VAHDET-İ VÜCUTÇULUK ÜMNİYYE VE SAFSATASI (PROF. ÖMER TÜRKER’İN MAKALESİ VESİLESİYLE)

 




Prof. Ömer Türker’in “Osmanlı Dönemi Vahdet-i Vücud Tartışmaları İçin Bir Başlangıç: Seyyid Şerif el-Cürcani'nin Vahdet-i Vücud Yorumu” başlıklı bir makalesi mevcut.

Önce, vahdet-i vücud anlayışını reddeden Adudüddin el-İci ile Sa'deddin et-Teftazani’nin eleştirilerini özetliyor.

Sonra da sözü Seyyid Şerif’e getiriyor.

Şöyle diyor:

“Bilindiği üzere Seyyid Şerif el-Cürcani, Teftazani'nin genç çağdaşıdır ve her ikisi de Razi ekolüne mensuptur. Vahdet-i vücud meselesine Teftazani'den farklı yaklaşan Cürcani, kelam geleneğinde kendi dönemine kadar en ayrıntılı metinleri yazan düşünür olarak kabul edilebilir. Günümüze küçük hacimli olmakla birlikte içerik bakımından meselenin sistemli bir şekilde ele alındığı iki önemli risalesi ulaşmıştır. Bunların birincisi Said Fude tarafından yayımlanıp şerh edilmiştir. Geç dönemde Muhammed Nurü'l-Arabi tarafından şerh edilen diğer risale ise vahdet-i vücud ve meratibin özlü bir anlatısı olup henüz tahkik edilmemiştir. Her iki risalede de Cürcani, ortak bir anlatı sergiler. Cürcani'nin tartışmasının nirengi noktası, varlığın tabii küllî oluşudur ki onun çağdaşı ve ders arkadaşı Fenari de aynı kavram üzerinde duracaktır. Cürcani birinci risalede vahdet-i vücudu şöyle özetler: …”

(Ömer Türker, “Osmanlı Dönemi Vahdet-i Vücud Tartışmaları İçin Bir Başlangıç: Seyyid Şerif el-Cürcani'nin Vahdet-i Vücud Yorumu”, Osmanlı’da İlm-i Tasavvuf, İstanbul: İSAR Y., 2018, s. 230.)

Burada şunu belirtmekte fayda var: Şarihlerden Said Fude vahdet-i vücud anlayışını savunuyor değil.. Tam aksine o, Mevkıfu’l-Akl adlı eseriyle vahdet-i vücutçuluk safsatasının ipliğini pazara çıkarmış olan Şeyhülislam Mustafa Sabri Efendi’nin çizgisinde yer alıyor.

*

Prof. Türker, yukarıya aldığımız ifadelerinden sonra Seyyid Şerif’ten şu alıntıyı yapıyor:

“Muhakkik birlikçiler (muvahhidîn) ise şöyle dedi: Aklın tavrının [ötesinde] bir tavır daha vardır ki ona ancak keşfi müşahedelerle ulaşılır, aklî münazaralarla ulaşılmaz. Akıl onu idrak etmekten acizdir, tıpkı duyuların aklın idrakleri olan makulleri idrakten aciz olması gibi. Biz bu tavırda kavradık ki, Zorunlu'nun aynı olan varlığın hakikati ne tümeldir ne tikeldir [ne] geneldir ne özeldir, aksine bütün kayıtlardan [azade biçimde] mutlaktır hatta mutlaklık kaydından dahi arınmıştır. Bu, aklî ilimler erbabının tabiî küllî hakkında söylediğine benzer. O hakikat, mümkün mahiyetlerde ve varlıkla nitelenen kevnî mazharlarda tecelli ve zuhur etmiştir. Öyle ki hiçbir şey onsuz olamaz, çünkü herhangi bir şey onsuz olabilseydi varlıkla nitelenmezdi.”

Bir şey anlamadıysanız üzülmeyin, bu sizin, kafası birşeye basmayan biri olmanız anlamına gelmiyor. Mesele, felsefeci ve kelamcıların kendilerine özgü bir jargon (terminoloji diyelim) kullanmalarından ve sizin buna yabancı olmanızdan kaynaklanıyor. Nitekim futbol terimlerini bilmiyorsanız bir spor spikerinin maç anlatımından da bir şey anlamazsınız.

Bu sözleri aktaran Türker bunun ardından Cürcanî’nin sözlerinin şerhine (açıklamasına) geçiyor.

Fakat önce birkaç noktaya dikkat çekmemiz gerekiyor.

