İlahiyatçılar
taifesinin modernist/yenilikçi/güncellemeci geçinen
“düzen”baz tarihselci soytarıları, tıpkı Fethullah ve
Fethullahçılar (FETÖ) gibi iki ip üzerinde oynamaya çalışan canbazlar
durumundalar.
İplerden biri
yerli-milli, ırkçı-milliyetçi ve de vatanperest laik Kemalist
düzenbazlık..
Diğeri ise çağdaş
yahudi-hristiyan uygarlık mavallarının “dinler üstü” bilimciliği, evrenselciliği,
“ümmetçilik üstü” insancılığı ve akılcılığı..
Ancak, bir ipte iki
canbaz oymayamayacağı gibi, bir canbaz da iki ip üstünde oynayamaz.
Nitekim Fethullah,
iki ip de ayaklarımın altında diye sevinirken tepesi üstü düşüp kafasını gözünü
parçaladı.
Tarihselci modernist
ilahiyat soytarıları da aynı tehlikeyle karşı karşıyalar.
Bir taraftan
Atatürkçü/Kemalist düzenin derin ağababalarıyla flört halindeler, diğer
taraftan tarihselcilik maymuncuğunu kendilerine hediye eden
Batılı papazlara göz kırpıyor, cilve yapıyorlar.
Ancak, Akparti-FETÖ
kapışmasından (derin devletin "eski komünist" ulusalcı Kemalist
kanadının Akparti-FETÖ kapıştırmasından) sonra ağırlığı Kemalist
düzenbazlığa vermiş gibi görünüyorlar.
Gönülleri papazların
süslü elbiselerinden yana, fakat laik Kamalistlerin budaklı meşeden
yapılma sopası gözlerini korkutuyor.
*
Tarihselcilik leşinin
otopsisi meşgalemize dönelim.
Modernist
ilahiyatçılar bu leşi hristiyan ilahiyatçılardan (papazlardan) "tevarüs"
ettiler.
Kimisi doğrudan,
kimisi distribütörlük imtiyazı almış bulunan Fazlur Rahman gibi
acenta ya da bayiler üzerinden.
Ancak, hristiyan
mahallesinde salyangoz satmak iflasa yol açacağı için, salyangozları kıyma
yapıp konserveye dönüştürdüler ve üzerine yerli balık türlerinin adlarını
yazmaya başladılar.
Yani tarihselcilik adlı
domuzumsu ithal haram malın üstüne “Makasıd-ı şerîa(t) işleminden
geçmiş helal ürün” etiketini yapıştırdılar.
*
Başvurdukları
numaralardan biri de "Ezmânın tagayyürü ile
ahkâmın tagayyürü/tebeddülü inkâr olunamaz" şeklindeki Mecelle kaidesini
istismar.
Evet, güncellemeciler, suret-i haktan gelmeyi
de ihmal etmediler.
Başları sıkıştığında hemen Mecelle‘de yer alan “Zamanların değişmesi ile
hükümlerin değişmesi” konusuna sarılmaktalar.
Fakat kazın ayağı, bildikleri ya da göstermeye
çalıştıkları gibi değil..
Bir defa, Mecelle‘deki
ifade, sorgulanamaz, itiraz edilemez, kayıtsız şartsız iman etmeyi gerektirecek
nitelikte bir ayet ya da hadîs değil..
İkincisi, Mecelle'deki
ifadeler, ondaki diğer ifadeler gözardı edilerek yorumlanamaz.
Şu da bir Mecelle kaidesi:
"Mevrîd-i nassda ictihada mesağ yoktur."
Yani, anlamı açık ayet ve sahih hadisin varid olduğu yerde ictihada/yoruma izin verilmemiştir..
Nerde kaldı ki tebeddüle, tagayyüre,
değişikliğe izin olsun!
Değişiklik yapabilmen için önce ictihad
yeterliliğine sahip olman lazım..
Diyelim ki o yeterliliğe sahipsin, nass
(yoruma kapalı hüküm) varsa haddini bilip yerine oturman gerekiyor.
Zaten, ictihad yeterliliğine sahipsen böyle
bir dangalıklığı, edepsizliği, küstahlığı, haddini bilmezliği, densizliği ve
cahilliği yapmazsın.
*
Üçüncüsü, bu ifadeyi Mecelle‘ye yazanların neyi kastettiklerini de
bilmek gerekiyor.
O yüzden, Mecelle için
bir sürü şerh yazılmış durumda.
Şârihlerden Kuyucaklızade
Mehmet Atıf Bey şunları söylüyor:
“Ancak zamanın değişmesiyle değişecek olan şer’i hükümler, örf ve adete dayalı olan hükümlerdir. Yani zamanın değişmesiyle insanların halleri, örf ve adetleri de değişeceğinden bunların üzerine kurulu olan hükümler de değişir.
