç harflilerin ona canhıraş biçimde sahip çıkmış olmaları "en iyi ihtimal"i zayıflatıyordu.

*

Gerçekte İslâm’ın protestanlaştırılması ya da yahudileştirilmesi türünden isimlendirmeler yerine batılı taklit, kâfirlere benzeme ya da bid’at gibi kavramları kullanmak daha doğrudur.

Bununla birlikte, yıllardır İslâm’ın protestanlaştırılmasından söz edenlerin bir kısmının, şimdi, kendi kavramsal modelleri çerçevesinde İslâm’ı yahudileştirenler olarak ortaya çıktıklarını belirtmek gerekiyor.

Çünkü, İslâm ile Türklüğü özdeşleştirme çabası, tam da Yahudilik’te olduğu gibi dini belirli bir ırkın tekeline vermekten başka birşey değil.

Ancak, gerçekte mesele çok daha karmaşık.. Çünkü, Protestanlığın bizzat kendisi de bir tür Hristiyanlığın yahudileştirilmesi faaliyetidir.

Bu, iki açıdan böyledir: Birincisi, Protestanlık, Yeni Ahid’in (İncil) yanı sıra Eski Ahid’i (Tevrat) de referans almaya başlamıştır.

İkincisi, Protestanlık, Avrupalı kavimlerin kendi tekellerinde ayrı birer Hristiyanlık icat etmelerinin önünü açmıştır: Kiliseler ve din millîleştirilmiştir.

Benzer şekilde İncil de çevirileri vasıtasıyla millîleştirilmiştir.

Bu yüzden, bir taraftan protestanlaşma eleştirisi yapıp diğer yandan da “Müstakim Türklük” vs. icad edenler, “Müslümanın kâfirle cihad edenine Türk denir” türünden gülünç vecizeler uyduranlar için, “Ol mahiler ki derya içreler, deryayı bilmezler” demek gerekiyor.

*

Aslında Teoman Duralı’nın görüşlerini bu kadar ayrıntılı biçimde tartışmak istemiyordum.

Başta kısaca bir değinip geçmiştim.

Ancak, bir başka üç harfli bana cevap sadedinde şu paylaşımı yapmıştı: 

Seyfi bey! gönderdiğiniz yazıların büyük bir kısmını okudum. Bu üslup da ki yazılara -matlup olarak kabul etmememize rağmen- aşinalığımız vardır(Elhamdülillah). Şaban T. Durali hocanın "ilmi yetkinliğini" tasvip ediyor olmanız sizin adınıza mühim bir gelişme olsa gerektir. Yalnız; "İngiliz-yahudi medeniyeti" kitabına atıfta bulunmanız ve "batı felsefesine yönelik eleştiri ve batı düşüncesiyle ilgili değerlendirmeleri nazar-ı itibara alınabilir mealinde ki ifadeleriniz hocanın; "Omurgasızlaştırılmış Türklük" kitabında ve "Rıhle dergisine" verdiği mülakatında ki fikir ve tespitlerine bigane kaldığınız, tasvip etmediğiniz anlamı taşımıyor mu? Hocanın geliştirdiği fikir ve tespitleri katagorize ederek -hakkaniyete muadil- davranmadığının farkında mı'sınız? Hocanın, "Omurgasızlaştırılmış Türklüğü" izah edip, eleştirdiği fikirlerini geliştirerek, "Omurgalı Türklüğün" mustakimliği ve kaçınılmazlığı merhalesine yaklaşmasından pek hoşnut olmadığınız intibaını veriyorsunuz. Bunun farkındasınızdır her halde! Bir de hocayı "entelektüel" olarak tasvif etmişsin. Bizim nezdimiz de; -piyasada mebzul miktarda bulunan- "entelektüel nitelendirmesiyle" takdim edilen tiplerin hiçbir "kıymet-i harbiyesi" yoktur. Ancak; "Muhakkik, İlim ve Hikmet Erbabına" itibar ederiz. Öyle biline...

