HİLAFET (İMAMET) VE DEVLET BAŞKANLIĞI

 





Fıkıh (İslam hukuku) literatüründe hilafet terimi, devlet başkanlığı anlamında kullanılır.

Doğal olarak, başkanı halife olarak adlandırılan devlet, Şeriat’le yönetilen, bütün Müslümanları (ümmet-i Muhammed’i s.a.s.) tabiî vatandaşı kabul eden (ırklar üstü) küresel İslam devletidir.

Ulus-devlet” kavramına benzeterek söylersek, o, Müslümanlar’a ait “ümmet-devlet”tir.

(Teorik olarak böyle olmak durumundadır. İşin pratiği elbette ayrı.. Mesela Türkiye Cumhuriyeti, Türkler’e ait bir “ulus-devlet” olma iddiasındadır, fakat dünyadaki bütün Türkler’i vatandaşı olarak kabul etmiyor. Ya da şöyle diyelim: Doğuştan Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olmayan Türkler, “Ben Türk’üm, dolayısıyla Türkiye Cumhuriyeti beni vatandaş olarak kabul etmelidir, haklarımı korumalıdır” diyemiyor. Mesela Çin zulmünden kaçıp Türkiye’ye gelen bir Doğu Türkistanlı, burada hemen “doğal vatandaş” kabul edilip koruma altına alınmıyor. Fakat "yerli" bir Ermeni, Rum, Süryani veya Yahudi, "Türk" kabul ediliyor, "hukuken" Türk muamelesi görüyor. Buna karşılık şu anda Afganistan İslam Emirliği’nin, "ulusal çıkar" putunu dinin önüne almadığı için, kendisine sığınmış Doğu Türkistanlılar’ı “müslüman din kardeşi” olmaları hasebiyle Çin’e iade etmeyi kabul etmediğini duymakta, bilmekteyiz.)

Nasıl tarihte her devlet, kendi yöneticisi için özel bir tabir kullanmışsa (Bizans’ın kayzer’i, Rusya’nın çar’ı, İran’ın kisra’sı, Türkler’in hakanı gibi), İslam ümmetinin devlet başkanı da halife diye adlandırılır.

Fıkıh literatüründe hilafet için imamet (önderlik) tabiri de kullanılmıştır.

*

Devletin varlığının gerekliliği için söylenecek her söz, hilafet (imamet) için de söylenmiş sayılır:

“… Kur’ân, Müslümanları öyle şeylerle yükümlü ve sorumlu tutmuştur ki, bu hususlar bir devletin [İslam devletinin] varlığını kaçınılmaz kılar. Devlet olmadan, sözü edilen hususların gerçekleştirilmesi mümkün değildir. Mesela, İslam ülkesini korumak ve savunmak, sınırlarda oluşan tehlikeyi zamanında yok etmek gayesiyle orduya; İslam toplumunda fertler ya da zümreler arasında çıkacak olan ihtilafları çözmek, kanunun yasakladığı işleri yapanları cezalandırmak için yargı organına; bu organın verdiği kararları gerektiğinde cebren (zorla) uygulamak için kolluk kuvvetlerine ve emniyet teşkilatına; düzeni korumak, asayişi sağlamak maksadıyla vergi konulmasına ve bunların toplanmasına, bunun için de maliyeye ve bir kayıt düzenine ihtiyaç vardır. Bunlar ve benzeri durumlar devlet olmadan gerçekleşmez. O halde, farzı gerçekleştirmek için varlığı zaruri olan şey de farz olur. Yani Müslüman bir toplumun bir [İslamî] devlete [din devletine] sahip olması öncelikli bir farz olarak telakki edilmiştir.

[Maksut Çetin, Mâturidiliğin Siyaset (Hilâfet/İmâmet) Anlayışı, doktora tezi, Erzurum: A. Ü. Sosyal Bilimler Enstitüsü, 2013, s. 1]

Evet, sadece farz değil, “öncelikli” bir farzdır.