“Mesela, eski hukukçulara göre satın alınacak evin bir odasını görmek yeterli olup, ondan sonra satın alan diğer odaları gördüğünde görme muhayyerliği yoktur. Sonraki hukukçulara göre ise her odasını görmek gerekir. Her odasını görmedikçe görme muhayyerliği devam eder. Bu ise delile bağlı bir ihtilaf olmayıp, belki inşaat hakkında örf ve adetin ihtilafından doğmuştur ki eski hukukçular zamanında evlerin her odası aynı olduğundan, bir odasını görmek diğerlerini görmeye engel olmuştur. Ancak sonraları evlerin inşa tarzı değiştiği gibi bir evin odaları çeşitli şekillerde yapıldığından, evin bir odasını görmek diğerlerini görmeye engel olmamış, her odasını görmek gerekmiştir. Aslında satın alma amacının gerçekleşmesine yetecek seviyede bir bilgi sahibi olmak gerektiğinden, şer’i kural asıl olarak değişmeyip, bunun olaylara uygulanması, zamanın değişmesiyle değişmektedir.
“Şahitlerin dürüstlüğü hakkında İmam Ebu Hanife hazretleri ile İmameyn (İmam Ebu Yusuf ve İmam Muhammed) hazretleri arasındaki ihtilaf da zamanın değişmesine dayanır. İmam Ebu Hanife hazretleri kendi asırlarında insanlarda doğruluğa şahit olduğundan, hasmı istemedikçe şahitlerin temize çıkarılmasına lüzum görmeyerek, görünür adalete göre hüküm vermeyi caiz saymıştır. Ancak sonraları İmameyn hazretleri insanların fesada meyillerini hissettiklerinden, hasım istese de istemese de şahitlerin görünür adaletlerine bakılarak hüküm verilmesini caiz saymayıp, şahitlerin gizli ve açık şekilde temize çıkarılmalarının gereğine karar vermişlerdir.
“Sonraki hukukçular hep İmameyn hazrtlerinin görüşleriyle fetva vermiş oldukları gibi Mecelle’nin 1716. maddesinde de İmameyn hazretlerinin görüşleri tercih edilmiş olduğundan zamanımızda hakimler bir davada dinledikleri şahitleri gizli ve açık temize çıkarmadıkça hüküm veremez, verirse hükmü nafiz olmaz [infaz edilmez, yerine getirilmez].
“Bunun gibi Mecelle’nin 596. maddesi gereğince gasp eden kimseye gasp ettiği şeyi tazmin etmesi gerekmez. Ancak sonraları hukukçular insanların vakıf ve yetim mallarına hırs ve tama’larını gözlemlediklerinden bu maddenin istisnai fıkrası gereğince vakıf ve yetim mallarını korumak açısından bunlarda tazmin gerektiğine fetva verdiler.
“Ancak örf ve adete ve insanların hallerine dayalı olmayan hükümler değişmez. Mesela, zulüm ve yolsuzluk her zaman yasaktır. Bundaki yasaklık hiçbir zaman değişmez.”
Bir, Şeriat'teki adalet hassasiyetine,
şahitler konusundaki kılı kırk yaran titizliğe bakın, bir de günümüzün beşer
kafası ürünü hukukunun "gizli şahit"
bilmem ne alavere dalaverelerine, "kiralık
katil" türünden ne idüğü belirsiz "kiralık şahitler"in cenneti haline
gelmiş adliyesine.
Her toplum layık olduğu idareyi ve hukuk
düzenini buluyor.
Bu millet layık olsa ve hak etseydi Şerîat-ı Garrâ (Aydınlık Şeriat) ile, Şer'-i Şerîf (Şerefli/Onurlu Şeriat)
ile yönetilirdi.
Ama layık değil. O rahmeti hak etmiyor.
Hak etmeyen bir topluma da Allahu Teala
böylesi bir rahmeti nasip etmiyor.
*
Yrd. Doç. Dr. İbrahim Özdemir’in bir makalesi
bu "tagayyür" konusunu ayrıntılı bir şekilde açıklıyor (http://dergipark.gov.tr/download/article-file/162864).
Özdemir, makalesini şöyle özetliyor (özetin
özeti):
… Hükümde
değişim kavramı, gerçek anlamda bir değişimi ifade etmemektedir. Bu
değişimin ispatı için referans gösterilen tüm argüman ve örnekler bu anlamdaki
değişimi değil, hükme konu olan cüz’î hâdiselerdeki değişimi ifade
etmektedir. … Karâfî (ö. 684/1285)’den İbn ‘Âbidîn (ö.1252/1836)’e kadar bu
konuda söz söyleyen fakihler ahkâmın değişmesinden değil, ahkâma
tekabül eden mezkûr durumların değişiminden bahsetmektedirler.