"Vahdet-i Vucut" meselesisini erbabına havale ederek, -uzun uzadıya- yazdığınız eleştirilere geçelim. Günümüzden 16. sene önce(1994. yılında) yayınlatmaya muvaffak olamadığınız -bu kadar İsmet Özel düşmanının arz-ı endam ettiği bir vasatta yayınlatamama iddianızda da bir gariplik olsa gerektir!- yazınızı "bil vesile" takdim etmeye kalkışmanızın sebeb-i hikmeti nedir? Üstat "Kalın Türk" kitabının son kısmında der ki; "Kişinin İmanı da, Türklüğü de GEVREYEBİLİR, bu halin güçlendirilmesi matluptur, iyidir." Görünen o ki; Üstat bu zaman zarfında "İmanını ve Türklüğünü" geliştirip, güçlendirmiş. Maalesef sizde "matlup olmayan" bir ruh hali üzre yerinde saymışsınız. Müstefid olmanız ümidiyle Üstadın "son dönemlerde yazdığı" bir makalesini (geniş malumat www.ehlimekke.com 'da;) iftiharla takdim ediyorum. Kalın sağlıcakla...

"TÜRKİYE'DE KİM, NEREDEN NEREYE GELDİ?" İsmet Özel

Türkiye'de kim, nereden nereye geldi?...

(merdivenşiir dergisi- Eylül-Ekim 2006- Sayı:10)

 *

E-posta grubunda görev icabı bulunduğu izlenimi veren bir şahsın İsmet Özelcilik yapması benim için şaşırtıcı değildi..

Özel’in, Türkiye’deki İslâm anlayışını sulandırma dışında bir hizmetinin bulunmadığını çok iyi biliyordum.

Onun solculuğu bırakıp Müslümanların safına geçtiği sıralarda Türkiye için öncelikli tehdit Sovyet yayılmacılığıydı.

Bu yüzden, onun gibilerin “hidayete ermesi”, derin güçler ve onun sözünü çok ettiği “dünya sistemi” için önemsiz birşeydi.

Komünizmin çöküp İslâm’ın tek alternatif haline geldiği bir zamanda ise, Türklük’ten söz ederek ırkçılığa yatay geçiş yapmıştı.

Komünizm sempatizanlığının Türkiye’de revaçta olduğu 1970’li yıllarda İsmet Özel’in İslâmcıların safına geçmesi, onun haddinden fazla önemsenmesine ve şımartılmasına yol açmıştı.

Solcular arasında önemsenmeyen biriyken, İslâmî kesimde ona “büyük İslâm düşünürü” muamelesi yapılır olmuştu.

Ancak, bu “düşüncesiz düşünür”, hiç de yeri ve zamanı değilken “Üç Mesele”si ile teknoloji aleyhtarlığı yaparak Müslümanları lüzumsuz bir konuyla meşgul etmişti.

Ayrıca medeniyet kavramını hedef almış, bir İslâm medeniyetinden söz eden herkesi ürkütmüştü.

Türklüğü de, Türkiye’yi de, Türkiye’deki siyasal partileri de aşan koskoca bir “medeniyet”in yerini, onun “Üç Masal”ında, gayrimedenî ve teknoloji konusunda taş devrini savunan bir ucube alıyordu.

Bin 400 yıl öncesine ve hatta Hz. Adem’e uzanan bir tarihin yerini, 1970’lerde başlayan bir köksüzlük işgal ediyordu.

İsmet Özel’in “büyük İslâm düşünürlüğü” işte böyle birşeydi. Bu kahve dövücünün hınk deyicileri de, İsmail Kara gibi dirayet bakımından zayıf rivayet ehli ile solcu özentisi kompleksli gençlerdi.

Soğuk Savaş bitip Batılılar kızıl tehlikenin yerine yeşil rengi oturtunca da, bizim İsmet Özel, yandan çarklı vapurunu birden bire “kalın Türklük” limanına doğru pupa yelken koşturmaya başlamıştı.

Bu “kalın döneklik”, ardındaki kompleksli güruhun bir bölümünü eli böğründe bırakmış, dönme kabiliyeti gelişmiş olanların da birden bire Türklüğün faziletlerini keşfetmeye başlamalarına yol açmıştı.

Şimdi, söz konusu e-posta grubunda, benden, İsmet Özel’le onun “dava arkadaşı” Teoman Duralı’nın “müstakim Türklük dalaveresinin” ehemmiyetini takdir etmem isteniyordu.

Bu dalaverenin ehemmiyetini takdir etmiş, bu çirkin toplum mühendisliği projesini hazırlayanların kimler olduğunu anlamıştım elbette.