Bu “öncelikli” olma durumunu İmam Maverdî “diğer hükümlere takdim ve tercih edilmesi gereken bir esas/asıl” ifadesiyle dile getirmektedir:

Her ne kadar Ehl-i Sünnet’in kelâmcılarının imâmet bahsini işlerken konunun hemen başında zikrettikleri klasik görüşüne göre imâmet asıl ve esas değil de teferruattan bir mesele olarak gösterilse bile …. el-Mâverdî bir hukukçu olarak imâmeti dinî hükümlerin yürütülmesinin dayandığı ve diğer hükümlere takdîm ve tercîh edilmesi gereken bir esas, bir asıl olarak kabul etmektedir. ... imâmet iki açıdan vazgeçilmez bir esas olarak kabul edilmektedir. Birincisi, “imâmet, dinî esasların bağlı olduğu ve kendisi vesilesiyle istikrâr bulduğu”, bir başka ifâdeyle uygulanma alanına geçirilip pratiğe aktarıldığı bir esastır. İkincisi, “imâmet, kendisi vasıtasıyla ümmetin maslahatlarının gerçekleştirildiği ve menfaatlerinin korunduğu” bir esastır. Bu yüzden itikâdî ve kelâmî tartışmalara kapılıp imâmeti dinin aslından saymayanların hukuk nosyonu açısından değil, münâzara ve cedel metotları açısından konuyu değerlendirdikleri ortaya çıkmaktadır.

[Mehmet Salih Geçit, “Mâverdî’nin Hilâfet Anlayışında Meşruiyet Sorunu”, EKEV Akademi Dergisi, Yıl: 17, Sayı: 57 (Güz 2013), s. 317.]

Bu farzın gereğinin yerine getirilmemesi günah, bu farzı "farz olarak" kabul etmemek ise (mesele inanç meselesi haline geldiğinden) küfürdür.

O yüzden Şeyhülislam Mustafa Sabri Efendi ve Zahidü’l-Kevserî gibi “hür” ulema, (ülkede diktatör Selanikli Mustafa Atatürk’ün darağaçlı devrim günlerinde yaşadıkları için susup konuyu geçiştirmek zorunda kalan, “hür fikir” hasretinden görünmez prangalar eskiten ulemanın aksine) laikliği savunmanın küfür olduğunu söylemiş bulunuyorlar.

(Bununla birlikte merhum “büyük âlim” Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır Hoca o darağaçlı günlerde kaleme aldığı tefsiri Hak Dini Kur’an Dili’nde laiklik aleyhinde ifadeler kullanmış, ayrıca Şeriat’in uygulanmadığı bir ülkede müslümanların itikadî şirkten değilse bile amelî şirkten kendilerini kurtaramayacaklarını yazmış bulunuyor. Allahu Teala katında herhalde şirk, itikadî olmayıp amelî noktada kalınca makbul hale gelmiyor.. Günümüzün tuzu kuru alim ve hoca geçinenlerine gelince, bunlardan laiklik kaynaklı şirke dair bir uyarı duyamazsınız, akıllarınca Ehl-i Sünnet’i ve tasavvufu müdafaa adına Selefîlik ve Vehhabîlik eleştirisi yaparlar.. Bu Selefîlik ve Vehhabîlik aleyhtarlığı makyajını kazıdığınızda ise altından genellikle münafıkça Şeriat düşmanlığı ve dolaylı “Türkiye tipi ılımlaştırılmış laiklik” havariliği çıkmaktadır.)

*

Batı’da geliştirilen seküler kamu hukuku teorisi ve siyaset felsefesi, devletin varlığının gerekçesini ya da sebeb-i hikmetini insanın çatışmacı/saldırgan ve çıkarcı/bencil doğasına, bir başka deyişle haksızlık yapmaya yatkın oluşuna bağlar ve devletin meşruiyetini “toplumsal sözleşme” (social contract) adı verilen zımnî bir ahitleşmeye/sözleşmeye dayandırır.