Makalenin sonuç bölümünde ise şunlar
söyleniyor:
Sonuç olarak
diyebiliriz ki, son dönmelerde yaygın bir biçimde tartışılan hükümde değişim,
ahkâmın değişmesi vb. kavramlar usûlî temellere bina edilmeden ele
alınmaktadır. Hükümde değişimin ispatı sadedinde ileri sürülen tüm argümanlar
bu konuya ait olmadığı gibi, konuya dair verilen örnekler de bu alana ait
değildir. …
… Karâfî’den
İbn ‘Âbidîn’e kadar hükümde değişim konusuna yer
veren tüm fakihler, günümüzde değişim kavramından anlaşılan anlamı kast
etmemişlerdir. Bilakis onlar tagayyür kelimesini
farklılık anlamına gelen ihtilaf kelimesiyle eş anlamlı olarak kullanmışlardır.
Başta İbn Kayyim olmak üzere mezkûr bilginlerce yer verilen fetvada değişim
kavramıyla örfte değişim kavramı, sanıldığının aksine hükümde değişime
tekabül etmemektedir. …
Fetvanın değişim
gerekçeleri olarak zikredilen zaman, mekân, durum, âdet ve niyet gibi tikel
vaki durumlar hükmün bağlandığı şer’î illetlere tekabül etmektedir.
Her illetin kendine özgü bir hükmü var olduğu gibi, her vaki durumun da kendine
özgü bir hükmü vardır. Hükümler varlık ve yoklukta illetlerle birlikte deveran
ettiği gibi, cüz’î-vaki durumlarla birlikte de deveran etmektedir. Cüzî-vaki
durumları inceleyen tahkîku’l-menât yönteminin işlevi hükümlere bağlanan bu
tikel olgusal durumların tespiti noktasında ortaya çıkmaktadır. Fukaha
hükümde değişim kavramı yerine fetvada değişim ve illetlerde değişim
kavramlarını kullanmaktadır. Günümüzde de aynı kavramların kullanılması
usûlî bir zorunluluk olarak karşımıza çıkmaktadır.
… Hükümde
değişim kavramı birçokları tarafından müsellem bir hakikat olarak telakki
edilip bütün hükümlere teşmil edilmektedir. Son zamanlarda çokça tartışılan ve
tüm şer’î-amelî hükümleri kapsayan tarihsellik konusu bu
kavrama dayandırılmaktadır. Hangi alanlarda ve nasıl işlev
göreceği belirlenmeyen bu fıkhî kuralın, tahkîku’l-menat
yönteminden bağımsız olarak ele alınması, İslam hukukunda bir yöntem
dâhilinde kabul edilen değişimin aslî mecrasından çıkıp farklı mecralara
girmesi ve sonucu kestirilemeyen birtakım yanılgı ve saplantılara yol
açması kaçınılmazdır.
*
TDV İslâm
Ansiklopedisi’nin “Zâhid Kevserî” maddesinde verilen bilgiler de
önemli:
… Kevserî’nin bu alandaki temel görüşleri şöyledir: ... Muâmelâta ilişkin dinî hükümleri diğerlerinden ayrı tutup değişebilirliğini ileri sürmek tutarsızlıktır. …
Sahâbe, tâbiîn ve tebeu’t-tâbiîn fukahasının Kitap ve Sünnet’ten Arap dili kurallarına göre anladığı şey ne ise dinî ahkâm odur. Sonraki asırlarda yaşayan fakihler (müteahhirîn) öncekilerin Kitap ve Sünnet’ten çıkardıkları şeylere muhalefet edemez, sadece onların hüküm vermediği veya sonradan ortaya çıkan hususlarda hüküm verebilir; onların ihtilâf ettiği meselelerde tercihte bulunabilir [İttifak ettikleri, icma bulunan hususlarda yeni görüşler ortaya atılamaz].
Bu çerçevede örf ya da maslahat, hükümlerin değişmesine gerekçe yapılamaz. Bu gerekçelerle bazı şer‘î hükümleri yürürlükten kaldırmak ise ahkâm neshetmektir, bu ise insanın teşrî‘ [“şeriat / dinî hüküm” oluşturma] alanına müdahalesi anlamına gelir [Tanrılık/rablik taslamaktır]. Teşrî‘ alanı münhasıran Allah’a aittir [şerik/ortak, paralel tanrı kabul etmez] (Maķālâtü’l-Kevŝerî, s. 108, 111, 113-116). …
Kevserî’ye göre akılla tesbit edilen dünyevî maslahatın şer‘î delillerle çatışabileceğini söylemek Allah’ın kulların maslahatını bilmediği anlamına gelecektir. … İbadetlere dair olanların aksine muâmelâta dair hükümlerin zamanın gereği doğrultusunda değişebileceği de söylenemez; çünkü bu doğrudan doğruya insana teşrî‘ yetkisi tanımak demektir. … (a.g.e., s. 118-119).