Söz konusu ajana cevap verirken, mesajına eklediği İsmet Özel’e ait yazıdaki ifadeleri de tartışma konusu yapmıştım:  

İlk mesajımda, düşüncelerinizi seviyeli bir şekilde ifade etmiş olmanızdan duyduğum memnuniyeti belirtmiştim. Şimdi ortaya çıkan seviyesizlik, doğal olarak, memnuniyetimi ortadan kaldırmış bulunuyor.

Son mesajım oldukça kısa ve netti. Dua, davet (çağrı) ve dava kelimelerinin aynı kökten geldiğini belirtmiş ve sadece bir ayet-i kerime meali aktarmıştım.

Öyle anlaşılıyor ki, ayet-i kerime canınızı sıktı.. Biraz daha canınız sıkılacak ama, şunu söyleyeyim, ancak Allah’a çağıranların yanında yer almak isterim. “Müstakim Türklük” diye uyduruk ve batıl bir davanın peşine düşmekten ise, Allah’a sığınırım.

Ne diyordu Osman Gazi, oğlu Orhan Gazi’ye: “Bizim davamız, Allah’ın sözünü yüceltme (ila-yı kelimetullah) davasıdır; kuru cihangirlik kavgası değildir.”

Bu müstakim Türklük vs. davalarının iki açıklaması olabilir: Birincisi, böylesi iddiaları ortaya atanlar, neyi savunduklarını bilmeyen kafası karışık insanlardır. İkincisi, bu sahte davalar, sahih İslâmî düşünce hareketlerini, statükonun ve resmî ideolojinin değirmenine dolaylı olarak su taşıyan sulandırılmış hareketler haline getirmek için planlanmış birer toplum mühendisliği projeleridir.

Müstakim Türklük davası yaygaralarının hangi kategoriye girdiğini bilemem... Muhtemelen birincisidir.

Şimdi gelelim ifadelerinize.

“Şaban T. Durali hocanın ‘ilmi yetkinliğini’ tasvip ediyor olmanız sizin adınıza mühim bir gelişme olsa gerektir.”

Bence siz önce, Durali değil, Duralı olduğunu öğrenmelisiniz. Önceki mesajınızda da bu şekilde yanlış yazmıştınız. Duralı’yı okumuş olduğunuzdan da emin değilim..

Devam ediyorsunuz:

“Yalnız; ‘İngiliz-yahudi medeniyeti’ kitabına atıfta bulunmanız ve batı felsefesine yönelik eleştiri ve batı düşüncesiyle ilgili değerlendirmeleri nazar-ı itibara alınabilir mealinde ki ifadeleriniz hocanın; ‘Omurgasızlaştırılmış Türklük’ kitabında ve ‘Rıhle dergisine’ verdiği mülakatında ki fikir ve tespitlerine bigane kaldığınız, tasvip etmediğiniz anlamı taşımıyor mu? Hocanın geliştirdiği fikir ve tespitleri katagorize ederek -hakkaniyete muadil davranmadığının farkında mı'sınız? Hocanın, ‘Omurgasızlaştırılmış Türklüğü’ izah edip, eleştirdiği fikirlerini geliştirerek, ‘Omurgalı Türklüğün’ mustakimliği ve kaçınılmazlığı merhalesine yaklaşmasından pek hoşnut olmadığınız intibaını veriyorsunuz. Bunun farkındasınızdır her halde!”

Farkında değilim, çünkü olmayan birşeyin farkına varılamaz. Açıkçası, Türklüğün omurgalısı ya da omurgasızı arasında ayrım yapmak için yazılmış kitapları boş ve gereksiz buluyorum. Şimdi birisi çıkıp omurgalı Kürtlük ve omurgasız Kürtlük diye ayrım yapıp, kendince omurgalı Kürtlüğü savunursa, buna alkış mı tutacağız?!. Kürtlükten bahsetmek, son tahlilde Kürtçülüktür; Kürtçülüğün de omurgasızı ile omurgalısı bence birdir. Bu, Türklük için de geçerlidir.

Kavramlar meselesinin önemini uzun uzun anlatmıştım. Anlaşılıyor ki, okumamış ya da anlamamak için çaba sarfetmişsiniz.