*

Cürcanî’nin aktardığı “Aklın tavrının [ötesinde] bir tavır daha vardır ki ona ancak keşfi müşahedelerle ulaşılır, aklî münazaralarla ulaşılmaz” şeklindeki söz, (başta İmam Matüridî olmak üzere) Ehl-i Sünnet ulemasının bilgi anlayışının (Epistemoloji ya da bilgi felsefesi de diyebiliriz) dışındaki bir çizgiyi temsil ediyor.

Burası, “Batınîliğin” boy verdiği ve ayakların kaymaya başladığı nokta durumunda..

İmdi, Ehl-i Sünnet uleması “keşf”i (batınî müşahedeyi) bilgi edinme yollarından biri olarak kabul etmemişlerdir. Yani, keşf, bilgi bahsinde bir delil niteliği taşımaz..

Peki insan nasıl bilgi sahibi olur?..

Şu üç yol ile: Aklî istidlal (akla dayalı delillendirme), (sağlam olmak kaydıyla) beş duyunun algıları, ve (doğru olması şartıyla) haber ile.

*

Bazı bilgiler vardır ki onlara ancak sağlam duyular (havass-ı selime) ile ulaşılır, fakat bu, onlar vasıtasıyla ulaşılan bilgilerin akılla çelişebileceği (ya da izah edilmesinin yahut aklî münazara konusu yapılmasının mümkün olmaması) anlamına gelmez.

Mesela uzayda Dünya dışı yerlerde canlı yaşamının bulunup bulunmadığı konusu, aklî münazara ile sonuca bağlanabilecek bir mesele değildir, bunun için (beş duyu vasıtasıyla yapılan) gözlem/müşahede gereklidir. Fakat bu, gözlem sonucunda ulaşılan bilginin akla aykırı olabileceği manasına gelmez.

İşte, “keşfî müşahede” ile ulaşılabilecek birtakım hakikatler (ya da bilgiler) bulunsa bile, bunlar, aklî münazara konusu olmaktan asla çıkmazlar.. Şu anlamda: Akla aykırı olan, aklın tasdik etmediği bir hakikatten söz edilemez. (Keşfî müşahede tabirini anlamak için insanın mutluluk, üzüntü, keder, kaygı, endişe, sevgi,  korku, ümitsizlik vs. gibi duygularını ya da "içsel deneyim"lerini hatırlamak faydalı olabilir. İnsan bu duyguları kendi içinde yaşayarak "keşf" eder, akıl yürüterek yahut beş duyu vasıtasıyla öğrenmez. Bu, akla aykırılık anlamına gelmez.. Akıl, nasıl "göz"ün vazifesini üstlenip onun yerine görme eylemini gerçekleştiremezse, insanın iç deneyimlerinin mahalli de olamaz, fakat bu, akla aykırılık demek değildir. Akıl açısından bunlar "mümkün" şeylerdir, "vacip/zorunlu" ya da "muhal" değildirler.)

Bir hakikat iddiası (ya da hakikat adına söylenen bir söz) hem akla, hem de nakle (doğru habere) aykırıysa, i’rabta hiç mahalli olmaz. (Nasıl akıl, içsel deneyimlerimizin mahalli olamazsa, sevgi, kaygı, korku, mutluluk vs. gibi içsel deneyimlerimiz de aklın yerini alıp onun vazifesini icra edemezler. Bu yüzden, kesinliği akıl ya da beş duyu vasıtasıyla sabit olan bir hakikat "keşf" öne sürülerek inkâr edilemez. Mesela "keşf" adına "La mevcude illallah" şeklinde sözler söylenemez. Böyle bir söz ancak, "mevcud"un "kendi nefsi ile kaim olan" manasında kullanılması durumunda hoşgörüyle karşılanabilir. O zaman da "La ilahe illallah" denilmiş olur. Bu durumda yapılan, sağ kulağını sol eliyle tutma işgüzârlığı, "bid'atçi lafazanlık", "artistlik" ve ukalalık demek olur.) 

İşte bu  "akla ve nakle" aykırı keşf" hurafelerine (yani "ümniyye" ve kuruntulara) itibar etmeme hususu, Kur’an’ın bize akletme ile ilgili olarak öğrettiği şeydir. 

Allahu Teala’nın insanlara karşı hücceti akıldan ve peygamberlerin tebliğinden (doğru haber) ibarettir (Mülk, 67/10). Ki, İmam Matüridî’nin mükemmel bir şekilde izah ettiği gibi, peygamberlerin peygamberliği hakkındaki kesin bilgiye de son tahlilde akıl sayesinde ulaşılır. (Bu meseleyi, kitaplaştırıp internete koyduğumuz muhtelif yazılarımızda genişçe tartışmıştık.)