Toplumsal sözleşme teorisine göre, insanlığın ilk dönemlerindeki devletsiz toplumda “doğa durumu” ve dolayısıyla “anarşi” söz konusuydu. Bu devletsiz toplumda her ne kadar bireyler üzerinde bir devlet baskısı ve kişisel hürriyetlerin kanunlar yoluyla sınırlandırılması ameliyesi söz konusu olmuyorduysa da, bunun sonucunda güçlülerin zayıfları ezmesine yol açan bir kargaşa ve otorite boşluğu ortaya çıkıyordu.

Bu yüzden toplum, içlerindeki saldırganların şerrinden kendilerini korusunlar diye, hak ve özgürlüklerinden bazılarını yönetici konumuna getirilen bir zümreye devretmeye karar verdi. Böylece bireyler, kendileri için “adalet ve güvenlik” garantisi veren devlet kurumunun ortaya çıkmasını sağladılar. 

Bu teori kulağa hoş geliyor olmakla birlikte, “doğa durumu” adı verilen “anarşi” ortamının saldırgan ve yağmacı zorba güçlülerinin, kendi “ayrıcalık”larına “devlet” kurumuyla hukukî bir kamuflaj üretmiş olduklarının öne sürülmesinin önüne geçilemez.

Bir başka deyişle, saldırgan ve bencil güçlülerin devlet kurumuyla birlikte, daha önce çatışarak ve bedel ödemek zorunda kalarak sahip oldukları ayrıcalıkları bu defa çatışmasız bir biçimde ele geçirmiş oldukları iddia edilebilir (Demokratik denilen rejimlerde de durum buna benzemektedir).

Nitekim Marksist-komünist devlet anlayışı, sınıf çatışması kavramından hareketle devlet kurumunu böyle yorumlamakta ve “devletsiz bir dünya”yı hedeflemektedir.

*

İşte burada İslam’ın devlet anlayışının farkı ortaya çıkmaktadır. 

“Toplumsal sözleşme” ürünü olduğu kabul edilen devlette yönetilenler için kuralları (seçimle gelsin gelmesin) yönetenler koyarken, İslam’da kurallar ilahî kaynaktan gelir, insanüstüdür.

Dolayısıyla Şeriat’te yönetici zümreye (yönetici zümrenin heva ve heveslerine, arzu ve tutkularına) ayrıcalık tanınmaz, gerçek anlamda adalet ve sahici bir “kanun önünde eşitlik” sağlanır. (En adil gibi görünen referandum bile, çoğunluk karşısında azınlığı yok sayar.. Aradaki fark bir kişinin oyundan ibaret olsa bile böyledir.)

Beşerî hukuk sistemleri Şeriat’e yaklaştıkları oranda (Ki tetabuk ettikleri ve yaklaştıkları noktalar vardır) adalete hizmet eder, uzaklaştıkları nisbette de “yasal (meşrulaştırılmış) zulüm” halini alırlar.

*

Evet, seküler siyaset bilimciler ve hukuk felsefecileri “devlet” kurumunu aklen vacip (gerekli) görürler. 

Yani devlete olan ihtiyacı dinî gerekçelere bağlamazlar.. (Bu, aynı zamanda devletin "kutsal" ve sorgulanamaz bir kurum olmaktan çıkarılması demektir. Ancak seküler bir ideoloji olmakla birlikte Faşizm, devlet kurumunu kutsal kabul etmektedir; devlet, faşistlerin tek kutsalıdır. Türkiye'nin, kendisinin faşist olduğunun farkında olmayan faşistler, müslüman zanneden putperestler bakımından son derece zengin olduğunu belirtmek gerekiyor.)

Bu akıl yürütüşün temelini, “toplumsal sözleşme” kuramının da gösterdiği gibi, insanoğlunun karakteri, psikolojik yapısı ve sosyolojik mülahazalar oluşturmaktadır. 