Bakın, kullandığınız kelime ve kavramlar, bir hedefe ulaşmak için kullandığınız taşıt ve vasıtalara benzer. Şayet bir gemiye binerseniz, varacağınız hedef ancak bir liman olabilir; bir havaalanına ya da tren istasyonuna ulaşma şansınız yoktur. Türklük kavramıyla da varacağınız yer, dönüp dolaşıp ırkçılık bataklığı olacaktır. Giderken seyrettiğiniz güzel manzaralar sizi aldatabilir, fakat bataklığın kokmuş çamuruna gömüldüğünüzde o manzaraların bir faydası olmayacaktır.

Duralı’nın “Omurgasız Türklük” kitabını okumadım, okumayı da düşünmüyorum. Rıhle dergisindeki mülakatından da haberim yok. Görsem muhtemelen okurdum. Bu platformda gördüğüm kısa bir söyleşisiyle ilgili değerlendirmelerimi yazmıştım. Bundan önce, onun en son, Yeni Şafak’ta çıkan bir söyleşisini okumuştum. Duralı için şunu söyleyebilirim: İslamî bilgisi yetersiz. İbn Arabi’yi falan da anlamış değil. Kullandığı kavramlar da yanlış.. “İslam’ın iyi tarafı vahşetiymiş”.. Bunu özel bir anlamda kullanıyor, fakat yine de yanlış.. İslam’ın esası, temeli, tevhiddir. Tevhid, Allah’a davete (davaya) adı ne olursa olsun beşerî kirleri bulaştırmamayı da tazammun eder. İslam kelimesinin kendisi bir defa barış anlamı taşır ve vahşetle ilgisizdir.

Devam ediyorsunuz:

““Bir de hocayı "entelektüel" olarak tasvif etmişsin. Bizim nezdimiz de; -piyasada mebzul miktarda bulunan- "entelektüel nitelendirmesiyle" takdim edilen tiplerin hiçbir "kıymet-i harbiyesi" yoktur. Ancak; "Muhakkik, İlim ve Hikmet Erbabına" itibar ederiz. Öyle biline...”

Entelektüel değil diyorsanız, varsın öyle olsun. Fakat ne muhakkiktir, ne de ilim ve hikmet erbabıdır.. İlim ve hikmet bu kadar ucuz mu?! Duralı İslamî ilimler adına ne bilir?!.. Onunla ilgili mesajımda ifadelerinin yanlış olduğunu göstermiştim..

Devam ediyorsunuz:

“Günümüzden 16. sene önce(1994. yılında) yayınlatmaya muvaffak olamadığınız -bu kadar İsmet Özel düşmanının arz-ı endam ettiği bir vasatta yayınlatamama iddianızda da bir gariplik olsa gerektir!- yazınızı "bil vesile" takdim etmeye kalkışmanızın sebeb-i hikmeti nedir?”

Sebeb-i hikmeti, İsmet Özel’in de nedense Türklük davası ile ortaya çıkmış olmasıdır. Nasıl yayınlanmadığını söyledim. Aslını öğrenmek gayet kolay; Kenan Çamurcu’ya sorabilirsiniz. Bunu bile düşünemediniz mi?! Daha sonra iki başka dergiye daha gönderdim, onlar da yayınlamadı. Sebep aslında aynı.. Fakat aslında şunu sormanız gerekirdi: Neden İsmet Özel, yazımı Kenan Çamurcu kendisine gösterdiğinde tepki koydu, yayınlanmasına engel oldu? Şayet düşüncelerine güveniyorduysa, eleştirimizin yayınlanmasına engel olmaz, karşılık olarak bir cevap yazardı. Neden bunu yap(a)madı da, yazımınız yayınlanmasına engel oldu?

Sence bunda bir gariplik yok, değil mi?..

Devam ediyorsunuz:

“Üstat "Kalın Türk" kitabının son kısmında der ki; "Kişinin İmanı da, Türklüğü de GEVREYEBİLİR, bu halin güçlendirilmesi matluptur, iyidir." Görünen o ki; Üstat bu zaman zarfında "İmanını ve Türklüğünü" geliştirip, güçlendirmiş. Maalesef sizde "matlup olmayan" bir ruh hali üzre yerinde saymışsınız.”

Başkalarının ruh hali üzerinde yorum yapmak, aslında, daha önceki mesajlarımda dile getirdiğim şekilde, cevap verme noktasında ortaya çıkan aczin sonucudur. Ben de senin ruh halin hakkında bir sürü şey söyleyebilirim, fakat bunu çirkin buluyorum. Çirkinleşmede sana ortak olmak istemiyor, seni çirkin üslubunla başbaşa bırakıyorum.