*

Evet, aklı devre dışı bırakıp keşfi müşahedelerden söz etmeye başladığınız zaman Batınîliğin ve sapıklığın her türü sel gibi gelip herşeyi silip süpürür.

Adamlara “Bu, akıl dışı” diye itiraz ettiğiniz zaman da zeytinyağı gibi üste çıkar “Sende keşfî müşahede yoksa, mükaşefe ehli değilsen bu bizim mi suçumuz?!” diye cevap verirler.

Şayet bunu diyen şahsa Allahu Teala bir imtihan vesilesi olarak istidrac kabilinden nimetler ya da olağanüstülükler de vermişse o zaman seyreyle sen gümbürtüyü..

Nitekim Seyyid Şerif’in bir sonraki cümlesi şöyle: “Akıl onu idrak etmekten acizdir, tıpkı duyuların aklın idrakleri olan makulleri idrakten aciz olması gibi.”

Tamam da mübarek, duyular makulleri idrak edemiyor diye akıl, “duyuların makulleri idrak edemeyeceği” hususunu anlamaktan aciz değil ki!

(Bunlar Seyyid Şerif’in kendi görüşleri olarak söyleniyor değil.. Vahdet-i vücutçuların yaklaşımını özetliyor.)

İmdi, bilgi edinme yolları olarak akıl, sağlam duyular ve haberi sıralarken, haber için doğruluk, duyular için de sağlamlık şartını getiriyoruz. 

Peki keşf söz konusu olduğunda ortaya hiçbir şart koymayacak, sorgusuz sualsiz iman mı edeceğiz?

Hayır!..

İtikat söz konusu olduğunda haberin doğruluğunun garantisi peygamberlerin masum olmalarıdır.. Peki, kerameti kendinden menkul keşf ehlinin doğruluğunun garantisi nedir?

Onların sözlerine inananların saflığı ya da ahmaklığı (yahut sapıklığa yatkınlığı) dışında bir garantisi yok.

Bu, meselenin bir yönü.. 

Diğer yönüne gelince.. Nasıl beş duyuya dayalı tecrübe, gözlem ve deneylerde bazı hatalar olabiliyorsa, keşf de hataya açık bir alandır.. 

Bu beş duyu (istisna durumundaki engelliler dışında) herkeste bulunduğu için, birinin gözlem ya da deneyindeki hata başkaları tarafından fark edilir ve düzeltilir.

Peki, keşfteki hata nasıl düzeltilecektir?

Birisi keşf adına birşey söyledi, diğeri de başka birşey, hangisine itibar edeceğiz?

Mesela İmam-ı Rabbanî, İbn Arabî için, kendi keşfine dayanarak, "Boş verin onu, keşfi beş para etmez, ben yaşadım, adam yarı yolda kalmış" anlamına gelen şeyler söylüyor. 

İşin gerçeği şu: İtikad söz konusu olduğunda kişi ne İmam-ı Rabbanî'nin keşfine, ne İbn Arabî'nin keşfine, ne de kendi keşfine itibar edebilir.. İtibar edilecek olan nasslardır, ayet ve hadîslerdir, onlardan usulüddîn çerçevesinde çıkan hükümlerdir. 

Birilerinin keşfi bunlara uygun olduğunda, bu, keşiflerinin sahihliği anlamına gelir.. Aykırı olduğunda ise keşiflerinin batıl ve bozuk olduğu anlaşılır.. Nasıl her göz sahibi herşeyi düzgün göremiyorsa, kimi şaşı, kimi miyop, kimi hipermetrop ise, insanların keşfleri de böyle şaşı vs. olabilir.

Bununla birlikte itikad bahsinde keşfin esamisi okunmaz.. Kimse de keşfini matah birşey gibi ortaya sürme hakkına sahip değildir.

*

Seyyid Şerif'in sözlerine dönelim.

Anlaşılması için, bilmecemsi laf kalabalığının üzerindeki örtüyü kaldırmak gerekiyor.

Makul, “akledilen, akılla anlaşılan şey” demek.. Mesela dünyadaki insan teklerine bakarak “insanlık” diye bir kavram (makul) üretiyoruz. Bizdeki duyularla tek tek insanları idrak ederiz, fakat “insanlık” kavramı duyularla idrak edilen, koklanıp dokunulan, tadına bakılan bir şey (müşahhas bir varlık) olmaktan uzaktır. Bizim kafamızdaki soyutlamanın dışında nesneler dünyasında kendisine ait bir varlığı mevcut değildir.