Marksistler (Komünistler) ise devletin varlığını gerekli (vacip) kabul etmedikleri gibi, sınıfsız toplumda devletin ortadan kalkacağı ütopyasına iman etmişlerdir.

*

İslam âlimlerine gelince..

Onlar, toplumsal sözleşme kuramcılarının ve Hobbes gibi Batılı düşünürlerin devletin varlık nedenine ilişkin olarak dikkat çektikleri hususlara da eserlerinde değinmekle birlikte (mesela İbn Haldun, İmam Gazalî vs.), meseleyi dinî/şer’î açıdan ele almışlardır.

Devlet kurumunu “akıl” açısından lüzumlu (en azından faydalı) görmekle birlikte, dinî gerekliliği (vücubu, vacipliği) için Kur’an ve Sünnet’ten delil aramışlardır.  

Buna bağlı olarak imametin (hilafetin), yani İslam devletinin varlığının/kurulmasının şer’an (dinen) vacip olduğunu söylemişlerdir.

Burada şu noktaya dikkat etmek gerekir: Aklî vücub (gereklilik) ile şer’î vücub her zaman örtüşmez.

Mesela insanın doğasından hareketle evlilik yaşamının (biyolojik ve psikolojik açıdan) gerekli (vacip) olduğunu söylemek mümkün olabilir, fakat bundan hareketle evlenmenin şer’an vacip olduğu sonucuna varılamaz. (Bununla birlikte, evlenmemesi durumunda evlilik dışı ilişki yaşayacağından korkan, kendisine hâkim olamayacağını düşünen kişinin evlenmesi şer’an vacip olur. Bu da yine, aklî değil, şer’î gerekliliktir.)

İmametin (İslam devletinin) dinen vacip olduğunu kabul edenler açısından, imametin aklen de vacip (gerekli) olduğunu kabul etmekte bir mahzur yoktur.

*

Fakat imametin (genel olarak devletin, özel olarak İslam devletinin) aklen vacip olduğunu, şer’an vacip olmadığını söyleyenler, bu iddialarıyla, “imameti (genelde devlet kurumunu ve özelde İslam devletini) inkâr edenlerin” din açısından suçlanamayacağını söylemiş olmaktadırlar.

Sözlerinden çıkan sonuç budur, ve bu, doğru değildir:

“Mezhebi ihtilâfların sebep olduğu başkasının doğrusunu görmeme ve sadece kendi doğrusunu savunma eğiliminden kurtulmuş bir bakış açısıyla söz konusu deliller değerlendirildiğinde, tüm mezheplerin ileri sürdükleri aklî ve naklî delillerin hepsinin de birbiriyle uyumlu olduğu ve ortak bir gerçeği ifâde ettiği görülmektedir. Bu nedenle ileri sürülen tüm aklî ve naklî delillerin ortaya koyduğu müşterek sonuç, imâmetin vacip olduğudur.”

(Halil İbrahim Coşkun, Ebu’l-A‘lâ el-Mevdûdî’nin İmâmet Anlayışı, yüksek lisans tezi, Konya: N. E. Ü. Sosyal Bilimler Enstitüsü, 2019, s.. 37.)

İmam Eş’arî’ye göre imamet (hilafet) gereklidir ve onun vücubu (vacipliği) akılla değil, nassla sabit olmuştur. Yani “Akıl, insanların bir imamının (devletin) bulunmasını dinen gerekli görür” denilemez. (Bkz. Abdülhakim Nas, İmâmet Probleminin Sünnî Literatüre Girişi ve Bâkıllânî’ye Göre İmâmet, yüksek lisans tezi, İstanbul: Marmara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, 1998, s. 46.)

Çünkü akıl açısından insanların (devlet olacak şekilde) bir imam etrafında toplanmaları da, bağımsız bireyler halinde yaşamaları da “mümkün”dür.

Pratikte de böyledir, mesela Amerika’da Kızılderililer küçük topluluklar halinde yaşıyorlardı ve isteyen hayatını tek başına da sürdürebiliyordu.