Ancak, kitabının adına bakılırsa, İsmet Özel de bir “kalın Türk”.. Onun görüşleriyle ilgili yazılarımı “bütünüyle” okursanız, onun gerçekten kalın (kafa dahil her bakımdan kalın) bir Türk olduğunun ispatlandığını görürsünüz.

Senin üstadının, Türklüğünü geliştirip güçlendirmesine gelince... Bir Kürt de, Kürtlüğünü geliştirip güçlendirmeye çalışınca ortaya neler çıktığını işte görüyoruz..

Gelelim İsmet Özel’in “iftiharla sunduğun” yazısına...

Özel şöyle diyor:

“1908 yılı bazı bakımlardan dönüm noktasıdır. Bir yeni dönemden, Türkiye'nin sistem içinde az gelişmiş bir ülke olarak yer aldığı tarihi gösteren başlangıçtan söz edebiliriz. Bilhassa o tarihten sonra ülkemizde "az gelişmiş ülke aydınları" zuhur etti. Onlara "münevver" denirdi. Münevverler iştigal sahası olarak kendilerine öyle yerler seçtiler ki, çok geçmeden Türkiye "az gelişmiş aydınlar ülkesi" haline geldi. Okur yazarların omuzları üzerinde Türkiye'ye dünya sistemi içinde yer açan "uhuvvet" reformları yükseldi. Enverland'a Enver İmlâsı geldi. Neler olduysa, iyi-kötü yapılan her şeye aydınlar ön ayak oldu. "Taraflar vardı; tarafların birbiri arasında Türkiye'yle irtibatları bakımından fark yoktu." "Benden sonra tufan" anlayışıyla hareket ettiklerini tahmin etmek kolayınıza gelebilir. Hayır, öyle yapmadılar. Hepsi, "batan geminin mallarına müşteri bulmakla" meşgul oldu. Anlaşılan, epeyce büyük bir gemi batmıştı. 12 Eylül 1980 askerî darbesi Türkiye'de aydının yerine getirdiği vehm olunan işlevi paçavraya çevirdi.”

Yukarıdaki ifadeler, bir İsmet Özel klasiği.. İsmet Özel’i İsmail Kara, en özgün İslamcı düşünür ilan etmişti.. Hayır, İsmet Özel, Türkiye’deki İslamcılık olarak adlandırılan düşünce akımının en büyük şarlatanıdır. Aslında, daha önce gönderdiğim yazılarda, fikir olarak boş olduğunu, Allah’ın izniyle, matematiksel bir kesinlikle göstermiştim.

Fakat İsmet Özel, bundan daha fazla birşeydir.. Hiçbir zaman risk almaz.. Yazıp söyledikleriyle bir yandan üst perdeden atıp tutar, fakat tehkileli sulardan acaip bir kurnazlık ve ustalıkla uzak durur..

Kurnazca Enver’den bahsediyor.. Peki Mustafa Kemal nerede?.. Bu kurnaz, Mustafa Kemal hakkında ne düşünüyor?... Bugün ortada Enver imlası yok ki... Enver’e Mustafa Kemal de karşıydı, hatta en büyük rakibiydi...

Vatandaş, 1908’de başlayan Meşrutiyet’i diline doluyor, oradan ustaca 1980’e atlıyor.. Daha önce gönderdiğim yazılarda geçtiği gibi, İsmet Özel, aptalların sayıca çok olduğunu düşünüyor. Nasıl olsa, sayıca çok olan bu aptallar, onun kurnazlığının farkına varmayacaktır.

Kaldı ki, 1908 gerçekte bir başlangıç değil, bir sonuçtur.. Adam, bunu da bilmiyor veya bilmezden geliyor..