Seyyid Şerif’in aktardığı “Akıl onu idrak etmekten acizdir, tıpkı duyuların aklın idrakleri olan makulleri idrakten aciz olması gibi” şeklindeki söz, saçmalık.. 

Ne tıpkısı!.. Arada hiçbir benzerlik yok.. Bu, elmalarla armutları toplama kabilinden fasit bir kıyas.. Akıl, onu, aklın şanından olan idrak çerçevesinde idrak eder, yani onun vacip, muhal ya da mümkün olması hakkında hüküm verir.

Çünkü keşf denilen şey söze döküldüğü haliyle keşf değildir, akıl tarafından idrak edilip değerlendirilen, hakkında hüküm verilebilen iddialar haline gelir. Söze dökülmeyen, kişinin kendi içinde sakladığı keşf ile ise aklın bir alıp veremediği olmaz. 

Şunun gibi: Makuller akılda kaldığı sürece duyuların onlarla bir işi olmaz.. Fakat beş duyu ile algılanan (idrak edilen) müşahhas/somut nesneleri nitelemek için o makulleri öne sürdüğünüzde, yani o makullerin somut/müşahhas tezahürleri olarak (duyular tarafından algılanabilen) nesneleri gösterdiğinizde, o makullerle ilgili olarak duyuların şahitliği devreye girer.

*

Seyyid Şerif’in bir sonraki cümlesine geçelim:

“Biz bu tavırda kavradık ki, Zorunlu'nun aynı olan varlığın hakikati ne tümeldir ne tikeldir [ne] geneldir ne özeldir, aksine bütün kayıtlardan [azade biçimde] mutlaktır hatta mutlaklık kaydından dahi arınmıştır.”

“Zorunlu’nun aynı (ta kendisi) olan varlık”tan söz ediyor.

Buradaki zorunlu, vacibü’l-vücud tabirindeki “vacib”in karşılığı.. Mevcud kelimesiyle aynı kökten gelen vücud ise, beden demek değil, “varlık, varoluş, var olma” demek.

Varlığı (aklen) zorunlu olan, Allahu Teala’dır.. Yaratılmış olan şeyler ise (aklen) “mümkün” varlıklardır.. Mümkün oldukları için yaratılabilmişlerdir. Varlıkları muhal olsaydı yaratılmaları söz konusu olmazdı. Varlıkları zorunlu (vacip) olsaydı, bu durumda yaratılmadan kendi başlarına bir varlıklarının hep bulunması gerekirdi. Varlığı muhal (imkânsız) olan ise, mesela ikinci bir Allah’ın varlığıdır. “Mümkün” olan varlıklar, varlıkları ve yoklukları ihtimal dahilinde olan, zorunlu ya da muhal olmayan şeylerdir. Mesela bundan 300 yıl sonra insanların hâlâ yaşıyor olması da, kıyametin kopmuş olması da “mümkün”dür. Akıl açısından zorunlu ya da muhal değildirler.

(“Aklen muhal” olan ile “fiilen muhal” olanı da ayırmak gerekiyor. Mesela bizim bedensel bakımdan ihtiyarlamayıp hep 30 yaşındaki halimizle kalmamız fiilen muhaldir, imkânsızdır, fakat bu aklen muhal değildir. Öyle olduğu içindir ki Cennet’te insanlar ihtiyarlamadan kalırlar. Aklen muhal olsaydı orada da “mümkün” olmazdı.)

*

Cürcanî’nin sözüne (aktardığı söze) dönersek.. “Varlık”ı, varlığı zorunlu olanın kendisi haline getiriyor.. İşte, vahdet-i vücutçuluk denilen şey, bu anlayıştan ibarettir.. Varlık, Ehl-i Sünnet nazarında Allahu Teala’nın bir sıfatı iken, burada zatı haline geliyor, kişiselleşiyor.

Böylece, “Varlık”ın, yani vacibü’l-vücud olan Allahu Teala’nın “hakikat”i bahsine geliniyor. Ve deniliyor ki: “Allah’ın hakikati ne tümeldir ne tikeldir [ne] geneldir ne özeldir, aksine bütün kayıtlardan [azade biçimde] mutlaktır hatta mutlaklık kaydından dahi arınmıştır.”