Ancak, hilafetin/imâmetin (ümmetin bir imamının bulunmasının) vacip olduğunu belirten Cüveynî, bu vücubiyyeti "imkân" şartına bağlamakta, "Ümmetin imâmı seçme imkânı olduğu takdirde, imâm atamak vaciptir” demektedir. (Ebu’l-Maâlî Abdulmelik b. Abdillah Cüveynî, Gıyâsu’l-Umem fî İltiyâsi’z-Zulem, Tahk. Halil el-Mansur, Beyrut: Dâru’l-Kutub el-İlmiyye, 1997, s. 73’ten aktaran Mehmet Salih Gecit, İslâm Kelâmında Siyâset ve İmâmet Tartışmaları, doktora tezi, Erzurum: Atatürk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, 2012, s. 395.)

Yani İslam devletini kurmak mümkün olduğunda kurmak vaciptir.

Mesela bugün “müslüman ülke” olduğunu iddia eden devletlerin bir araya gelip birleşmeleri (ABD’deki devletlerin Amerika “Birleşik Devletleri” olmaları gibi bir “birleşik devletler” olmaları, ya da Avrupa Birliği gibi bir İslam Birliği kurmaları) vaciptir.

İşte bu, “cemaat”in teşekkülü anlamına gelir.

*

Cemaat meselesiyle ilgili önceki yazılarımızda şunu belirtmiştik:

Cemaatten ayrılınmamasını emreden, bunun cahiliye ölümüne yol açacağını ifade eden hadîslerde sözü edilen cemaat, başında halifenin/imamın bulunduğu (Şeriat’le yönetilen) “ümmet devleti”dir..

İslam devletidir.

Yine, Huzeyfe r. a.’in rivayet ettiği hadîste, Müslümanların cemaatinin (başında halife bulunan küresel İslam devletinin) bulunmadığı zamanlarda “bütün fırkaların terki”nin emredildiğini görmüştük.

İmam Şatıbî “cemaat” konusunu el-İʿtisâm’da “Onaltıncı mesele” başlığı altında ele alıyor (Ebû İshak İbrâhim bin Mûsâ eş-Şâtıbîel-İʿtisâm, C. 3, Kahire: Mektebetü't-tevhid, t. y., s. 294 ve devamı).

Konuyla ilgili bazı ifadeleri şöyle (Ahmet İyibildiren’in tercümesinden küçük rötuşlarla aktarıyoruz):

Kurtulan grubu (fırka-i naciyeyi) "O, cemaattir" diyerek açıklayan hadîs [Ebu Davud, Sünnet 1, (4597)], tefsire muhtaçtır.  Diğer rivayetteki "Benim ve ashabımın üzerinde olduğu..." ifadesi ile cemaatin anlamı açıklanmış ise de, Şeriat ıstılahı (terimi) olarak ondan neyin murad edildiğinin (Rasulullah s.a.s.’in ve ashabının yolunu takip etmenin fıkıh ilmi açısından ne anlama geldiğinin) izahına ihtiyaç vardır.

Cemaat ile ilgili pek çok hadîs bulunmaktadır. Açıklaması ile meşgul olduğumuz hadis bunlardan biridir. … Ayrıca şu hadîslerde de cemaat konusu geçmektedir:

İbn Abbas'tan sahih olarak rivayet edildiğine göre Hz. Peygamber s.a.s. şöyle buyurmuştur:

"Her kim yöneticisinde (emirinde) hoşlanmadığı bir şey görürse, onu sabırla karşılasın. Çünkü kim cemaatten bir parça ayrılır ve o halde ölürse, câhiliye ölümü ile ölür". (s. 294)

İmam Şatıbî’nin eserine aldığı bu hadiste “emîr” kelimesi geçmektedir. Toplumsal hayatta imam (önder, lider) kabul edilen herkes emîr konumunda olmaz; emîrlik (sivil toplumu aşan) siyasal nitelikteki bir yapılanma üzerinde yükselen hukukî bir duruma karşılık gelir.