Özel’in aşağıdaki ifadeleri ise, kendisinin aynadaki görüntüsünden ibaret. Aslında kendisini anlatıyor:

“Çeyrek asır var ki Türkiye gemisi yüzer görünüyorsa, bu görüntü "Lumpen Intelligentsia"(batı özentisi güruh) yakıtıyla sağlanabiliyor. Sistemin bile isteye türettiği, doğrudan veya dolaylı olarak "yetiştirdiği" bu insanlar kendilerine ister akademik çevrelerde, isterse basın-yayın piyasasında yer açmış olsunlar, "samimi oldukları konuda ciddiyetlerini koruyamıyorlar; bir şekilde ciddiyet kespettikleri zaman ise samimiyetlerinden söz etmek mümkün değil." Okur-yazar takımı "kendi etti, kendi buldu," derseniz, yanıldınız. "Ne ekmişti ki aydın zümre, ektiğini biçmiş olsun?" Aydın zümrenin aşağı istikamette geçirdiği değişim onların takipçileri, hayranları eliyle gerçekleşti. Bir yükselme vuku bulsaydı sebebin aynı elden doğduğunu söyleyecektik. Çünkü değişim için gerekli gizli güç takipçilerdedir. "İbreyi harekete onların neyi kabul veya redd ettikleri geçirdi." Tıpkı üretim birimlerini satış bölümünün yönlendirmesi gibi "söz piyasası da köşeyi dönmekle şartlandırılmış takipçilerin sultasında şekillendi.”

Evet, takipçilerin sultası...

İsmet Özel, yaptığı şeyin farkında olduğu için, durumunu çok güzel anlatıyor:

Türkiye'de bir tavır olarak başkaldırı göremezsiniz." Yerküre üzerinde; "Türkiye söz söyleyenden ziyade kendisine söz dinletilenlerin etkin olduğu yegâne ülkedir." Normal olmayan bir tarzda ilerlemesine sebep olan hususiyetlerinden birincisi budur. "Başka bütün ülkelerde muhalefetin açtığı yolu, Türkiye'de muvafakat açar." Bu sebeple takipçi konumunda olanları kafeslemeyi kim başardıysa Türkiye'nin hakkından gelmeyi başaran da hep o olmuştur. Söz dinleyenlerin gücünden çekinildiği için Türkiye'de gerçekler "malı götürenlerin" işine yaradığı kadar ve ancak o zaman ortaya sürülür veya dökülür.”

Ancak bu kadar güzel anlatılabilir.. Türkiye’de bir tavır olarak başkaldırı göremezsiniz.. Siz, tutup adamın laflarının boş olduğunu delilleriyle ispatlarsınız, derginin yayın yönetmeni ise, eleştirilen kişiden izin alma ihtiyacı duyar. Neden? Çünkü bir tavır olarak başkaldırı yok.. İsmet Özel, takipçi konumunda olanları kafeslemeyi başardığı için, siz, sesinizi duyuramazsınız. İşte bu nedenle, yine Özel’in söylediği gibi, “Türkiye’de gerçekler, ‘malı götürenlerin’ işine yaradığı kadar ve ancak o zaman ortaya sürülür veya dökülür”. Malı götüren İsmet Özel, Milli Gazete’de niçin yazdığını açıklarken, mal götürmekle olan ilişkisini samimi bir şekilde itiraf etmişti. Bilenler biliyor...

Devam ediyor İsmet Özel:

“Bugün bir bunalım içindeysek, bu bunalımı takipçilerin kendilerini "üstün nitelikten kaçma" suretiyle takipçi olma hevesine kaptırmaları doğurmuştur.”

Evet, aynen böyle.. Ne de olsa takipçilik kolay; kafa konforunuzu bozmanız, düşünmeniz, kafa yormanız gerekmiyor.. Üstadınız adına sağa sola hakaret edince, “kalın”lığınızı göstermiş oluyorsunuz.

İsmet Özel’in yukarıdaki sözlerinin hemen ardından sarfettiği laflar ise, sadece ellerinin değil, kafasının da titrediğini, biraz daha titreyip kendisine gelmeye ihtiyacının bulunduğunu ortaya koyuyor:

“Artık onlar "hasm-ı câlî"(sahte düşman) terkibini işitmez, işitecek olsa da umursamaz. Takipçi olmak soylu olmayı, bir soyu, bir boyu olmayı gerektirir. "Takipçilikten, takipçiliğe mahsus üstün niteliklerden vazgeçmek ise apaçık soysuzluk emaresidir." Böylesi kabuller altında bu yazıyı titrek bir elle yazıyorum.”

Devam ediyor İsmet Özel:

“Artık, yalnız Türkiye'de değil, bütün dünyada okur diye adlandırılan kalabalık, yazılan şeyler "boş bir gevezelik" olmadığı taktirde asla okumayacak olan bir güruhtur.”