*

İmdi, Allahu Teala bizleri yaratmış, varlığını ve birliğini anlayacak şekilde akılla donatmış, buna bağlı olarak varlığını ve birliğini anlayıp bilmekle ve kendisine şirk koşmamakla yükümlü tutmuş, fakat zatının hakikati hakkında konuşmakla yükümlü tutmamıştır.

Tutmamak bir yana, bunu yasaklamıştır.. Çünkü insan Allahu Teala’nın zatını, mahiyetini ve hakikatini kavrayamaz..

Teşbihte hata olmaz derler, bir resim, ressamı kavrayabilir mi?!.. Bir bilgisayar oyunundaki sanal şahıslar, programı yazan hakkında ne bilebilir?!

Ancak, resimde olmayan akıl, bizde var.. Ve bununla, bizi bir yaratanın bulunduğunu anlıyor ve biliyoruz.. Akıl, zorunlu olarak bizi Yaratıcı’nın varlığı ve birliği inancına götürüyor.. Eğer aklen böyle bir zorunluluk bulunmasaydı, Allahu Teala şirkin cezasını ebedî azap olarak takdir etmezdi. (Bu konuları tartıştığımız yazıları da kitaplaştırıp internete koymuş bulunuyoruz.)

*

Görüldüğü gibi, Cürcanî’nin laflarını aktardığı vahdet-i vücutçular “… mutlaktır hatta mutlaklık kaydından dahi arınmıştır” derken, laflarının baş tarafını anlamsız hale getirmiş oluyorlar. Bütün kayıtlardan arınmışsa, laflarının baş tarafındaki sözleri de hiç söylememeleri gerekirdi.

Cürcanî sonra da şu sözü aktarıyor: “Bu, aklî ilimler erbabının tabiî küllî hakkında söylediğine benzer.”

Böylece başa dönüyoruz.. Çünkü Akıl onu idrak etmekten acizdir, tıpkı duyuların aklın idrakleri olan makulleri idrakten aciz olması gibi” denilmiş olduğu unutulmuş görünüyor.. “Akıl onu idrak etmekten aciz fakat aklî ilimler erbabının tabiî küllî hakkında söylediğine benziyor.”

Evet, bunu demiş oluyorlar. Akıl bu meseleyi (ancak keşfî müşahede ile ulaşılabildiği için) idrak etmekten acizse, bu benzerlikten söz etmeyeceksin, yok söz ediyorsan, akıl bunu (böylesi bir benzerlik kurarak da olsa) tartışma konusu yapabiliyor demektir.

*

Seyyid Şerif’in bir sonraki cümlesine geçelim:

“O hakikat, mümkün mahiyetlerde ve varlıkla nitelenen kevnî mazharlarda tecelli ve zuhur etmiştir.”

“O hakikat” ne?

Önceki lafları dikkate alındığında, sözünü ettiği “o hakikat”in, kendi tabiriyle, “Zorunlu'nun aynı olan varlığın hakikati” olduğu anlaşılıyor. Yani Allah’ın hakikati..

Böylece cümle, ““Allah’ın hakikati, mümkün mahiyetlerde ve varlıkla nitelenen kevnî mazharlarda tecelli ve zuhur etmiştir” halini alıyor.

Peki bunu nerden biliyoruz?

Seyyid Şerif’in laflarının en başındaki açıklama bunun cevabını veriyor: Bunu aklî münazara ile ortaya koyamıyoruz, bu ancak keşfî müşahedelerle biliniyor.

Ve Seyyid Şerif’in bir sonraki cümlesi, keşfî müşahededen (mükaşefeden) aklî münazaraya geçiş yaparak sapla samanı karıştırıyor, elmalarla armutları topluyor, çelişki/tenakuz bayrağını göndere çekiyor:

“Öyle ki hiçbir şey onsuz olamaz, çünkü herhangi bir şey onsuz olabilseydi varlıkla nitelenmezdi.”

*

Böylece “Allah’ın hakikatini kendisinde bulundurmayan hiçbir şey mevcut olamaz” denilmiş oluyor.

Yani haşa herşeyde bir Allah’lık boyutu var, herşey Allah’ın “hakikat”ini kendisinde bulunduruyor. Allah’ın hakikati “mümkün (varlığı bakımından zorunlu ya da muhal olmayan) mahiyetlerde ve varlıkla nitelenen kevnî mazharlarda tecelli ve zuhur” ediyor.

Mazhar, birşeyin zahir olduğu, zuhura geldiği, ortaya çıktığı yer demek oluyor. Kevn ise “oluş, var oluş, var olmak, vuku bulmak, meydana gelmek” anlamına geliyor. Türkçe’de kullandığımız yekün ve kâinat kelimeleri de bundan türeme..