Nitekim Hz. Ömer halife olduğunda onun için “emîrü’l-mü’minîn” (mü’minlerin emîri) tabiri kullanılmıştır.

Dolayısıyla bu hadiste belirtilen “cemaat”in, İslam toplumunun (başında emîr bulunan) siyasal birliğine karşılık geldiğini söylemek gerekmektedir.

Müslümanların söz konusu hadiste belirtilen cemaat dışında başka cemaatleri de söz konusu olsaydı, ayrılan kişinin bir başka cemaate katılması, tek başına kalmaması tavsiye edilirdi.

Oysa o topluluklar cemaat değil, fırka olarak nitelendirilmişlerdir. (Ki fırka kelimesi, parçalanma anlamına gelen tefrika kelimesi ile aynı kökten türemiştir.)

Nitekim bugün Türkiye'de (devlet İslam devleti olmadığı için) cemaat mevcut değildir.. Cemaat diye adlandırılan topluluklar fırka durumundadır. 

*

Bu noktada şunu söylemek gerekiyor:

Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne katılma hedefi, “cemaatten ayrılma” (daha doğrusu cemaate katılmama) irade ve niyeti anlamına gelmektedir.

Türkiye Cumhuriyeti Devleti ilk yıllarında bir İslam devletiyken Selanikli diktatör Mustafa Atatürk’ün cumhurbaşkanlığı döneminde tedricen laikleşerek (siyasal dinsiz hale gelerek) bu “İslam cemaatine katılmama” irade ve niyetini “değiştirilemez, değiştirilmesi teklif dahi edilemez” bir “anayasal dogma” haline getirmiştir.

Gelecek kuşakların “millî iradesi”ne “irticaî” mahiyette ipotek koyarak..

Gelecek kuşaklara “Bizim irademizin yanında sizin iradenizin hükmü yoktur, siz, Allahu Teala’yı bırakıp bize tapmak, bizim ilke adını verdiğimiz safsatalara iman etmek zorunda olan kullarımızsınız” dercesine..

Böylece tarih tekerrür etmiş, Firavun dönemi “kral-tanrı ile tebaası” ilişkisi modern bir formda yeniden üretilmiş oluyor:

“(Fir'avun) böylece kavmini hafife aldı (küçümsedi); buna rağmen ona itâat ettiler. Gerçekten onlar bir fâsıklar topluluğu idiler.(Zuhruf, 43/54)

Bu ülkede de Selanikli Mustafa Atatürk (iradesine ipotek koyarak) bu milleti küçümsedi, ve milletin bir bölümü (özellikle de mevcut düzenden nemalanan memur taifesi) bu aşağılanmaya razı oldular.

Ateist ya da deist Kemalistlere/Atatürkçülere diyeceğimiz birşey yok, onlar, (Selanikli’nin Karabekir’e söylediği gibi) “zenginleşmeye yarayan” (namussuzluğun değilse bile) dinsizliğin meyvelerini topluyorlar.

Ancak, (günahkâr ve amelsiz bile olsa) yüreğinde samimi bir iman taşıyan "müslüman" bürokrat-memur taifesi artık uyanmalıdırlar.

(Tevrat’ın Sümerler’den kalma olduğunu "keşfeden" echel İlber Ortaylı için not: Senin işte tahfif ile karıştırdığın istihfâf masdarıyla ilişkili fiil, yukarıda mealini verdiğimiz ayette “mazi kipi”nde geçiyor: Festehaffe [fe istehaffe] kavmehû fe etâûhu…)


SELANİKLİ MUSTAFA ATATÜRK’ÜN VAHİDEDDİN'E GİZLİ İHANETİ

  UĞUR MUMCU'NUN DİLİNDEN KARABEKİR-ATATÜRK KAVGASI – 38   Önceki bölümlerde, Selanikli Mustafa Atatürk’ün mütareke döneminde 13 Kasım ...