Böylece, Ali Yaşar Altındal gibilerin neden İsmet Özel okudukları da ortaya çıkmış oluyor.

Burada da bırakmıyor Özel:

“Yazı dünyasının hiyerarşisi kasıtlı olarak yok edildi. Beteri de gecikmedi: Bir zamanların takipçileri "kendilerine duydukları saygıyı" kaybettiler. Nicedir yazı dünyasına "tribünlere oynamak" tavrı hükmediyor. Bu furya beni de sürüklesin mi? Ben bu yazıyı yazma sıkıntısına, "Türkiye'nin güme gitmesi için uğraşanlar karşısındaki savaşın" ne yapıp yapıp verilmesi gereğine inanmasaydım, girmezdim.”

Hiyerarşiden kastettiği, Kenan Çamurcu üzerindeki etkisiyle yaptığı sansür türünden şeyler olmalı.. Tribünlere oynamaya gelince, daha önce gönderdiğim yazılarda geçtiği gibi, gerçekte İsmet Özel, “Benim şiirimdeki siyasi terminoloji aptallar içindir” diyebilmiş biridir. Ona göre, aptalların sayısı çok olduğu için onlara prim vermek (tribünlere oynamak) gerekmektedir. Yukarıdaki “Bu furya beni de sürüklesin mi?” ifadesi ise, yalancılık ve gösterişçilikten, sahte dürüstlük gösterisinden başka birşey değil..

Aslında, Özel’in bir sonraki cümlesi, gerçekte tribünlere oynamanın da ötesinde, sansasyon üretmeye uğraştığının itirafı niteliğinde:

“Yazdıklarımın sansasyon düşkünü düşük zevat dışında kimin işine yarayacağını kestiremiyorum.”

Bu, Ali Yaşar Altındallara yönelik bir iltifat: Sansasyon düşkünlüğü...

Özel’in son cümleleri ise şöyle:

“Milliyetçilikle, milliyetçilik diye yutturulan ve semeresi Türklerin esaretiyle sonuçlanan şey arasındaki farkı algılayamamış insanlar nereden icazet almış olurlarsa olsunlar karanlıktır. (Murat Belge'nin Şahitliği Caiz Değil – yazısından alınmıştır) merdivenşiir dergisi- Eylül-Ekim 2006- Sayı:10”

Bu sözlerin ne anlama geldiği açık.. Milliyetçiliğin iflasını kabul etmemiz istenmiyor.. Bize deniliyor ki; bakma sen böyle olduğuna, aslında bu milliyetçilik değil, milliyetçilik diye yutturulan birşey... Asıl milliyetçilik başka; mukaddes mi mukaddes... Sen milliyetçilikten vazgeçme..

Yutarsanız tabiî.

 *

Benim bu cevabım üzerine bir başka üç harfli devreye girmiş bulunuyordu. Ya da aynı üç harfli başka bir ismi kullanmaya başlamıştı, bilemiyorum.

Duralı’yla ilgili ilk paylaşımım şöyleydi:

Duralı’nın İngiliz-Yahudi Medeniyeti kitabı ile Harun Yahya’nın Yeni Masonik Düzen kitabının temel tezleri hemen hemen aynıdır. Birincisi biraz daha felsefî, ikincisi ise tarihseldir. İkincisinin son kısımları güncel ve dağınıktır ve bazı önemli hatalar içerir.

İbn Arabi’ye vahdet-i vücud meselesinde İmam-ı Rabbani’nin verdiği cevap yeterlidir. İbn Arabi yanlış bir görüşü savunmuştur. Daha sert cevap verenler de vardır, Allame Taftazanî ve Aliyyül-Kari rh. a. gibi..

Duralı diyor ki: “Biz bugün  bir kavramlar curcunası içerisinde yüzüyoruz. Dünya kadar kavram var! Herkes bir kavram üretiyor. Bu son derece zararlıdır. Nasıl ki para çok arttığında iktisat zayıflar/ bozulur, kavramlar da çok arttığında düşüncenin insicamı bozulur.  Mesela '' insan hakları'', ''hayvan hakları'', ''demokrasi'' vd... Bunlar lüzumsuz şeyler. Adalet diye bir kavram var. Tarifi de muhtevası da kesin ve sarih bir kavramdır.”