Seyyid Şerif’in aktardığı sözlerle denilmek istenen şu: Allah’ın hakikati, mümkün mahiyetlerde ve varlıkla nitelenen kevnî mazharlarda (varoluşun gerçekleştiği yerlerde) tecelli ve zuhur ediyor.

Bunu, biliyoruz.

Fakat nasıl bildik? Nasıl bilebiliyoruz?

Aslında bunu keşfî müşahede (mükaşefe) ile, aklın idrak edemeyeceği bir surette bilmemiz gerekiyordu, fakat biz bunu keşfî müşahede yaşamadan (yaşamış olanlardan) öğrenmiş oluyoruz.

Yani “keşf” ehli olmayan, mükaşefeden mahrum bulunanlar, Ehl-i Sünnet’in bilgi kaynaklarından “doğru haber” ile yetinmek zorundalar.

*

Ancak, Şeriat söz konusu olduğunda “doğru haber”in kaynağı vahiy (bizzat Allahu Teala) iken, vahdet-i vücutçuların hakikat davasında “haber”in kaynağı, (kerameti kendinden menkul) senin benim gibi adamların “keşf”i..

Fakat, içlerinden bazıları, yavuz hırsız ev sahibini bastırır deyimini hatırlatır şekilde, kendi “keşf”lerinin ürünü olan hakikat adına, “vahy”e dayanan Şeriat’i aşağılayabiliyorlar.

Keşf” adını verdikleri vehim ve safsatalarını “vahiy”den üstün görebiliyor, gösterebiliyorlar.

Aradaki fark sadece bundan ibaret değil.. Peygamberler masum iken, bunların, her günahı işleyebilme gibi bir özgürlük alanları mevcut.

Fakat, masum muamelesi görmeyi, her söylediklerinin tasdik edilmesini, “keşf” damgasını vurdukları her sözlerine sorgusuz sualsiz inanılmasını bekliyorlar.

Peygamberleri “akıl” ekseninde sorgulamak mümkünken ve vahiy insanları akletmeye çağırırken bunların keşf”i “Aklı bir tarafa bırakacaksınız, yoksa bizi anlayamazsınız” diye söze başlıyor.

Peygamberler (haberlerinin doğruluğunun aklî temelini oluşturan) peygamberliklerini mucizeler ile (beş duyu yani havass-ı selime vasıtasıyla gözlemlenen harikuladeliklerle/olağanüstülüklerle maddî âlemde, materyalist/pozitivist eksende) ispat ederken, bunlar böyle şeyleri “aşmış” durumdalar.. Manevî âlemlerde dolaşmaktan başları dönmüş durumda. 

(Mesela İbn Arabî.. İbn Haldun’un Mukaddime’de ifade ettiğine göre, Mehdî’nin miladî 1200’lü yıllarda çıkacağını “keşfen” bildirmiştir.. Mehdî hâlâ çıkacak.. Bu şahsa keramet diye izafe edilen bazı saçmalıkların değerlendirmesini, internete koymuş bulunduğumuz “İngiliz’in Gözde Şeyhi İbn Arabî” adlı kitabımızda yaptık.)

Keşf”leri öyle bir konumda ki, akıl onu sorgulayamıyor, havass-ı selime (beş duyu) ona zaten ulaşamıyor, vahiy (Şeriat) eksenli “doğru haber” de sadece (keşf ehli olmayan, irfandan mahrum bulunan) "zahir ehli”ne hitap eden, yalnız onları bağlayan bir (“hakikat”ten kopmuş) kurallar manzumesi.. Keşfi sorgulamak ne haddine!

Böylece, Ehl-i Sünnet’in üçten ibaret olan bilgi edinme yolları (akıl, sağlam duyular, doğru haber), vahdet-i vücutçu taifeye inanan “saftirik” vatandaşlar için bir’e iniyor: Haber..

Doğruluğu kendinden menkul haber..

Şeriat’in doğruluk kriterleri tarafından sorgulanmaktan muaf olan haber..

Hakikat haberi..

Vahdet-i vücutçu olmayan ahmaklar irfan devletinin padişah ve krallarının üzerindeki (mahir terziler elinden çıkmış) altın yaldızlı ve sırma işlemeli bu muhteşem keşf kostümlerini göremiyorlar, çünkü irfandan yoksun ahmaklar durumundalar.