İtikadî konularda kavram üretmek çok daha zararlıdır. Vahdet-i vücud gibi kavramların hiçbir yararı olmamış, zararı ise hadsiz hesapsız boyutlara ulaşmıştır.

Yine Duralı diyor ki: “Yeniçağda, bilhassa insancıllık/ hümanizmada aklın Allah'a giden kablosu kesildi. Gazali felsefeyi İslam'a yedirmiştir. Batıda ise Hıristiyanlık felsefeye yedirilmiştir.”

İbn Arabi de tasavvufu felsefeye yedirmiştir. TDV İslam Ansiklopedisi’nde Prof. Mahmut Kaya’nın İbn Arabi ile ilgili olarak yazdığı madde bu konuyu yeterince açıklıyor. Mahmut Kaya, belirli ölçüde medrese temeli de olan biridir.

Yine Duralı diyor ki: “Hz. Ali'nin tek hatası, devlet başkanı olmaya soyunmaktı. Çünkü onun mizacında bir adam siyaset yapamaz. Samimi, saf bir insan.”

Bu da tarihsel gerçeklere aykırı. Hz. Ali, halifeliği kabul etmeye mecbur kaldı. Hz. Ebubekir, Hz. Ömer ve Hz. Osman samimi ve saf değil miydi?! Hz. Ali’nin siyasetinin başarısızlığının başka nedenleri vardır.

Yine Duralı diyor ki: “Ahlaklı yaşama, insanın başarabileceği en zor iştir. Çünkü ahlak'ı yaşama, elini eteğini dünya nimetlerinden uzak tutmaktır.”

Bu, zühddür, ahlâk değil. Hz. Süleyman dünya nimetlerinden uzak durmamıştır, ama ahlâklıdır. Dünya nimetlerinden uzak durduğu halde insan ahlâksız da olabilir. Mesela bununla amacı insanları etkilemek, zahid olarak tanınmak olabilir. Bu, sahtekârlıktır.

Yine Duralı diyor ki: 

Cahil kaldığımız ölçüde korunuyoruz. Okuduğumuz ölçüde cahil kalıyoruz. Okumak kendi başına bir fazilet değildir. Şüphe nasıl ki felsefenin baş şartıysa, yöntem/metod da öyle bir şeydir. Yönteme bağlı okumadığın takdirde bu okuma hiçbir şey ifade etmez. Kafan karmakarışık olur. En zararlı işlerden bir tanesi gelişi güzel okumaktır. Yol göstereceksiniz. Tabii yol gösterecek adamın yol biliyor olması lazım. Bilmiyorsanız sorarlar: “Falanca apartman, falanca sokak nerede?” derler. Adam bilmeden söylüyor ve insanlar mahvoluyorlar. Ondan sonra dolap beygiri gibi dönüyorlar ortalıkta. Okuyacağın kaynak özüyle, sözüyle doğru olmalı. Çok okuyan adam... Hayır, özlü okuyan adam!... Yöntemli okuyan adam!... Her şeyde olduğu gibi yöntemin başında da akıl vardır. Akıl da kendi başına işlemez; yolları akla gösterecek insana ihtiyaç vardır.”

Bu sözler, özü itibariyle kısmen doğru olmakla birlikte aşırılık içeriyor. Cahil kaldığımız ölçüde korunduğumuz söylenemez. Ancak, hadiste belirtildiği gibi, “İlmin bazısı cehalet, sözün bazısı yorgunluktur”. Ancak, cahil kaldığımız ölçüde korunduğumuz söylenemez. İlim, çok önemlidir. Okumak kendi başına bir fazilet olmamakla birlikte, Kur’an’ın ilk emrinin oku olmasının bir hikmeti vardır. Ama, Duralı’nın söylediği gibi, yöntem önemli. Diyor ki Duralı: Okuyacağın kaynak, özüyle sözüyle doğru olmalı. Bu, mesela İbn Arabi’nin kitapları için de geçerli. Çok okumak tek başına fazilet olmadığı gibi, çok yazmak da değildir. Önemli olan doğru şeyler yazmış olmaktır.


SELANİKLİ MUSTAFA ATATÜRK’ÜN VAHİDEDDİN'E GİZLİ İHANETİ

  UĞUR MUMCU'NUN DİLİNDEN KARABEKİR-ATATÜRK KAVGASI – 38   Önceki bölümlerde, Selanikli Mustafa Atatürk’ün mütareke döneminde 13 Kasım ...