*

Ehl-i Sünnet itikadı”nda keşfin bir bilgi kaynağı olarak yeri yok, “itikat”ta hiç yeri yok, fakat bu, (irfanları kendilerinden menkul densiz, nadan) irfan pazarlamacılarının umurunda mı?!..

Evet, konuya dönersek, Seyyid Şerif’in aktardığı sözlerle denilmek istenen şu: Allah’ın hakikati, mümkün mahiyetlerde ve varlıkla nitelenen kevnî mazharlarda (varoluşun gerçekleştiği yerlerde) tecelli ve zuhur ediyor.

Böylece Allahu Teala’nın “hakikat”i hakkında akla ziyan laflar söylemiş oluyorlar, fakat itiraz şansımız yok, çünkü akıl bunu idrak edemiyor. Yani akıl, bu "irfan süperman"lerinin "keşf"ini idrak edemiyor, anlayamıyor, yoksa bu şahıslar "Allah'ın hakikati"ni (zatını) anlamış, idrak etmişler.

Evet, sadece Allahu Teala’nın “hakikat”ini (Ki o, Allah’ın, her mevcudun varlıkla nitelenmesini sağlayan “varlık” olması demek oluyor) “keşf” etmekle kalmıyor, aynı zamanda bizim aklımızın neyi münazara konusu yapıp yapamayacağına da karar veriyorlar.

*

Bu anlayışa göre “İsa, Allah’ın (haşa) oğludur” diyen Hristiyanlar yanılmış oluyorlar, çünkü İsa, Allah’ın oğlu olmanın da ötesinde, hakikatinin tecelli edip zuhura geldiği mazhar oluyor..

Oğlu olmaktan daha fazla bir şey..

Şöyle düşünün: Size, sizin kendi hakikatiniz mi daha yakındır, yoksa oğlunuz mu?

Sizin kendi hakikatiniz, sizden farklı bir şey midir?!

Böyle olunca, Kelime-i Şehadet’imiz de “keşf”in sağladığı ilim, irfan, aydınlanma ve derinlikten mahrum basit, yüzeysel, hakikati tam yansıtmaktan uzak bir söz haline geliyor.

Çünkü, “keşf”e bağlı olarak, “Ben, Allah’tan başka tanrı olmadığına şahitlik ederim. Ve Muhammed’de Allah’ın hakikatinin tecelli edip zuhura geldiğine de şahitlik ederim” denilmesi gerekirken, “Muhammed’in Allah’ın kulu ve rasulü olduğu” söyleniyor.

Birşeyin hakikati olmak nerde, kulu olmak nerde!..

Mesela sizin yanınızda kendi hakikatiniz mi daha değerli ve üstündür, yoksa köleniz mi?

Anlaşılıyor ki, Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem “keşf”ten mahrum olduğu için bu hakikati anlayamamış, dini eksik tebliğ etmiş, sonradan keşf ehli bulunmaz Hint kumaşları türeyerek dindeki bu eksikliği tamamlamış, insanları cehaletin karanlığından kurtarıp irfanın aydınlığına ulaştırmışlar.

*

İtikad, birtakım herzevekillerin, kerameti kendinden menkul şişirilmiş balonların, ağzı iyi laf yapan hakikat şarlatanlarının bu tür saçmasapan palavraları üzerine bina edilebilecek bir şey değildir.

Allahu Teala “şey”lerin nasıl var olduğunu bildirmiştir; “Ol!” der ve olur.. Bu kadar!

Bunlar ise, haşa Allah’ın “hakikat”ini “keşf” etmişler, var olmayı o hakikatin zuhuru ve tecellisine bağlıyorlar.

Kendi “hakikat”lerini bile keşfetmekten acizler, fakat Allahu Teala’nın “hakikat”ini nasılsa “keşf” ediyorlar.

*

Bu anlayış, Erzurumlu İbrahim Hakkı rh. a.’in Marifetname’de söylediği gibi, Allahu Teala’nın “Halik” isminin iptali anlamına geliyor.

Fakat mesele bundan ibaret değil; bu, Şeyhülislam Mustafa Sabri Efendi’nin ayrıntılı bir biçimde açıkladığı gibi, yaratılmışların tanrılaştırılması demektir. Çünkü mevzubahis olan Allah’ın “hakikat”i..

Şeyhülislam’ın mübalağa yaptığı ya da “niyet okuyuculuğu”na soyunduğu zannedilmesin..

Bu, gayet açık.. Yukarıda, Seyyid Şerif’in risalesinde yer alan “O hakikat, mümkün mahiyetlerde ve varlıkla nitelenen kevnî mazharlarda tecelli ve zuhur etmiştir” şeklindeki cümlede geçen hakikatten kastın “Allah’ın hakikati” olduğunu göstermiştik.

Burada “hakikat” kavramı üzerinde durmak gerekiyor; birşeyin hakikatinden söz ettiğimizde bundan ne anlaşılmalıdır.

Sözlüğe bakalım..

el-Müncid’de “şey’in hakikati” (hakîkatü’ş-şey’i) tabiri için “onun aslı” (asluhu) açıklaması yapılıyor. “Raeytühû alâ hakîkatihî” (Onu hakikati üzere gördüm) cümlesindeki “hakikati üzere”ye ise şu mana verilmiş: “Ke-ma hüve fi’l-vâkı’i” (Vakıada/gerçeklikte o nasılsa, öyle). (el-Müncidü’l-Ebcedî, Beyrut, 1987, s. 377.)

Hans Wehr’in Arapça-Almanca Sözlüğü ise “Leyse lehû hakîkaten” (Onun bir hakikati yoktur) cümlesi için şu karşılığı kullanmış: “Es existiert nicht wirklich, es ist nichts Reales” (Gerçek bir varlığı yok, gerçek değil).. (Arabisches Wörterbuch, 5. b., Wiesbaden, 1985, s. 277.) Wehr’in sözlüğünün İngilizce tercümesinde ise şu karşılık mevcut: “It does not really exist, it is not real). (A Dictionary of Modern Written Arabic, ed. J. Milton Cowan, 3. b., New York, 2011, s. 192.)

Demek oluyor ki, “Allah’ın hakikati”nden söz etmek, “Allah’ın aslı”ndan, “Allah’ın kendisi”nden söz etmektir.

Bu durumda “O hakikat, mümkün mahiyetlerde ve varlıkla nitelenen kevnî mazharlarda tecelli ve zuhur etmiştir” şeklindeki söz, “Allah’ın aslı (kendisi), o şeylerde zuhura gelmiş, zahir olup açığa çıkmış” anlamını kazanır. 

“O şeyler, gerçekte Allah’tır” denilmiş olur.

*

Vahdet-i vücutçulara hüsnüzanda bulunan birçok kişinin, onların laflarının mantıkî sonucunun bu olduğunu bilmedikleri kesindir.

Ancak, bunlar, hakkında bilgi sahibi olmadıkları ve kafalarının basmadığı bu tür meselelerin peşine takılmamalı, makbul ve muteber Ehl-i Sünnet itikadı kitaplarıyla yetinip irfan vs. edebiyatı ile bilmedikleri sulara yelken açmaktan kaçınmalıdırlar.

Bu işi “Tasavvuf haldir, kâl (konuşma) değildir” diyerek savunanlar da “hal”lerini alıp gitmek, edeplerini takınıp susmak, “kâl” vadisinde sapık supuk hezeyanlarla vakit geçirmekten sakınmak durumundadırlar.

*

Evet, bu “akıl”la bağını kesmiş “keşf”e göre “Hiçbir şey onsuz (Allah’ın “hakikat”i olmaktan uzak) olamaz, çünkü herhangi bir şey onsuz olabilseydi varlıkla nitelenmezdi.”

Böylece bu ağaların giydikleri ayakkabıda, kıçlarındaki donda haşa Allah’ın hakikati tecelli edip zuhura gelmiş oluyor. Bunlar haşa Allah’ın hakikatinin tecelli edip zuhura geldiği mazharlar..

Aynı şekilde hristiyan çobanın ahırındaki domuzda, hatta o domuzun pisliğinde haşa Allah’ın “hakikati” tecelli edip zuhura gelmiş oluyor..

“Çünkü bunlarda Allah’ın hakikati tecelli edip zuhura gelmemiş olsaydı varlıkla nitelenmezlerdi.”

Meseleyi bu açıklıkta yazmak gerekiyor ki herkes ne halt yediğinin farkına varsın.

Kısacası, akıl ile bağlarınızı kopardığınız zaman “keşf” edip baş tacı etmeyeceğiniz, yemeyeceğiniz hiçbir halt yok.

*

Konuya devam edeceğiz inşallah. 

 

SELANİKLİ MUSTAFA ATATÜRK’ÜN VAHİDEDDİN'E GİZLİ İHANETİ

  UĞUR MUMCU'NUN DİLİNDEN KARABEKİR-ATATÜRK KAVGASI – 38   Önceki bölümlerde, Selanikli Mustafa Atatürk’ün mütareke döneminde 13 Kasım ...